Sosyalizm Kazanacak!
/ Devrimci Perspektif / Devrim Darbe İkileminde Mısır – Emre Güntekin

Devrim Darbe İkileminde Mısır – Emre Güntekin

on 24 Temmuz 2013 - 10:08 Kategori: Devrimci Perspektif, Dünyadan, Emre Güntekin
24 Temmuz, 2013

Mısır, tarihinin en özel dönemeçlerinden birini geçmeye devam ediyor. Hem Mısırlı gençlerin, emekçilerin 2 yıl önce başlattığı devrim hem de egemen sınıflar bu keskin virajı kendi çıkarları doğrultusunda sorunsuz atlatmak için manevra halindeler. Direksiyon kimin kontrolünde? Neredeyse cevabı her gün değişen bir soru. Gerçek olan tek şey Mısır’da siyasi denklemler tam bir karmaşa içerisinde ve henüz kimse durumu kendi kontrolüne alacak kadar güçlü görünmüyor.

İki yıl öncesinde Mısır Devrimi onlarca yıllık köhnemiş diktatörlükleri artık hayatında istemeyen kitlelerin omuzunda yükselmiş ve Mübarek alaşağı edilmişti. Bunun en önemli sonucu Mısır tarihinde kitlelerin neredeyse ilk kez kendi geleceklerini kendilerinin belirleyebileceğine dair imkânların doğmuş olmasıydı ve henüz kitlelerde sosyalist bilincin hareketin genel gidişinden daha yavaş bir gelişim geçirmesi nedeniyle devrim başarabileceklerinden çok daha azıyla yetinmiş ve parlamenter demokraside sıkışıp kalmıştı. Ancak kitleler kendi koyduklarını kendileri yıkıyor ve devrimin önünde ayak bağı haline dönüşen kurumları yıkmaya devam ediyor. Üstelik artık bir diktatörlüğe onlarca yıl tahammül etme gibi bir lükslerinin olmadığının farkındalar. Mübarek’e 30 yıla yakın sabreden kitleler, yeni Mübarek olmaya soyunan Mursi’nin tahtını altından birinci yılın sonunda çekip aldılar.

Müslüman Kardeşler’in Bir Yılı: Kitlelerin Öfkesinin Kaynakları

Müslüman Kardeşler’in uzun yıllar sonra eriştiği iktidar dünya tarihinin neredeyse en büyük siyasal eylemlilikleriyle tuzla buz oldu. İçerisinde birçok burjuva ve sol muhalefet unsurunu barındıran Tamarrud (İsyan) Hareketi’nin çağrısıyla Temmuz başında sokaklara dökülen 30 milyona yakın insan eşi benzeri görülmemiş bir direnişe imza attı. Müslüman Kardeşler taraftarlarının saldırılarıyla 16 kişi bu eylemlerde yaşamını yitirdi, yine yüzlercesi yaralandı.

Mısırlı araştırmacı Michael Anna Müslüman Kardeşler’e karşı başlayan isyanı şöyle tanımlıyor:  “…aşağıdan yukarıya doğru, tabandan örgütlenme çabasının biri ürünü ve siyasi muhalefet liderleri tarafından yönlendirilmiyor.” “Siyasi liderler bir anlamda bu akıntıya kapılmış durumdalar. Gösterileri organize edenler yaratıcı ve gayretliler, fakat maddi kaynak ve siyasal örgütlemeden yoksunlar. Yine de, ülkenin mevcut rotasına ve liderine karşı bu denli büyüyen derin bir bıkkınlık ve inanç kaybı olmasaydı, bu genişlikteki halk seferberliği meydana gelemezdi.”(http://www.bgst.org/dunya-gundem/milyonlarca-insan-misir-tarihinin-en-buyuk-sokak-gosterilerinde-1)

Peki, nüfusun bu derece geniş bir bölümü neden Müslüman Kardeşler iktidarına bir dur deme ihtiyacı hissettiler? Cumhurbaşkanlığı kaynakları bile son bir yılda farklı türde 7709 protesto ve 5821 gösteri gerçekleştiğini ve bu olaylara toplam 24 milyon kişinin katıldığını aktarıyor (Fehim Taştekin, 2 Temmuz).

Hepsi darbeci olduklarından demek ancak gülünecek bir iddia. 30 milyona yakın Mısırlı’nın düzenin en sadık unsurlarından biri olan ve Mısır kapitalizminin ana gövdesini oluşturan orduyu siyasal alana müdahale ettirmek için ayaklandığını söylemek gülünç bir iddia olarak kalacaktır. Esasında sorun çok basit: Kitleler Mübarek’in devrildiği günden bu yana ölüm pahasına mücadele ederken, devrimin omuzlarında iktidara yükselen Müslüman Kardeşler iktidarının Mübarek rejiminin anakronik bir kopyası olduğunu görmekte gecikmediler. Eldeki siyasal ve iktisadi veriler Mısırlı emekçilerin ve gençliğin “özgürlük, eşitlik ve adalet” yürüyüşünde eski rejimle yeni rejim arasında bir farkın kalmadığını gösteriyor.

Müslüman Kardeşler iktidarına karşı geçtiğimiz yıl ilk tepkiler anayasa reformu konusunda gelmişti. 22 Kasım 2012’de Mursi’nin yayınladığı kararname hem ülkenin anayasasındaki İslami vurguyu derinleştiriyor hem de Mursi’ye olağanüstü yetkiler veriyordu. Hatırlanacak olursa anayasada öngörülen bazı maddeler şu şekildeydi:

Madde 2: Devletin dini İslamdır, resmi dili Arapça’dır, yasamanın temel kaynağı İslam hukukunun ilkeleridir.

Madde 11: Devlet ve toplum; ahlakın, kamu düzeninin, dini değerler ve eğitim standartlarının bekçisidir.

Madde 31: Bir insana hakaret etmek ve onu karalamak yasaktır.

Madde 197: Askeri bütçeyi belirlemek ve orduyla ilgili yasalarda danışmanlık yapmak üzere, generallerin ağırlıklı olduğu, cumhurbaşkanlığı başkanlığında bir konsey oluşturulacak.

Madde 198: Silahlı kuvvetlere zarar veren suçları işleyen siviller de askeri mahkemelerde yargılanır.

Üstelik bu maddeler herhangi bir müdahaleyi engellemek adına adeta yangından mal kaçırırcasına Meclis’te onaylanmıştı.(Türkiye’deki duruma ne kadar paralel!) Bu maddeler yanında özellikle dinin gündelik yaşama müdahalesi konusunda El Ezher Üniversitesi “danışmanlık” makamına getirilirken, sanat, bilim ve edebiyatın devlet tarafından “topluma yararlı olacak şekilde” düzenlenmesi görevi devlete bırakılıyordu. Kadınlar ise “bir kadın ailesine olan görevleriyle, iş hayatı arasında bir denge kurmalıdır”maddesiyle ikinci sınıf insan muamelesi görüyordu.

Kaynağını “şeriat ilkeleri”nden alan ve özellikle özgürlük isteyen Mısırlıların bu talebini hiçe sayan anayasa kararnamesi Mübarek’in devrilmesinin ardından yeniden kitlelerin sokağa dökülmesine yol açmıştı. Aralık ayında yine milyonlarca insan Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nı kuşatarak Mursi’yi ve MK’yi protesto etmiş, onlarca kişi MK taraftarlarının saldırısında katledilmişti.

Özellikle Hristiyan bir kadının askerler tarafından yerlerde sürüklendiği ve linç edildiği görüntüler uzun süre konuşulmuştu. İlginçtir ki, kendi tahtını sallayan eylemler karşısında Mursi orduyu göreve çağırmış ve sivilleri tutuklama yetkisi vermişti. Aynı Müslüman Kardeşler’in bugün ordunun hedefinde olması ise tarihin tam bir ironisi. Esasında Ortadoğu coğrafyasında özellikle İslami hareketlerin bu ikiyüzlülüğü şaşırtıcı değil. Türkiye’de de kendi saflarını hep darbe korkusuyla sıklaştıran AKP de Gezi Direnişi sırasında Bülent Arınç ağzıyla “Gerekirse TSK devreye girer.” diyerek darbelere karşı ne kadar mesafeli olduklarını göstermişti.

Fakat burada asıl kritik noktayı öne çıkarmak gerekmektedir: Müslüman Kardeşler’in iktidarı zaten esasında ordunun desteğiyle ve iknasıyla kurulmuştu. Anayasa maddelerinde orduya laf etmenin cezasının verilmesinin yine orduya bırakılması, yine Mursi’ye karşı yönelen tepkilere karşı ordunun göreve çağrılması Mısırlı emekçilerin zaten adı konulmamış bir darbe rejiminde yaşıyor olduklarını gösteren işaretlerdi. Aradaki tek farksa sadece seçilmiş ve kontrol edilebilir bir liderin iktidarda olmasıydı. Bugün özellikle Türkiye’deki siyasi denklemlerden hareketle Mısır’da yaşananların “tam bir darbe” olduğunu haykıran ve demokrat pozlar kesenlere bu gerçekleri hatırlatmak gerek. Mursi devrimi ezmek için orduyu göreve çağırdığında nerelerdeydiniz?

Dahası devrimin başlangıcında da Müslüman Kardeşler’in Tahrir’de hem Mübarek’i deviren kitlenin mücadelesine hem de sonrasında Yüksek Askeri Konsey’e karşı mücadele verenlere karşı yaklaşımı tam olarak ikircikliydi. Bütün bu süreçte MK bırakın devrime güç vermeyi, perde arkasında ordu ve Batı ile uzlaşıp sistemin bir parçası haline gelmeye çalışıyordu. Kasım 2011’de yüzbinlerce kişi askeri yönetime karşı çıkarken, Müslüman Kardeşler kendi gençlik kitlesini eylemlerden uzak tutma telaşı içerisindeydi. Hatta MK liderliği kendi gençliği tarafından “koltuk peşinde koşmakla” dahi suçlandı.

Bu bakış açısı Türkiye’de de Mısır’da da seçilmiş zalimlerin halklara her türlü vahşeti uygulama haklarının olduğunu, bunun demokrasi adına makul ve katlanılması gereken gerçekler olduğu düşüncesini empoze etmektedir. Onlara göre emekçi sınıflar haksızlıklar karşısında susup yıllarca seçim sandıklarını beklemeli ve bu tiyatronun sürmesini seyretmelidirler. Ancak dünyanın pek çok ülkesinde görüldüğü üzere emekçilerin bu ikiyüzlülerin keyiflerini beklemek gibi bir niyetlerinin olmadığı gözle görünmektedir.

MK’nin insanların yaşam tarzlarına müdahale eden, tepkilerini hiçe sayan otoriterleşme eğilimi başlı başına özellikle bu noktada daha farklı bir gelecek tahayyülüne sahip olan Mısırlı gençliği sokaklara çekerken, emekçi sınıflar açısından en kritik konulardan birisi ise giderek kötüleşen yaşam koşulları ve MK’nin iktisadi krizi sosyal haklara yönelik saldırılarla durdurma eğilimiydi. Temmuz İsyanı’na götüren süreçte emekçi sınıflar uzun yıllardır karşılaşmadıkları kadar kötü yaşam koşullarıyla baş başa bırakıldılar. Turizmden sanayiye kadar sistemin bütün fonksiyonlarının çöktüğü, insanların açlıkla karşı karşıya kaldığı, her 4 kişiden birinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı bir süreç isyanın temel dayanaklarını oluşturdu.

Müslüman Kardeşler bu süreçte emekçi sınıfların kriz içerisinde ayakta kalmasını sağlayan enerji ve gıda sübvansiyonlarına göz koyarken, gündelik yaşamda her yerde göze çarpan uzun ekmek ve benzin kuyrukları kitleleri bezdirdi. Özellikle IMF’de yardımlara karşılık olarak sübvansiyonların kaldırılmasını şart koşuyordu. Ancak unutulan bir gerçek var ki dünyanın en büyük buğday ithalatçılarından biri olan Mısır’da yoksul halkın en temel tüketim maddelerinden birisi olan ekmeğe ulaşabilmesi bu devlet yardımlarına bağlı ve geçtiğimiz yıllarda görüldü ki ekmeğe dokunmak egemenler açısından ciddi riskler içermektedir: 2008 yılı içerisinde 11 kişi ekmek kuyruklarında yaşamını yitirmiş (araba çarpması, kalp krizi gibi nedenlerle)ve uzun kuyruklar, ekmek bulmakta yaşanan sıkıntılar Mısırlı emekçilerin Mübarek’in devrilişine giden yolu açmasına sebep olmuşlardı. 2008 Nisanı’nda tekstil kenti Mahalla el Kubra’da işçilerin başlattığı “Ekmek İsyanı”nda 2 kişi ölmüş yüzlerce kişi yaralanmıştı. 1977’de patlak veren “Ekmek İsyanı”nda da 77 kişi katledilmişti. Dolayısıyla Mısırlı egemenler ilerleyen süreçte zor ve riskli bir tercihle karşı karşıya kalacaklar. Buna karşın sermayenin programı kesinti sinyalleri vermeye devam ediyor. Müslüman Kardeşler’e muhalif olan ve liberal Hür Mısırlılar Partisi’nin kurucusu Mısırlı kapitalist Naguib Sawiris BBC’ye yaptığı açıklamada şunları kaydetmişti: “Gelmiş geçmiş en yüksek işsizlik oranları demek, turizm gelirleri sıfır, yüksek enflasyon ve fiyatlar demek. Yakıt sıkıntısı ve sübvansiyonlar ekonomiyi, yiyip bitiriyor. Petrol ithal edecek para yok. Bu yeni gerçekleri halka kim anlatacak? Kötü yönettiler ve ülke dışındaki tüm yatırımcıları korkuttular, özellikle de Mısırlıları… Mısır’daki ikilem hep buydu. Sübvansiyonlar yerine, insanların kazançlarının arttırılması lazım. Her şey gerçek fiyatından satılmalı. Neden dünyanın başka bir yerinde bu sübvansiyonlara ihtiyaç yok. Her ay 1,1 milyar doları sadece yakıt sübvansiyonlarına harcıyoruz.” (http://www.bbc.co.uk/turkce/ekonomi/2013/07/130709_misir_isadami.shtml)

Mübarek döneminde 2,5 milyon olan işsiz sayısı 2012’nin son çeyreğini 3,5 milyon işsizle kapatmıştı. Öte yandan sürekli yaşanan elektrik kesintileri, enerji sıkıntısı Mısır’da hem ekonominin hem de sosyal yaşamın felç olmasında önemli bir rol oynadı. Bütün bunlara karşın Müslüman Kardeşler bir yıl boyunca ekonomiyi ve yoksul halkın yaşam koşullarını düzeltmek bir yana, bütün siyasi gücünü devlet mekanizmalarını kontrol altına almaya ve muhafazakârlaşma yolunda adımlar atmaya adadı.

Tabi ki Mursi’nin ve MK’nin bir yıllık karnesi bunlarla sınırlı değil. Müslüman Kardeşler iktidara geldiği andan itibaren ABD ve İsrail’le anlaşarak Filistin halkına yönelik baskılara ortak oldu. Özellikle İsrail’in ambargosu nedeniyle Gazze’nin can damarına dönüşen Refah Sınır Kapısı’ndaki tüneller tıpkı Mübarek dönemindeki gibi kapatıldı, hatta bu tünellere lağım suları basıldı. Gazze Balıkçılar Sendikası Başkanı Nizar Ayaş, “Mursi döneminde Mısır sınırındaki tünellerin kapatılması, akaryakıt ve av maddelerinin girişinin engellenmesi akaryakıt sıkıntısı çeken Gazze’de balıkçılık sektörünün yüzde 90 gerilemesine yol açtı.” Açıklamasıyla Mursi’nin Gazze’de oynadığı işbirlikçi rolün sonuçlarını özetliyor.

İsrail’e büyükelçi atanırken, seçimler öncesinde verdiği vaatlerin tam tersi yönde hareket ederek İsrail açısından kritik öneme sahip Camp David Anlaşması’nı tanıdı. Kısacası Ortadoğu’da hem ABD ve Batı hem de İsrail açısından uslu çocuk rolünü oynadı.

Madalyonun Diğer Yüzü: Ordu

Mısır ordusu özellikle 1952 yılında Cemal Abdul Nasır önderliğindeki Hür Subaylar Ordusu liderliğindeki darbeyle birlikte Mısır siyasetinin ve ekonomisinin en aktif belirleyici unsurlarından birisi haline dönüşmüştür. 1964 Anayasası’nda ‘tüm üretim araçlarının yönetiminin halk adına devlete ait olduğu’ ile ilgili madde bulunurken, devlet üzerindeki ordu kontrolü nedeniyle bu ekonomiyi kontrol imkânı veriyordu. Özellikle Enver Sedat’la birlikte dışa açılım ve liberalleşme rüzgârı estiyse de, ordu bu süreçten azade tutuldu.

Bugün makarna üretiminden maden suyuna, alkollü içecekten bütan gazına, benzin istasyonundan turizm işletmesine, kafeteryadan temizlik şirketine, inşaattan tatil köylerine ve daha birçok alandaki faaliyetiyle Mısır ordusu adeta silahlı gücü bulunan bir holdingi andırmaktadır. Bu gücün Mısır ekonomisinin % 40’lık bir dilimini temsil ettiği düşünülüyor. Anayasadaki ulusal savunma amacıyla topraklara en konulabileceğini öngören madde ülke topraklarının neredeyse % 80’inin Mısır ordusu tarafından kontrol edilmesine imkân tanıyor.

Üstelik ordu üzerine bugüne kadar herhangi bir sivil denetim imkânının bulunmadığı düşünüldüğünde bu ekonomik gücün ordu üst kademesi elinde nasıl bir araca dönüşebileceği gayet açık. Mursi’de anayasa kararnamesinde orduya yönelik her türlü eleştirinin cezasını yine ordunun verebileceği şeklinde bir madde koydurarak bu denetimsizliği devam ettirmişti.

Böylesine sistemle iç içe bir yapının Müslüman Kardeşler’den ziyade devrimci bir rüzgâra karşı olacağı gayet açık. Ancak meseleyi Türkiye siyasetindeki denklemlerle okuyan bir kesim ısrarla devasa bir kapitalist şirketi andıran ordu ile Tahrir’de devrime sahip çıkan kitlelerin çıkarlarını eşleştirme eğiliminde.

Temmuz ayı başında milyonlarca insan sokağa döküldüğünde kitlelerin Müslüman Kardeşler rejimini alaşağı edebilecek bir öfkeye ve kararlılığa sahip olduğu, iktidarın düşüşünden günler öncesinde kesinleşmişti. Tam da bu noktada ordu devreye girerek Mursi’ye talepleri karşılaması ve muhalefetle uzlaşması için 2 gün süre verdi. Ancak Mursi’nin geri adım atmaması ordunun süngü yoluyla Mursi’yi görevden almasının önünü açtı. Şöyle bir gerçek var ki Mursi ordu devreye girmese zaten kitle hareketine dayanamayıp göçecekti. Mursi’nin kitleler eliyle düşürülmesi ve buradan doğacak coşku, devrimci heyecan Mısır Devrimi’nin gelişimine muazzam bir ivme kazandırabilirdi. Dolayısıyla Mısır ordusu böyle bir düşüşün önünü en başından tıkadı. Mursi’yle birlikte sistemin de çöküşüne bir el freni çekti. Açık olarak adlandırmak gerekirse ordu tam bir darbe yapmıştır. Ancak asıl önemli soru bu darbenin kaybedeni kimdir sorusudur.

Bize göre cevap açık: Ordu Müslüman Kardeşler rejimini kitlelerden önce davranarak iktidardan düşürmüş ve devrime önemli bir manevrayla hem meşruiyet kaybı yaratmıştır hem de milyonlarca örgütsüz ve bilinç olarak da ileri olmayan kitlelerin gözünde kendi imajına bir kurtarıcı cilası atmayı başarmıştır. Asıl önemli kayıp devrimin prestijindedir. Milyonlarca emekçi devrim rüzgârının heyecanına kapılmak ve belki de Arap Devrimleri sürecinde yeni bir sıçrama yaratmak imkânına sahipken üzerlerinde manipülasyona kapı aralayan “darbeci” etiketiyle mücadele göreviyle baş başa bırakılmıştır. Dolayısıyla darbenin asıl kaybedeni MK değil devrim olmuştur. Gerçekte ordunun, görünüşte Müslüman Kardeşler’in elinde duran iktidar üzerindeki bütün perdelerin ve yanılsamaların kalktığı, çıplak bir biçime dönüşmüştür. Mursi, MK veya destekçileri ne kadar milyonları darbecilikle suçlarsa suçlasın, bu suçlama Tayyip’in Gezi Direnişi’nin arkasında faiz lobisinin bulunduğunu iddia etmesinden daha az gülünç durmayacaktır.

Devrim-darbe ikileminde kafa karışıklığı yaratan sorunlardan birisi de kitlelerin gündelik yaşam tarzları üzerinden bir ayrışmaya sürüklenmek istenmesidir. Müslüman Kardeşler ve Ortadoğu’daki AKP gibi İslamcı eğilimler darbeyi ısrarla liberal-seküler siyasi güçlerin İslami yaşam tarzına bir müdahalesi olarak okuma eğilimindeler. Fakat bu bile başlı başına ordunun işine gelebilecek bir nokta. Bilindiği gibi Mısır Arap Devrimleri sürecinde emekçi sınıfların etnik ve dini ayrımlara en az uğradığı aksine sınıf talepleri etrafında en fazla birleştiği ülke. Daha önce özellikle Hristiyanlara yönelik saldırılarla bu birlik parçalanmaya çalışılmıştı.

Darbeye destek veren kesimlere bakıldığında ise meseleye İslami yaşam tarzına bir müdahale olarak bakılması mümkün değil. Özellikle Müslüman Kardeşler’den daha fundamentalist bir yoruma sahip Selefi Nur Partisi’nin ilk etapta darbenin arkasında saf tutması dikkat çekiciydi. Benzeri bir şekilde Suudi Arabistan’da derhal darbeye destek için kesenin ağzını açmıştı. Medyada sıkça konuşulan konulardan birisi de darbeyi gerçekleştiren General Abdulfettah El Sisi’nin muhafazakâr bir yaşam tarzına sahip olduğu ve eşinin yüzü tamamen kapatan nitap giydiğiydi. Sisi, Mübarek’e karşı yapılan eylemler sırasında gözaltına alınan kadınlara yapılan bekaret testiyle de gündeme gelmiş, bu uygulamayı “Genç kızlar günlerce Tahrir Meydanı’nda erkeklerle birlikte kamp kurdu, aynı çadırda yattı. Daha sonra bu kadınlara askerler tecavüz etti iddialarını çürütmek için bu yola başvurulduğu”sözleriyle savunmuştu.

Uzatmaya gerek yok; bu noktada esas mesele dinden ziyade iktisadi ve siyasal çıkarlardır. General Sisi’yi de Mısır ordusunun başına getiren de Mursi’nin kendisidir ve herkes başlarda Sisi’nin MK’nin adamı olduğunu düşünüyordu. Dolayısıyla bize ancak kendi düşen ağlamaz demek düşüyor.

AKP ve Müslüman Kardeşler: Siyasal İslam’ın İflası

Türkiye ve Mısır’da yaşanan gelişmeler özellikle bu iki siyasal hareket özelinde öne çıkarılan “Ilımlı İslam” modelinin ciddi bir bunalıma girdiğini ve coğrafyada son birkaç yıla kadar sahip olduğu prestijin erozyona uğradığını göstermektedir. On yıllarca kurulu düzenin baskılarını göğüsledikleri iddiasıyla yeri göğü inleten ve hatta birçok sol akımın da ilgisine mazhar olan İslami akımlar iktidar süreçlerinde gerçek niteliklerini ortaya koymaya devam ediyorlar.

İslamcılar Ortadoğu’nun birçok ülkesinde mevcut düzenlerle çelişkiye sahip oldular, ancak hiçbir zaman düzenle bağlarını koparmadılar. Hatta bu özellikleri birçok ülkede yıkılan ve kitlelerin gözünden düşen düzeni yeniden ayağa kaldırmada önemli bir araç haline geldiler. Hem İslami ideoloji kitlelerde o devrimci coşkuyu soğururken, diğer yandan neoliberalizme kapıyı sonuna kadar araladılar.

Bu sürecin en basit örneğini İran’da görmek mümkün. Emekçilerin 1979 yılında devirdiği Şahlık rejiminin boşluğu toplumun en örgütlü kesimi olan Humeyni önderliğindeki Mollalar tarafından dolduruldu ve Mollalar birkaç yıl içerisinde devrimi tamamen ezmeyi, neredeyse bütün sol siyasi kadroları kanlı bir şekilde tasfiye etmeyi başardılar. Ancak Mısır’da kitleler Mursi şahsında yeni bir Humeyni’nin doğuşuna müsaade etmediler.

Peki, bundan sonraki süreçte kitleler İslamcılara ne kadar güvenebilirler? Demokrasi adına onlardan beklenen bir şey varsa, bunun ne derece beyhude bir bekleyiş olduğu doğrulandı. Türkiye’de AKP Gezi Direnişi boyunca elde ettiği bütün devlet imkânlarını seferber ederek halka saldırdı ve uyguladığı devlet terörünün boyutları darbe dönemlerini aratmadı. Yüzlerce insan tutuklanırken, 4 tane gencecik insan katledildi. Sokaklar günlerce gaz bombasına, plastik mermiye ve tazyikli suya boğuldu. Basının üzerine büyük bir karabasan çökerken, en ufak muhalif seslere bile tahammül sınırları sıfır noktasına çekildi. Mısır’da da benzeri bir pratik Mursi tarafından ortaya konulmuş, hatta Mısır ordusu Mursi zor duruma düştüğünde imdada çağırılmıştı.

Şimdiye kadarki süreçte AKP’nin veya Müslüman Kardeşler’in önlerine konulan neoliberal ajandadan saptıkları görüldü mü? Türkiye için yanıt vermeye gerek yok: Milyonlarca işsize, çalışma şartlarının rezilliğine, düşük ücretlerle güvencesiz, örgütsüz çalışmaya bakmak yeterli. Peki Mısır’da? Mursi, çok yoksul, sefalet içinde bir Mısır devraldı ancak bu sefaleti dindirmek bir kenara, onu daha da derinleştirecek uygulamalara girişmekte geç kalmadı.

Ya da şimdiye kadar bu hareketlerin ekmeğini yemeye bayıldıkları Filistin sorununda tutarlı bir adım attıkları, emperyalist Batı’yla münakaşaya girdikleri görüldü mü? Mursi’nin Gazze’deki ablukanın derinleşmesi için yaptıklarını yazı içinde anlattık, tekrar etmeye gerek yok. AKP ise tartışmasız Ortadoğu coğrafyalarında hem ABD’nin hem de İsrail’in en büyük güvencelerinden birisidir.

Siyasal İslam’ın Ortadoğu halklarına verebileceklerinin sınırı budur. Kelimenin gerçek anlamıyla kocaman bir sıfırdır. Her iki ülkede var olan siyasi konjötür bu hareketlerin iktidar koltuğunda ancak ve ancak kendi kitlelerini İslami yaşam tarzı etrafında sıkılaştırabildikleri ve seküler siyasal rakiplerini bir sopa olarak kullanabildikleri sürece kalabildiklerini gösteriyor. AKP yıllarca darbe korkusuyla milyonlarca emekçiyi arkasına yedeklemiş ve altın yıllarını darbe edebiyatını canlı ve dinamik tutabildiği ortamda yaşamıştı. Üstelik başörtüsü, imam hatip liseleri gibi konuları kendi mevcut tabanını kemikleştirmenin bir aracı haline getirmişti. Mursi’de benzeri bir yoldan gidebileceğini ve yolun ortasındaki büyük çukurdan kıvrakça geçebileceğini düşünmüştü. Ancak unuttuğu en önemli fark onun başını yedi: Daha yeni bir Firavun’u devirmiş ve başına yeni bir Firavun’un gelmesini istemeyen Mısırlı emekçiler ve gençlik. Türkiye’de de onlarca yıl sonra ilk kez bu kadar güçlü ve radikal bir şekilde sokağa çıkan kitleler AKP’nin bütün maskelerini 1 ay gibi kısa bir süre içerisinde indiriverdi. Dolayısıyla Ortadoğu’da siyasal İslam’ın iktidar serüveni henüz tam olarak kapanmamış olsa bile yokuş aşağı iniş süreci hızlanmıştır ve geriye dönüş de mümkün görünmemektedir.

Mısır’da Alternatifsizlik Nasıl Aşılabilir?

Mısır’da yeni süreçte Müslüman Kardeşler’in devre dışı bırakılması egemen sınıfları kitlelerin önüne atabilecekleri yeni bir politik lider aramaya itecektir. Uzun vadede ordunun iktidarda kalması sokak hareketinin yeniden yükselmesinden başka bir işe yaramayacaktır.

Ancak asıl kritik soru burada yatıyor: Mısır’da böyle bir siyasi aktör öne çıkabilir mi? Görünen gerçekler uzun vadede hem kitlelerin güvenini kazanabilecek ve onların enerjilerini soğurabilecek hem de istikrarı yeniden sağlayabilecek politik bir liderliğin çıkmasının mümkün olmadığını göstermektedir. Askeri yönetim çareyi Mübarek dönemi artıklarını cumhurbaşkanlığına, başbakanlığa getirmekte; muhalefete sus payı olarak da Muhammed El Baradey gibi kokuşmuş liberalleri parlatmakta aramaktadır.

Ancak bundan sonra kimin iktidarın asıl sahibi olacağı bariz gerçekleri değiştirmeyecek sadece rejimin niteliğinde ufak bir makyaj olacaktır. Batı dünyası bugün Mısır’ı yeniden şekillendiren Mısır ordusundan artık Türkiye değil, Şili Modeli beklemektedir. Wall Street Journal darbenin ardından “Mısır’ın yeni bir Pinochet’e ihtiyacı var.” başlığını atmakta hiçbir çekince görmemişti. Dolayısıyla ordu milyonlarca Mısırlı’nın kurtarıcısı olarak değil, kasabı olarak iktidara el koymuştur ve bundan sonraki süreçte Mısır ordusunun gerçek düşmanı sınıf mücadelesine savaş açacak olması kuvvetle muhtemeldir.

Ortadoğu’nun kalbi Mısır’da ilerleyen dönemde emekçi sınıflar açısından tek kurtuluş seçeneği sürekli devrim bayrağını kaldırmaktır. Burjuva-kapitalist sistemin onlara vereceği kan, gözyaşı ve sefaletten başka hiçbir şeyi bulunmuyor. Bugüne kadar yüzlerce kardeşini devrim mücadelesinde kaybeden Mısırlı emekçiler hem devrime yapılan darbeye karşı mücadeleyi yükselterek devrim hırsızlarını püskürtmeliler hem de önlerine fren olarak sürülecek burjuva liberallerine kanmamalıdırlar.

Bugün Haziran Direnişi’nin devam ettiği Türkiye’den, isyanın sürdüğü Brezilya’ya kadar milyonlarca emekçinin kalpleri aynı zamanda Mısır proletaryası ve gençliği için atmaktadır. Dünya devrimi için enternasyonalist dayanışmayı yükseltmenin ve kapitalist gericiliğe dur demenin tam vaktidir.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı