Sosyalizm Kazanacak!
/ Derya Koca / Bolşevizmle Stalinizm Arasında: Nazım Hikmet’in Çelişkili Mirası – Derya Koca

Bolşevizmle Stalinizm Arasında: Nazım Hikmet’in Çelişkili Mirası – Derya Koca

on 14 Ocak 2022 - 11:33 Kategori: Derya Koca, Kültür-Sanat, Marksist Bakış Arşivi

Nazım Hikmet, kuşaklar boyu ilham veren bir komünist şair olarak, hak ettiğinden çok daha az tartışılıyor. Şairliğine, ustalığına, on parmağında on marifet sanatçı ruhuna ve en önemlisi de hiç bitmeyen büyük umuduna şapka çıkarmayacak yoktur. Uzun yıllar kendi dilinde yasak olan Nazım, tek başına bu topraklarda ismiyle bir semboldür. Muktedirlerin ve düşmanlarının gözünde komünistliği, şairliğinin ötesine geçmiş; ustalıklı şairliği de komünistliğinin tutkusu ile büyümüş ve serpilmiştir. İçindeki cevheri parlatan ve ona şekil veren devrimci tutkusu ile sarsılmaz umudu; onlarca yılını geçirdiği dört duvar arasında onu büyüttükçe büyütür. Faşizmin devrimci önder Gramsci’yi yargılayan savcısı “yirmi yıl bu beynin işlemesini durdurmalıyız” demişti. Nazım’la aynı kaderi paylaşan pek çok komünist ve aydının susturulmaya çalışıldığı dönemde cezaevleri, aksine bir aydınlar okuluna dönüşmüştü. Şair, ressam, dokumacı, senarist, çevirmen, öykücü Nazım Hikmet, az bulunan çok yönlü yetenekleri ve derinlikli karakteri ile etrafını aydınlatarak, üreterek; yeni sanatçılar yetiştirmek için, garibanların elinden tutmak için, beynini ve yüreğini on yıllarca işletmişti.

Nazım Hikmet’in bir komünist olarak tanınması ve nam salması Türkiye egemenlerinin yoksullardan, sınıf mücadelesinden ve onun ifadesi olabilecek her şeyden ölesiye korkması sayesinde bir hayli hızlı gerçekleşmiştir. Nazım, bir şair ve yazar olarak çok genç yaşta yetenekleri ile göze çarpmaktaydı. Savaş karşıtı cesur hamleler, anti faşist tavır, yoksulların sesi olma inadı ile tutarlı bu genç komünist şair, devletin ağır baskıları neticesinde gittikçe daha büyük bir sembole dönüştü. Nazım, baskılar karşısında üretken ve direngen, her şeyden önemlisi de devrimci kalmayı başararak daha da büyüdü. Nazım Hikmet’in en bilinen yönleri de bunlardır zaten. 

Nazım Hikmet’in en az bilinen yönü ise düşünceleridir. Komünist ama nasıl bir komünist? Nazım Hikmet, devrimler çağının bir evladıydı. Ekim devrimi yükselmiş, insanlığın göğünü yeniden fethetmişti. İşçi sınıfı iktidarı alınmış; devrimler dünyada en sahici olasılık haline gelmişti. Anadolu’nun işgaline karşı yollara düşen genç idealist Nazım, Anadolu’nun başı çıplak yalın ayak geri kalmışlığı ile yüzleşirken savaşın bir avuç bürokratı ve avantacıyı nasıl zenginleştirdiğini bizzat görerek “başka bir yol olmalı” demişti. Ezilen ulusların ve yoksulların iktidarı olan Sovyet ülkesi çabucak gönlünü kazanmıştı Nazım’ın. Ve işte o yollarda Nazım, komünist Nazım oldu. “Beni geldiğim yere Anadolu getirdi” diyen Nazım’ın öyküsünün bundan sonrası pek de tartışılmıyor. Oysa Nazım’ın eserlerini kavramak; kendi sınırlılıklarını ve çelişkilerini görmek için TKP’li komünist olan Nazım iyi bilinmeli. Nazım’ın bir komünist olarak duruşunun anlaşılamaması, aslında pek çok eserini çelişkili, önemlice bir kısmını da anlamsız kılar: İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?, Benerci Kendini Niçin Öldürdü?, Memleketimden İnsan Manzaraları (Manzara) ve Manzaralar’ın bir parçası olan Kuvayi Milliye Destanı (Destan) gibi eserler ancak Nazım’ın tartışmalarının bağlamı bilindiği takdirde bir anlam kazanır.

Türkiye solunun tarihsel gelişimine dair tartışmaların kısır ve niteliksiz olması, Nazım’ın da tartışılmasının önünde bir engele dönüştü. Stalinizmin tartışılmaması ve en temel tarihsel gerçeklerin bile üzerinden atlanması, TKP’yi  ve dolayısıyla da Nazım’ı anlamayı imkansız hale getidi.

Nazım, komünizm davasının bir neferi olarak yazdı. Sanatının felsefesini, dilini, konusunu mücadelenin ihtiyaçları etrafında şekillendirdi. Nazım’ın bir şair olarak gelişiminde bile siyasi tartışmaların izleri vardır.

Mavi Gözlü Komünizm Heyulası

Kemalistinden komünistine, muhalifinden muktedirine herkesin hakkını teslim etmek zorunda kaldığı bu büyük şaire egemenlerin gözünden bakıldığında asla pes etmeyen bir inançlı komünist görür; onu uzun yıllar cezaevinde tutan, kuşakları etkileyeceğinden ölesiye korkan devlet aklına, komünizmin hayaletinin bizzat kendisi suretinde göründüğünü anlayabilirsiniz. Öyle ki; döneminde komünistlerin ciddi bir gücü olmamasına ve her anlamıyla yasaklanmış olmasına rağmen Nazım Hikmet devletin bu korkusunun da yardımı ile Türkiye’de sosyalizm fikri ile neredeyse özdeşleşen bir şahsiyete dönüştü.  Nazım Hikmet’in üst üste davalarla mahkum edilerek komünizm düşüncesi ile özdeşleştirilmiş olması bir bakıma da devletin başarısıydı. Gazeteci Ahmet Emin Yalman, o dönemlerde iktidarı bu haksız mahkumiyet konusunda uyarmaktaydı, çünkü bu tutsaklık devletin istediğinin aksi yönünde sonuçlar doğurarak Nazım’ı daha da büyütmekte ve komünizmin itibarını artırmaktaydı. Kemal Sülker de benzeri şekilde  bu davalar sayesinde Nazım’ın tek başına komünizmin adresi haline geldiğini ifade etmekteydi. Gerçekten de Nazım Hikmet, anti komünist düşmanlığın zulmünden büyük bir pay almış olsa da hem cezaevi yıllarındaki üretkenliği sayesinde, hem de özel karakteri ile okula çevirdiği hapishanede yetiştirdiği isimlerle sosyalizm tarihine damgasını vurdu.

Bu özel insan, ‘68 hareketinin yükselişinden önce yaşamını yitirdi; geriye uzun yıllar ülkesinde yayınlanmamış eserleri kaldı. Nazım’a gün yüzü göstermeme politikası ile yayınlanmayan eserleri, kendisinden sonraki kuşaklara doğrudan hitap etme imkanını elinden almıştı. El altından yayılan kopyalar ve ses kayıtları ile Nazım’ın eserleri elbette biliniyordu, devletin baskısı bunu durduramazdı. ‘68 devrimci hareketinin yükselmesi ile Nazım Hikmet’in gün ışığına çıkarılması ve yayınlanmayan eserlerinin yayınlanması için de uygun bir zemin yakalanmış oluyordu. İşte asıl mesele burada başlıyor: Nazım Hikmetin eserlerinin yayınlanma sıralaması ve yayınlarda kullanılan seçkiler, dönemin ideolojik anlamda hakim düşüncesi olan Milli Demokratik Devrim düşüncesinin taşıyıcısı olan YÖN dergisi tarafından yapılıyordu. İlk yayınlardan sonra Nazım’a karşı devletin yeni reflekslerinin ne olduğu da ölçülmüş oluyor, böylece eserlerinin geri kalanının yayınlanması konusunda da cesaret geliyordu.

Nazım Hikmet bir büyük usta olarak da bir komünist olarak da aslında çok az biliniyor; o dönemin kendi siyasi atmosferinin tartışmaları içinde değil, yayınlandığı dönemin siyasi ihtiyaçları etrafında ele alınıyordu. YÖN dergisi Nazım Hikmet’i ilk kez Kuvayi Milliye Destanı ile okurlara sundu. Derginin Milli Demokratik Devrim (MDD) politikasına büyük uygunluk gösteren Destan, Nazım’ın tanınmasının içeriğini de belirlemiş oldu. Bu tanışma Nazım’ın tek yönlü anlaşılmasını sağladı ve Nazım’ın TKP politikasına muhalefet eden ve kimi noktalarda sınırlı da olsa farklılaşan yaşamını gölgede bıraktı. Öte yandan, yıllar içinde yayınlanmaya devam ettikçe de Nazım’ın farklı yönleri tartışılmadı: SSCB eleştirisi, Stalin eleştirisi, bürokrasi yergileri yokmuş gibi davranıldı ve böylece Nazım sadece ihtiyaç duyulduğu kadarıyla başvurulan bir kaynağa dönüştü. Oysa Nazım gibi ilham veren bir ustanın SSCB eleştirileri ciddi soru işaretleri doğurabilir ve başka kanallar açabilirdi. Bu da Türkiye sosyalist solunun kendi dayandığı ideolojik temellere yönelik sorgulamanın önünü açardı. Onlarca yıldır bu görevden kaçanlar, Nazım’ın da önemli bir yönünü gölgede bıraktılar. Nazım Hikmet, TKP’li bir şairdi ancak kendi gördüklerini de söylemekten çekinmedi: harekete geçemediği ve uyum sağladığı doğrudur ancak Ekim devriminin mirasını birinci elden deneyimleyen Nazım, her şeyi görmekte ve bilmekteydi. Dolayısıyla Nazım eski Bolşevik mayasının getirdikleri ile TKP’nin Stalinizasyon sürecinin getirdikleri arasında sıkıştı. Enternasyonalizm ile milliyetçi/yurtsever tınılar; komünist devrim tutkusu ile Kemalizme ilericilik atfedip CHP’ye yedeklenen 1937 desantralizasyon kararları arasında yürek sıkıntısı yaşasa da eli kolu bağlıydı: uyum sağlayarak devrime katkı sunduğunu düşündüğü yoldan ilerledi. Uzun cezaevi yılları zaten başka bir yola da müsade etmiyordu. Tüm bu çelişkiler içinde Nazım en kaba haliyle bir vatansever, bir milliyetçi ama aynı zamanda da komünist olarak nam saldı. Bu  ideolojik bileşim aslında 60’lardan itibaren solun ideolojik pozisyonuydu ve Nazım Hikmet’in yüzeysel okunuşu bu imajı pekiştirdi. Oysa bu çelişki Nazım’ın değil, TKP’nin çelişkisiydi. Bir komünist olarak Nazım Hikmet’in şiirini şekillendiren TKP politikasının derinlikli bir eleştirisinin varması gereken yer Stalinizm eleştirisine olacağından, bu görev bugüne kadar sümenaltı edildi. Geçmişin bakiyesi ortaya konmadığı ölçüde de Nazım’ın anlaşılması ve doğru anlatılması mümkün olmadı.

Nazım, Türkiye’de olduğu yıllar boyunca bir parti şairi olarak kaldı. Tüm şiirleri, TKP politikasının ifadesiydi. Bu örgütçü şairin hiçbir şiiri tesadüfi seçilmiş konulardan oluşmadığı gibi eserlerindeki hiçbir politik pozisyon da bağımsız tavrı değildi. Bu partili şair olma özelliği nedeniyle Nazım’ın şiirleri üzerinden TKP tarihi ve elbette TKP üzerinden de Moskova’nın politikasını okumak gerekir. Milliyetçilik, Kemalizm, komünizm; ömrünün son yıllarında bürokrasi karşıtlığı ve hayal kırıklığı; geçmişin sanat birikimini reddeden fütürist Nazım’dan geleneksel halk edebiyatının hatta divan edebiyatının sosyalist uyarlamasına uzanan Nazım… Nazım hangisi? Nazım Hikmet’in hangi sanat anlayışını savunduğunu anlamak için bile  Nazım’a bütünlüklü bir biçimde bakmak, yaşadığı çelişkileri ve gelişimi tarihsel bağlam içinde görmek zorundayız. Nazım Hikmet’i “Romantik Komünist”[1] ya da “Tutsak Bolşevik”[2] olarak adlandıran yaklaşımlar Nazım’ı ya gerçekleri görmeyen bir idealist ya da her şeyi bilen ve Türkiye’nin ilk devrimci Marksisti olarak adlandırıyor. İkinci adlandırmanın arkasında neredeyse kendiliğinden/bilinçsiz bir Troçkist iması yer alıyor. Oysa Nazım Hikmet ne Troçkistti ne de gözleri bağlı bir romantik: Bizce Nazım, bu iki idealleştirme arasında kendi çelişkileri ile var olan bir noktada durmaktadır. 

Milli Davadan Komünizm Davasına

Nazım Hikmet, olağanüstülükler içine doğan ve “kahramanlıklar çağı” olarak adlandırabileceğimiz dönemin kuşağındandı. O kuşak ki kapitalist dünya karşısında bir hükmü kalmayan Osmanlı’nın yıkılışını yaşadı. Nazım’ın Osmanlı bürokrasisine dayanan ailesi, onu modernleşmenin nimetlerinden en erken şekilde faydalanan az sayıda şanslı insandan biri yapıyordu. Paşa torunu Nazım; tasavvufla, resimle, şiirle, yabancı dille, askeri okul eğitim ile şekillenen yaşamında Osmanlı bürokrasisinde müstakbel bir aday pekala olabilirdi ancak yaşam onu, döneminin aydın radikalizmi ile tanıştırdı.

Osmanlı’nın Asyatik gelişim çizgisi, burjuvazinin Batı tipi bir sınıf olarak gelişiminin önünde engel teşkil etmiş; Osmanlı’nın tepeden gerçekleştirdiği kapitalistleşme hikayesinde aydınlar ve bürokrasinin özgül ağırlığı fazla olmuştur. Modernleşme ve mücadelede İttihatçı devrimciliğin ilhamı ile büyüyen Nazım Hikmet’in kuşağı tıpkı Rus devrimcilerinin devraldığı gibi bir aydın radikalizmine dayanıyordu. Tevfik Fikret ve Namık Kemal gibi istibdada karşı ses yükselten direngen figürler, bu ilhamı devrimci idealizmle buluşturuyordu.

İstanbul’un işgal edildiği günlerde içi içine sığmayan Nazım ve genç şair arkadaşları 1920’de Anadolu’ya geçerler[3]. Nazım’ın gençlik yıllarındaki politik değişimin tamamına onunla aynı kaderi paylaşarak tanıklık eden Vala Nurettin’in Bu Dünyadan Nazım Geçti kitabı bu dönemlerin ruhunu ve dinamizmini anlamak için eşsiz bir kaynaktır.[4]

Dünya Savaşı denilen emperyalist ateşin ortasında işgale karşı savaşan ateşli genç şairlerin milliyetçilikle sınanmaması mümkün değildi: “İstanbul denizinin içinde, dibinde, kefaldan, uskumrudan, torikten çok denizaltının kaynaması da umurumda değil. Anadolu’ya gidiyorum, Mustafa Kemal Paşaya.”[5]

İşgal karşıtı harekete katılmak, kelle koltukta görev neyse onu yapmak arzusu ile yanıp tutuşan Nazım ve Vala, Bursa’ya öğretmen olarak verildi. Nazım, Anadolu’yu ilk kez görüyor, İstanbul’un dışında ilk kez toplumsal gerçeklerle böylesine karşı karşıya kalıyordu. Anadolu’nun aç, çıplak, çaresiz yoksullarının savaş ortasındaki hali Nazım’ın yaşamında büyük kırılmalara neden olacaktı: “Öküzlerin, eşekterin bu kadar ufak tefek, bu kadar sıska olabileceklerini yol boylarında keşfettim. Çocukların karınları şiş. Bütün yol boyunca, ayakları çıplak olmayan bir tek köylü kadın görmedim.”[6]

Mustafa Kemal’e içten içe hayranlık duyuyor ama işgal karşıtı hareketin halktan ne derece kopuk olduğunu görerek de rahatsızlık duyuyordu. Mustafa Kemal’i ilk kez dinlediği Ankara’da balkondan konuşup halka karışmadan gitmesi Nazım’ın hiç de hoşuna gitmemişti. Nazım’ın hayatının sonlarında, 1962 yılında yazdığı otobiyografik eseri Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, bu kafa karışıklıklarını, kırılma ve değişimleri özetleyen ve Vala Nurettin’in anlatımları ile de örtüşen şekilde bu yıllara ışık tutuyor.

Nazım, siyasetçi ve bürokrat yakınlarının; şair, gazeteci, siyasetçi, yazar çevresinden müteşekkil çevresinin “milli dava”da ne kadar az şey feda edip karşılığında ne büyük kazançlar elde ettiğini görüyor, yaşayarak öğreniyordu. Milli mücadelede sınıflar saflaşıyordu:

“Kastamonu’da İstiklal Mahkemesi bir adamı gözümün önünde on beş yıla mahkum etti, kasabalı, yarı köylü. Rakı çekmiş imbikten. Anadolu’da içki yasağı var. Ankara’ya gittiğinin ertesi akşamı benim teyze oğlu bir ziyafet verdi mebus arkadaşlarına. Sofraya rakı şişeleri gelince sordum

(mahsustan, inadına değil, öyle ağzımdan çıkıverdi) :

– Rakı yasak değil mi? Birini Kastamonu’da on beş yıla mahkum ettiler rakı çekmiş diye.

Teyzeoğlum güldü :

– O yasak bize göre değil.

– Peki ama kanun?

– Kanunu herkese tatbik edersek, yandı ortalık.”[7]

Ankara’da Mustafa Kemal’le buluşturulduğunda heyecan ve hayranlık bir aradaydı. Milli şiirler yazmasını, milli şuurla hareket etmesini salık vermişti Paşa. Ancak Anadolu’da geçirdiği günler, Nazım’a milli davadan başka bir davanın yeryüzüne hükmettiğini de göstermeye başlamıştı. Ve bu yeni yönetici egemenlerin Ankara’sı, hiç de halkıyla aynı dünyayı paylaşmıyordu. Nazım’ın heyecanı  yerini soru işaretlerine bırakıyordu:

Issızdı caddeler:

Belki erken

               Belki geç            

                             belki ölü bir saat,

belki duvarların arkasına çekilmiş hayat.

Yığın yığın

               kat kat

                             mermer

                                beton

                                           ve asfalt.

Ve heykel

           ve heykel

                          ve heykel,

insan yok fakat.

Nazım’ı heykeller değil, gariban halk için yapılması gerekenler heyecanlandırıyordu. İnebolu’ya geçerken kendilerine sıkı sıkı “Mustafa Kemal’in izinden ayrılmayın, Anadolu’da türlü cereyanlarla karşılaşacaksınız, hiçbirine kanmayın” telkinlerinde bulunan tarih hocasının haklılığı çok kısa sürede ortaya çıkmış görünüyordu. Anadolu’da eski düzenin yıkıldığı ve yenisinin doğum sancıları çektiği bir ülkede her olasılık masada idi. Fakir Anadolu’ya Ekim Devrimi’nin rüzgârı çoktan ulaşmıştı. Dünyanın her yerinden Rusya’ya akın akın devrimciler koşuyordu. Ezilen halklar, emperyalizme karşı savaşanlar, sömürülen işçiler, Rusya’da bambaşka bir yaşamın kurulduğunu duyuyor, görüyordu. Söz gelimi birinci Mecliste, Tokat Mebusu Nazım Bey’in (Resmor) başını çektiği Halk Zümresi, yüzünü Rus emperyalizmi altında ezilen Türki memleketlerin özgürleşme ve eşitlik özlemlerine cevap veren sosyalizme dönüyordu. Çerkez Ethem’in Kuvayi Seyyare’si de bu ilhamla doluydu. Yani kurulacak yeni ülke; Batı denilen şeyi (yani emperyalizmi) kapitalistlerin ve para babalarının yolundan giderek mi yenecekti yoksa işgali yenip yoksul köylünün, işçinin hakça yaşayacağı bir yeni düzen mi kuracaktı? Asıl soru buydu. Nazım’ın bir gözü ve bir kulağı Rusya’daydı:

“Bolşeviklerin zengine düşman, fakire dost olduklarını biliyordum. İstanbul gazeteleri, Bolşeviklerin, Rus asilzadelerine, generallerine, tüccarlarına ettikleri akla hayale gelmez işkencelerin hikayeleriyle doluydu. Bolşevik kılıcı artıkları İstanbul’a sığınırlardı. Hiç de öyle işkence görmüş bir halleri yoktu. Kadınları en aşağıdan düşes, erkekleri prensti. Bar, kumarhane işletiyor, sarışın, pembe, tombul karılarını satıyor, tombala oynatıyorlardı. İtilaf kuvvetlerinin Bolşeviklere düşman olduklarını da biliyordum. Lenin’in adını duymuş, fotoğraflarını görmüştüm gazetelerde, bir tanesini karakalem büyütmüştüm de, sevdiğimden filan değil, sınırsız alnına, çok akıllı çekik gözlerine ve hatta çenesindeki bir tutam sakala şaşıp kaldığımdan.”[8]

Büyük Ekim Devrimi, sadece Nazım ve Vala’yı çekimine almamıştı. 100. ölüm yılını andığımız büyük devrimci Mustafa Suphi bu yoldan geçmişti. Suphi, genç ve parlak bir Türk devrimcisi olarak, sürgünde olduğu Rusya’dan 1920’de işgal karşıtı direnişe katılmak ve direniş içinde örgütlenen yoksul halkın geleceğinin nüvesini de çıkarmak için yola çıktığında parolası “Amele ve Rençber Şuraları Cumhuriyeti” idi.  Kemalizm eliyle katledildiği günlerde Nazım, mücadeleye yeni giriyordu. Anadolu’ya maya çalınmıştı bir kere.

Hedefini “milli bir müteşebbis sınıf yaratmak” olarak ortaya koyan Kemalizm, en başından itibaren Batılı bir kapitalist ülke kurmak konusunda net bir programa sahipti ancak şunun da farkındaydı: Bolşevizmin devrimci rüzgarı bütün gariban halkların topraklarına tohumlar serpiyordu. Bu tohumlar toprağa düşmeden yok edilmeliydi. Mustafa Suphiler, 1920’de planlı şekilde katledildiğinde yeni rejim, bilinçli bir hamle ile sosyalizm fikrinin geniş yankı bulacağı Anadolu’da mutlak galip olmaya çalışıyordu: Yeni kurulacak olan memleket işçilerin değil, burjuvaların memleketi olacaktı.

Devrimci kalkışmalardan çıkan Avrupalı sürgün İttihatçılar sert sınıf mücadelelerini bizzat yaşamış, görmüştü. Hatta bunlardan bazıları Almanya’da Rosa Luksemburg ve Karl Liebkneckht’in devrimci kalkışması olan Spartakist ayaklanmasına katılmıştı. Ayaklanmanın bastırılmasının ardından Anadolu’daki işgale karşı mücadele etme isteği ile geri dönen Spartakist Sadık Ahi[9], daha İnebolu’ya adımını atar atmaz Nazım’a ve Vala’ya komünizmin, Marksizmin, devrimci bilincin ilk aşılarını zerk etmişti. Anadolu’da, işgal karşıtı hareketin ortamı bu karşılaşmayla birlikte bir kırılmaya dönüşecekti. Berlin’de mitralyözle çatışmalara giren “pos bıyıklı, kırmızı atkılı ‘Spartaküs Sadık Ahî’”[10] zaten arayış içinde olan iki genç idealistin aklında fırtınalar koparmıştı.  Vala’nın “inançlarımızda büyük depremler oluyordu”  dediği bu dönemde Nazım iyiden iyiye devrimciliğin ateşine artık kapılmıştı.

İnebolu’da gemiden iner inmez Spartakistlerle karşılaşan genç devrimciler için ikinci büyük deprem Bolu’da gerçekleşti. Ağır Ceza Reisi Ziya Hilmi, Rus devriminin açtığı ufukları anlatıyordu. Nazım, duvara çizdiği dünya haritası üzerinde hayaller kurarak çoktan enternasyonalist hayallere dalmış ve davasının “milliliğini” bir kenara bırakmıştı. Emperyalizmin dünya üzerinde yenilmesi ve gariban milyonların bir araya gelerek tüm esaret zincirlerini kırmasından daha çok heyecan veren, daha sahici bir şey olamazdı. Ayakları çıplak, geri bırakılmış fakir Anadolu’nun, bürokrat kesimin önderliğinde kurtulacağına olan inançları sarsılmıştı bir kere. Nazım ve Vala’nın uğrunda ölmeye geldikleri Milli Mücadele ruhu, yerini henüz savaş kazanılmadan ve bitmeden Rusya’ya gitme fikrine bırakmıştı. Artık hedef Batum üzerinden devrimin yurdu Rusya’ydı. 1921’de Nazım, 19 yaşında Bolşevik olmuştu.

“Ne kitaplardan, ne ağız propagandasıyla, ne de sosyal durumum yüzünden geldim geldiğim yere… Beni geldiğim yere Anadolu getirdi. Kıyısından şöyle bir üstünkörü seyrettiğim Anadolu… Yüreğim getirdi beni geldiğim yere…”

Komünist Nazım

Değil birkaç

Değil beş on

Otuz milyon

Aç bizim!

1921-1924 yılları arasında Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde (KUTV) ilk eğitimlerini almıştı Nazım. Dünyanın her yerinden Moskova’ya devrimci fikirleri öğrenmek, yaymak ve devrimi yaşamak için gelenlerle birlikte Nazım, Bolşevizmin ilk devrimci pratiklerini birinci elden yaşıyordu. Enternasyonalizm, işçi iktidarı, anti-emperyalizm, fakir ve geri kalmış halkların burjuvaziye karşı tavizsiz sosyalist programı, Leninizm… Ekim Devrimini Sovyet devrimi yapan her ne varsa Nazım burada öğrenmişti. Aynı zamanda da devrim sonrası sanat dünyasının en canlı, çeşitli ve özgür ifadeleri ile tanışarak tiyatro ve şiir başta olmak üzere kendisini bir sanatçı olarak da geliştiriyordu. Rusya’da bulunduğu üç yıl, Meyerhold’un tiyatrosu, Mayakovski’nin haykıran basamaklı şiirleri, avangard sanatçıların deneysel yaratıcılığı Nazım’da kalıcı izler bırakan sanatsal deneyimlerin ve tartışmaların da okuluna dönüşmüştü.

Nazım ve Vala’nın, Rusya’da devrimin kaderinin çizilmekte olduğu tartışmaların orta yerinde olmalarına rağmen meseleyi tam olarak kavrayamadıklarını Vala’nın anılarından anlayabiliyoruz. 1924’te Lenin öldüğünde başında büyük bir keder ile nöbet tutan Nazım’ın göremediği ve farkına varamadığı tehlike devrimin dışarıdan değil içeriden yenilme riski altında olduğuydu. Devrim dünyaya yayılmamış, bürokrasi yükselişe geçmekte iken Stalin ve Troçki çekişmesi olarak gördükleri tartışmaların aslında devrimin kaderini etkileyen bir ölüm kalım tartışması olduğunu tam anlamıyla kavrayamıyorlardı. Troçki onlar için çok etkileyici bir devrimciydi, Lenin ise büyük bir devrimci lider olarak tartışmasız biçimde devrimin sembolüydü: “Ben ve Nazım, Rusya’ya geldiğimiz günden beri en gözde lider olarak Troçki’yi buluyorduk. Zira epey efsanesi vardı ve yaman konuşmacıydı.”[11]

Nazım’ın 1924 yılına dair anısında uzun uzun Troçki’yi hem kitlelerin gözündeki büyük komutan olarak imajı hem de kendisini etkileyen çok yönlü bir devrimci olarak tasvir ediyordu:

“Doğrusu çok velûd bir muharrir [üretken] bir yazar. Pravda ve Izvestiya gazetelerinde her gün mutlaka bir iki makalesi vardır. Hem de ne garip makaleler. Bazen dünya siyasetinin uzun ve derin bir tahlilini yapar. Bazen Marksizmin en ağır nazariyelerini kucaklar, bazen de “küfretmeyelim” diye nasihat verir. Edebiyat hakkında üç ciltlik yeni bir eser yazdı. Orduya, sevkülceyşe, tayyareciliğe ait mühim kitapları var… Velhasıl temas etmediği mevzu kalmamış gibi… Geçenlerde gençlere ithaf ettiği bir makalede: ‘İlmin granitten kayasını dişlerinizle kemirmelisiniz!’ diyordu…”[12]

“Odamıza, Troçki’nin aslan vücutlu yaman bakışlı bir resmini çivilemiştik” diye anlatıyor Vala. Devrimin doğal önderi olan Lenin ve Troçki’nin adı ile bilinen Ekim Devrimi’nin bu iki genç devrimci üzerinde bu kadar büyük etki bırakması kadar doğal bir şey olamazdı.

Nazım, Rusya’dan Türkiye’ye geri dönerken yine Troçki’yi anmadan geçmeyecekti:

    Senin bir Mayıslarını gördük

       Uğultularla duyduk

                 Kocaman bir çan gibi haykıran Troçki’yi[13]

Türkiye’ye geri dönüp TKP içinde ağır koşullar altında mücadele etmek üzere Nazım Hikmet, yollara düşecektir. Galata’da gazete satan, İzmir’de demiryolcuları örgütleyen, yoksul emekçilerin mücadelesi için şiirler yazan, gazete çıkaran komünist Nazım, baskılar ve yoksulluğu kaçınılmaz olarak dayatan bu hayata göğüs geren genç bir komünist olarak kavgada yerini alır. 1925’te ilk kez hapisle tanışır. Ankara İstiklâl Mahkemesi’nde gizli örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle gıyabında yargılanarak “onbeş yıl küreğe konulma cezası” verilir. Ülkeden ayrılıp Moskova’ya gider. Oradan, meşhur TKP Viyana Konferansına katılır, gıyabında 3 ay hapis cezası daha alır. Ülkeye Hopa’dan girmeye çalışırken ihbar edilir, bir kez daha cezaevine konur, bu mahkumiyeti de kısa sürer. Kaderi, devrimin kaderi ile birdir artık.

1929 yılında ilk şiir kitabı olan 835 Satır yayınlanır. Sertellerin “Resimli Ay” dergisinde çalışarak legal burjuva yayınlarda parti adına propaganda yapma görevini başarılı şekilde yerine getirmeye başlar. Basit bir magazin dergisinden politik tartışmaların odağına oturan sol bir yayın yaratma becerisi Sertellerin işbirliği sayesinde Nazım’ın başarısı olur. Burjuva aydınlar ile sert kavgalara girerek, parlak yetenekleri sayesinde “dikkatleri üzerine çekmeyi” başarmıştır.

Bu tarihten sonra yayınladığı Sesini Kaybeden Şehir, 1+1=1, Jokond ile Si-Ya-U, Varan 2, Gece Gelen Telgraf kitaplarının tamamı dava konusu olur, ancak beraat eder.  1933’te ise “gizli örgüt” kurduğu savıyla Bursa Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan bir davada idamı istenir. Dört yıl ağır hapisle cezalandırılır. 1934’te, Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle çıkarılan aftan faydalanır, serbest kalır. Devlet, kalıcı olarak susturmak üzere devamlı takip ve gözetim altında tuttuğu Nazım’ı uydurma bir askeri isyan davasında yargılar. Askeri öğrencileri isyana teşvik suçlamasıyla açılan  “Donanma” davasında toplam 28 yıl 4 ay ağır hapisle cezalandırılır. Nazım’ın uzun cezaevi yılları böylece başlamış olur.

Hitlerin iktidara geldiği 1933 yılını takip eden yıllar,  Türkçü faşistlerin iplerini salındığı, pek çok sol aydının baskı ile susturulmaya çalışıldığı ağır baskı yıllarıydı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana var olan baskının dozu iyice artıyordu. Nazım bu yıllarda bile anti-faşist propaganda yapmaktan, savaş karşıtı tavır almaktan vazgeçmedi.

TKP İçi Muhalefet ve Tasfiye

Nazım Türkiye’ye  döndüğünde TKP’nin bir militanı olarak yerini almıştı. Nazım, Mustafa Suphiler sonrası dönemde partiye katılmıştı: TKP’nin tarihinde Mustafa Suphilerin Bolşevik TKP’si ile sonrasını iki yarı dünya olarak kabul etmek gerekir. Rusya’daki Stalinizasyona paralel olarak tüm komünist partiler SSCB’nin birer uydusu haline getirilmiş; dünya devrimini savunan ilk kuşak devrimcilere artık bürokratik aygıtın dar çıkarlarını savunan tek ülkede sosyalizm salık verilmeye ve güya ilerici burjuvalarla işbirliği yapmak üzere kendilerini feshetmeye varan bir ihanetler zinciri dayatılmıştı. Bu, Bolşevizmin tüm ilkeleri ile taban tabana zıt bir yöne girmekti. U dönüşünü kabul etmeyen komünistler 30’lar boyunca tüm dünyada tasfiye ve cinayetlerle ortadan kaldırılmıştı. Bu çerçevede partiler bürokratik şekilde doğrudan Moskova’dan yönetiliyordu. Nazım Hikmet, TKP’nin Stalinizasyonu ile çelişkiyi parti içi demokrasi sorunu gibi ele almakta; Şefik Hüsnü’nün partiyi bir müdür gibi talimatla yönetmesi ve partiyi işlemez haline getirmesini bir yönetim sorunu gibi kavramaktaydı ya da elinden başka türden bir muhalefet geliştirme aracı olmadığından, kendisini bu şekilde ifade etmeyi tercih ediyordu.

Mustafa Suphi ve 15 yoldaşın katledilmesi, böyle bir tasfiyeye ihtiyaç duymadan Kemalizm eliyle Bolşevik geleneği boğdurmuştu. Anadolu’daki farklı eğilimlerden sosyalist grupların 1920’de Mustafa Suphi’nin Bolşevik önderliği altında birleşmesiyle oluşan TKP’nin bileşenlerinden olan Şefik Hüsnü, halihazırda zaten burjuvaziye yedeklenmek anlamına gelen aşamalı devrim anlayışından geliyordu. Dolayısıyla Stalinizasyonun sağ ideolojisine uyum sağlamak konusunda herhangi bir zorluk yaşanmamıştı. 1937’ye gelindiğinde iş öyle bir hal alacaktı ki, aşırı sol üçüncü dönem[14] politikalarını takip eden Halk Cephesi politikaları döneminde TKP desantralizasyon kararı alarak kendisini fiilen tasfiye etti çünkü Moskova’dan dikte ettirilen bu politikaya göre:  Kemalizmin ilericiydi,Türkiye’de devrimi gerçekleştirecek bir işçi sınıfı yoktu ve bu nedenle ilerici burjuva gelişime destek olunmalıydı! Desantralizasyon kararı TKP’nin tüm faaliyetlerini sonlandırması anlamına geliyordu: CHP’ye soldan muhalefet etmek ve örgütlerinin içine girmek, temel hedef haline getirildi.

TKP’nin 3. Kongresi 1 Ocak 1925’te Viyana’da yapılır. Nazım, bu kongreye katılır. Bu kongreyle birlikte artık İkinci TKP’den bahsetmenin zamanı gelmiştir. Çünkü Nazım, bir yıl öncesine kadar halen Rusya’da güçlü olan Bolşevik tedrisat ile kan uyuşmazlığı yaşayan parti işleyişine dair rahatsızlığını dile getirerek, asıl TKP olduğunu Komintern’e kanıtlamak için kolları sıvamaktaydı. Stalin’in TKP içindeki nüfuzu ise Kafkas Bürosu’ndaki etkisinin güçlü olmasından kaynaklanıyordu. Rus milliyetçisi reflekslerin ve ezilen uluslara tavrın Lenin hayattayken bir gerilime dönüştüğü yer ilk olarak Kafkas bürosuydu. Gürcü komünistlerin, Sultan Galiyev’in, Mustafa Suphi’nin Türkiye’ye dönüş konusunda bile sorun yaşadığı[15] Kafkas Bürosu doğrudan Stalin’e bağlıydı.

Viyana konferansında, Nazım’ın itiraz ettiği noktaların başında parti içi demokrasi ve Kemalizmle kurulan ilişki  geliyordu. Nazım, Kemalizme tam anlamıyla entegre olmayı kabul etmiyordu. Moskova’nın talimatlarına göre ise Türkiye’de mücadele edecek bir işçi sınıfı bile yoktu,  Kemalizmin halka kısmi bir demokrasi vermesi ilerici bir olaydı, bu yüzden de Kemalizm desteklenmeliydi. Nazım ise demokrasinin kısmi ve geçici olduğunu söyleyerek işçi sınıfının mücadelesinin esas olduğunu ifade ediyordu. Dolayısıyla proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin zaten başlamıştır.[16] Nazım, Kemalizm konusunda yumuşak karınlıdır: ‘biz, Kemalizme anti emperyalist olduğu müddetçe inkılapçı deriz’ diyerek ifade etse de Moskova’nın temsilcisi Şefik Hüsnü’nün tatmin olacağı cevap bu değildir. Daha da vahimi, Moskova’nın otoritesini temsil eden Şefik Hüsnü’ye bayrak açmasıdır çünkü Nazım, parti içi demokrasinin işletilmediğinden yakınacak ve kılıçlar çekilecektir. Kendisine Muhalif TKP diyen, Baytar Salih ve Nazım Hikmet’in de olduğu birçok kişi “Troçkist Polis Muhalefeti” suçlamasıyla tasfiye edilecektir. Daha sonra Baytar Salih Sibirya’da sürgünde ölecektir. Nazım cezaevinde olmasaydı, aynı sonla karşılaşma ihtimali oldukça yüksekti.

“Şimdiye kadar Türkiye’de mevcut komünist hareketi muayyen şahısların etrafında inkişaf eden bir hareket mahiyetini taşımıştır.. Bizim yaptığımız hareket şahısların etrafında olmaktan ziyade fikirlerin etrafında inkişaf edecek olan bir harekettir. Bizim hareketimiz, bizim teşkilatımız Türkiye’de şimdiye kadar vaki olan komünist hareketinden tamamen ayrı bir mahiyettedir… Bizim mazi ile hiçbir alakamız yoktur.. Şimdiye kadar Türkiye komünist hareketinin başında bulunan Doktor [Şefik Hüsnü] gibi şahsiyetler bu hareket için bir bela olmuştur, onu inkişaf ettirmekten ziyade sakim [hastalıklı, yanlış] yollara saptırmışlardır…Kendimizi Komintern’e de tanıtmaya çalışacağız…”[17]

TKP’nin Orak Çekiç gazetesinde yayınlanan isim listesinde Nazım Hikmet açıkça ismi verilerek hain ilan edilmekte; devletin azılı komünist ilan ettiği şair, parti tarafından Kemalizmin parti içine sokulan ajanı olarak karalanmaktaydı.

Nazım, sorunu Şefik Hüsnü’nün kendisinden kaynaklanıyormuş gibi ele almak durumundaydı çünkü Moskova’ya muhalefet gibi bir iddia kendisini hızlı bir biçimde devrim düşmanı olarak bulmasıyla sonuçlanabilirdi; Nazım dünyada ne olup bittiğinin gayet farkındaydı. Ancak bu türden bir muhalefet boyunu aşıyordu.

Muhalif TKP’yi kuran Nazım, ideolojik olarak Komintern’le hiçbir farklılık içinde olmadıklarını; ülkedeki asıl işçiler ve devrimcilerin kendi grubunda olduğunu ve Şefik Hüsnü’nün küçük bir azınlık olarak partiye rağmen partiye hükmetmeye çalıştığını söyleyerek kabul görmeye çalışıyordu. Oysa böyle bir muhalefet dünyanın her yerinde aforoz edilmekle sonuçlanıyor, ağır şekilde tasfiyeler ve cinayetler işleniyordu. Nazım ise Rusya’da karşı devrimin yol aldığını ve Troçki’nin karşı devrimci falan olmadığını bilmesine rağmen kendisini döneme uydurarak ve amiyane tabirle “yamularak” savunuyordu:

“Çağrımız, bir muhalefetin çağrısı değildir. Ne ideolojide, ne de pratikte Komintern’in amaç ve ilkelerine hiçbir itirazımız ve muhalefetimiz yoktur. (…) Biz, sözcüğün tam anlamıyla, Türk Komünist Partisi’nin ana örgütlü güçleri ve gövdesiyiz. (…) Ankara, Adana, İstanbul, Bursa, Trakya, Lazistan gibi Türk bölge örgütlerine mensup yoldaşlar olan bizler, ideolojik ve taktiksel açıdan Komintern’in en bilinçli savaşçıları ve sadık askerleriyiz. Troçkizme ve küçük burjuva hareketlerine fazlasıyla düşmanız.”[18]

Sungur Savran’a göre Nazım, “Komintern saflarına dönmeye çalışmakta, bu yüzden Stalin ve şürekasına taktik kancalar atmaktadır.”[19] Yani Savran, Nazım’ın çok bilinçli bir taktik hamleyle Komintern tarafından kabul edilip Şefik Hüsnü’yü devre dışı bırakmaya çalıştığını söylüyor. Hatta Nazım’a Türkiye’nin ilk Devrimci Marksisti[20] diyor. Bu zorlama yorum, Nazım’ı olmadığı bir siyasi lider şeklinde görme arzusundan kaynaklanıyor olabilir ancak bu duruşun bir gerçekliği bulunmamaktadır. Savran’ın söylediğinin aksine Nazım’ın Komintern’e kendisini kabul ettirmeye çalışması, Nazım’ın SSCB’deki karşı devrimci sürece dair doğru bir kavrayış içinde olmadığını gösterir. Bu durumda yine Nazım’a Devrimci Marksist demek romantize edilmiş bir  portre çizmektir. Dönemin pek çok önemli devrimci ismi bu dönemin gericilik rüzgarında ideolojik gerileme ve teslimiyet içine girmişken Nazım Hikmet’in bu zor dönemde böyle bir görevi tek başına  taşıyor olduğunu öne sürmek fazla iyimser ve iddialı bir yorum. Mayakovski nasıl uyum sağladıysa, eski Bolşevik pek çok isim nasıl sessizce, ama içi sızlayarak çaresizce baktıysa Nazım da en iyi ihtimalle bu durumda olabilir ancak sol muhalefetin mücadelesini ve Troçki’yi karalayan kelimeleri kendisini ispat için kullanmanın bir taktik olmadığını, Nazım’ın bu bilinçli çarpıtmaya dahil olduğunu kabul etmek gerekir. Zaten Nazım ne dediyse ne yaptıysa da Muhalif TKP Komintern tarafından tasfiye edilmiş; Nazım partiden atılmıştır. Bu sabıka onunla ömür boyu gelecektir. 13 yıl cezaevinde yatıp uluslararası kampanya ile özgürlüğüne kavuştuktan sonra Rusya’ya gittiğinde kendisine yurttaşlık ve pasaport bile verilmemiş; her adımı gözlenmiş ve “hareketlerine dikkat etmesi gerektiği konusunda” açıkça uyarılmıştır.

Komünist Enternasyonal’in 1928 yılında toplanan 6. Kongresi’nde, TKP adına konuşan Fahri (Ali Cevdet) Kemalizm hakkında şu değerlendirmeleri yapıp Komintern’in sağa dönüşlerine muhalefet eder:

“Kemalist burjuvazi tamamen karşı-devrimci bir konuma gelmiş oldu. (…) Kemalistler şimdiden emperyalist burjuvazi ile örneğin İtalya kapitalizmiyle anlaşmalar yapmaktadır. (…) Türkiye’de çalışan yığınların önünde Kemalistleri ülkenin bağımsızlığına ve devrime ihanette bulunmuş hainler ve karşı-devrimci bir sınıf olarak teşhir etmeli ve Kemalist burjuvaziye karşı işçi ve köylülerin devrimci savaş cephesini oluşturmalıyız. Kemalizme ve onun Sovyetler Birliği’ne yönelik savaş hazırlıklarına karşı bitmez tükenmez, yorulmak nedir bilmeyen bir savaşıma girmeliyiz.”[21]

Ali Cevdet, 1936 yılında Stalin’in bizzat imzaladığı ölüm fermanıyla katledilmiştir ve bu sol muhalefetin bedelini canı ile ödemiştir. Nazım’ın hayatta kalmasının nedeni ise Kemalizmin zindanlarında olması ve giderek büyüyen bir şair olarak dünyanın her yerinde sevgi ve saygı ile karşılanmasıdır.

Nazım’ın oğlu Memet Fuat’ın ifadeleriyle Nazım, bu serüvenden vazgeçtikten, siyasal yaşamdan bütünüyle uzak bir komünist şair kimliği kazandıktan sonra, hatta cezaevi yıllarında bile, Sovyetler Birliği’ne bağlı komünist örgütlerce benimsenmemişti. 1938’de cezası altı ay ertelendiğinde,  1951’de askere çağrıldığında bile, TKP onu yurt dışına çıkarmaya yanaşmamıştı.[22] Daha da ötesi, Nazım tutukluluğunun uzun yıllarından sonra özgürlüğü durumunda Rusya’ya değil, Avrupa’ya gitmeyi planlıyor, düşünüyordu. Kısacası Nazım, gerçekliği içi acıyarak kabul etmiştir fakat gönülden inandığı şey şuydu: herkesçe bilinen komünist şair yine de gönülden inandığı SSCB için, devrim için, işçi sınıfı için yazacak, üretecekti. Partiye dönmeye çalışsa da başarılı olamayacaktı. 1933’te tutukluluğu başlayan Nazım, Kemalizmin zindanlarında uzun yıllarını geçirecek ancak ne umutsuzluğa düşecek ne de inancından bir şey yitirecekti.

Kemalizm Meselesi

“İstiklal Mahkemesi’nde bizimkiler. Onbeşlerin kemikleri de Sürmene açıklarında, Karadeniz’in dibinde …” Nazım Hikmet, kendisini 13 yıl cezaevinde süründüren, Mustafa Suphileri katleden rejimi elbette gayet iyi tanıyordu.

Suphilerin cinayetinin zanlısını “burjuva Kemal” idi: “motoru taşlıyorlar/ son perdeye başlıyorlar!/ burjuva kemal’in omuzuna binmiş /kemal kumandanın kordonuna / kumandan kahyanın cebine inmiş / kahya adamlarının donuna / uluyorlar”

Ne var ki Nazım, TKP’nin disiplinine de sadıktı. Politikasına sadık kalmayı, devrime sadık kalmak olarak anlıyordu: TKP’nin ilerici hatta devrimci olarak gördüğü Mustafa Kemal’e saygıda kusur etmiyordu. İleriki yıllarda da utanç verici şekilde Nazım Hikmet Mustafa Kemal’den “başvurabileceğim en devrimci baş sensin” diyerek donanma davası iftiralarının düşürülmesini eğilip bükülerek istiyordu.

Bu malzemeyi sunması elbette Nazım’daki milliyetçi nüvelerin kaynağı olan TKP’nin ideolojik konumuna götürülmelidir. Söz gelimi Ermeni soykırımı bir tabu olduğu zamanlarda Nazım, şunları yazmıştır:

Affetmedi bu Ermeni vatandaş

Kürt dağlarında babasının kesilmesini

Fakat seviyor seni çünkü sen de

Affetmedin

Bu karayı sürenleri Türk halkının alnına

Aynı Nazım Kuvayi Milliye Destanı’nı yazarken Dersim katliamından tek kelime söz etmemiştir. Eğer Nazım kuru bir milliyetçi olsaydı Ermeni halkının acılarına da aynı mesafeyi gösterirdi. İşin özü yine TKP’nin Kemalizmle kurduğu ilişkiye geliyor: Ermeni soykırımı, 1916’da yani cumhuriyetin kurulmasından önce gerçekleştiği ve Kemalizm soykırımda doğrudan sorumluluk kabul etmediği için üzerine şiir yazılması dönemin politikalarınca sorun olmazken; Kemalizme tam destek veren TKP’nin şairinin 1938’de doğrudan Kemalizm eliyle yapılan katliama ses çıkarması ipleri atmak anlamına gelirdi. Nazım, bilinçli bir tercihle susmaktadır.

Kuvayi Milliye Destanı’nı, Nazım’dan yayınlanacak ilk eser olarak yayınlayan YÖN’ün aksine Nazım Hikmet, Destan’ı Manzaralar’ın bir parçası olarak görmüştür. Üstelik ayrı olarak yayınlanması talep edildiyse de kabul etmemiş; iktidara yaltaklanma şeklinde algılanmaması ve kendisinin basit bir milliyetçi şair olarak af diler konumda gösterilmemesi için paraya çok ihtiyaç duyduğu günlerde bile bu fikre yanaşmamıştır. Destan’ın en tartışılan kısmı, TKP’nin Kemalizmle arasının en iyi olduğu zamanlarda yazılmıştır. Eserde Mustafa Kemal, Ergenekon destanından bir milli karakter olarak resmediliyordu:

Dağlarda tek

                             tek

                             ateşler yanıyordu

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam

nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden

güzel, rahat günlere inanıyordu

ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında

birdenbire beş adım sağında onu gördü.

Paşalar onun arkasındaydılar.

O, saati sordu.

Paşalar: “Üç” dediler,

Sarışın bir kurda benziyordu.

Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

Yürüdü uçurumun başına kadar,

eğildi, durdu.

Bıraksalar

İnce, uzun bacakları üstünde yaylanarak

ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

Kocatepe’den Afyon ovasına atlayacaktı.

 Nazım’ın en büyük ve eşsiz eseri manzaralar metni içindeki hali ise şöyledir:

Dağlarda tek

                             tek

                             ateşler yanıyordu

Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki

şayak kalpaklı adam

öcalıcı, güzel ve rahat günlere inanıyordu

Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu mavzerin yanında,

Kocatepe’de gözetlemek yerinde…[23]

Nazım’daki Kemalizme yönelik sempatik tonun, eser tamamlandıkça Kemalizm’le mesafeli bir tona dönüştüğü görülebiliyor.

Kuvayi Milliye Destanı esasen Manzaralar’ın bir kısmıdır. Bu eserde Nazım Anadolu’dan 150’den fazla karakteri çoğu zaman haberlere, gerçek kişi ve olaylara dayandırarak, ülkenin sınıfsal gerçekliğini elinden gelen tüm biçimlerde ifade etmeye çalışmıştır. Memleketimden İnsan Manzaraları, Asım Bezirci’nin de belirttiği gibi; hikaye, oyun, tarih, roman, anlatı türlerinden birtakım çizgiler taşısa da tümüyle hiçbirine indirgenemeyecek kadar özgün bir eserdir.[24] Ve bu özgün eserin yoğun bir sınıfsal karşılaşma içeriği de vardır.

Destan, Haydarpaşa Garı’na gelen Galip Usta ile başlar. Gazete haberleri, gerçek insanlar, tarih kitapları, yaşadıkları ile donatılmıştır. Söz gelimi, eserde anlatılan karakterlerden biri de Kartallı Kazım’dır.  Kartallı Kazım, gerçek adıyla İbrahim Göleber, Nazım’ın cezaevinden arkadaşıdır. Milli Mücadele kahramanı olarak heykeli bile dikilen Kazım basit bir suçtan cezaevine düşmüş ve Bursa’da Nazım’la tanışmıştır. Kazım garibandır; devletlüler gibi zenginleşmemiş, mala mülke konmamıştır: 

“Dövüştü pir aşkına,

Yaralandı birkaç kere

Ve saire

Ve kavga bittiği zaman

Ne çiftlik sahibi oldu,

ne apartıman.

Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı,

Kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…”

Nazım, Manzaralar’da hayran olunacak bir ustalık ortaya koymuş ve derin sınıfsal çelişkileri sanatın imkanlarını zorlayan bir ustalık eseriyle birleştirmiştir. Yine de Kemalizme duyduğu saygıyı kenara atamamaktadır. Mustafa Suphilerin aldığı tavır ile Nazım’ın tavrı arasındaki fark, iki TKP arasındaki fark kadardır.

Şairliğin Devrimcisi

“Şaştım, korktum, sevdim, bayıldım ve bütün bunları başka türlü yazmak gerektiğini sezdim, ama yazamadım. Daha büyük sarsıntı gerekti.”[25] Nazım 19 yaşında romantik, milliyetçi, idealist bir şair olarak Anadolu’ya geçtiğinde şairliğinde de büyük değişimler yaşandı. Kim için ve nasıl yazmak gerektiğini kestirmeye çalışıyor; bu konuda da en büyük okul Rus devrimi oluyordu. Şairliğini ve ustalığını Ekim Devriminin ilhamına ve açtığı büyük ufuklara borçluydu. Şekil ve içerik tartışmalarını, yaşamı boyunca kendi özgünlüğü içinde kitlelere ulaşmanın yollarını ve içeriği en iyi anlatacak biçimi aramaya devam ederek kendisini geliştirdi. Nazım’ın ilhamı devrimdendi ama bağımsız bir sanatçı gelişimiyle ustalaştı. Başka türlüsü de ustalığın doğasına uymazdı zaten.

Cumhuriyetin ilk kuşak şairlerinden Nazım, 20’ler ve 30’larda verdiği sanat mücadelesi ile geçmişin kalıplarını kıran devrimci bir şiir anlayışının ilk taşıyıcısı olmuştu. Genç Nazım Rusya’da Fütürizmle tanışmıştı. Devrimi sadece ideolojik niteliği ile değil, aydınların devrimde oynadığı rol ile de deneyimleyen Nazım, bir şair olarak da kavgaya girdi.  1928’de SSCB’den Türkiye’ye döndü, 1929’da Resimli Ay dergisinde başlattığı “Putları Yıkıyoruz”[26] kampanyası ile serbest şiirin ve sosyalist şiirin savaşını da başlattı. Nazım, şiiri sadece biçim olarak baştan yaratmadı; farklı türleri bir araya getiren, sıradan insanın, emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin, tarihin anlatılmayanlarını da anlatan ilk Türkçe şairi oldu. Kendi dilinde, sansürlü de olsa 1929-1936 arası şiirlerini yayınlayan Nazım’ın son yayınlanan eseri ise 1938’de yayınladığı muazzam eseri Şeyh Bedrettin Destanı oldu.

1938’de donanma davası gibi ağır bir davada yargılanması, dönemin anti komünist atmosferi ve dünyada faşizmin yükselişi, Nazım’ın eserlerinin gün yüzüne çıkmasını engelledi, eserlerini bulmak neredeyse imkansız hale geldi ve bu durum 1965’e kadar sürdü. Nazım’ın bu büyük şiir devrimi kendisinden sonraki kuşaklara aktarılamadı. Nazım’ı kuşaklardan koparma operasyonu o denli başarılı oldu ki modern şiirdeki yenilik hareketleri 1941’de yayınlanan Garip (kimilerine göre birinci yeni) ve 50’lerin ikinci yarısında ortaya çıkan İkinci Yeni[27] olarak adlandıran edebiyat tarihçiliği, Nazım’ın üstünden atlayıvermişti. 

Nazım’ın etkisi ancak ilk kez yeniden yayımlanabildiği 1965’ten sonra ortaya çıkacak; 1940 kuşağı denilen ve Nazım’ın artık yasaklı olduğu yıllarda yazmaya başlayan şair kuşağı Orhan Veli’yi örnek alacaktır.

Nazım Hikmet’i ilk kez yayınlayan YÖN, kendi politik ihtiyaçları doğrultusunda bir Nazım Hikmet çizerken, dönemin sanat tartışmaları konusunda Nazım, toplumcu gerçekçi kalıpların kendisini doğrulama tahtası olarak kullanılmıştı.  Hatta, katı bir toplumcu gerçekçi anlayışın sembolü olarak bol imgeli şiirin temsilcisi gibi gösterilmiş; İkinci Yeni’ye karşı savaş açmak için Nazım Hikmet’e başvurulmuştur.[28] Şiirin mahiyeti üzerine Nazım Hikmet’in bir örnek olarak sürüldüğü bu tartışmanın esas ilginç kısmı ise o tarihte henüz Nazım’ın külliyatının bütünüyle yayınlanmamış olmasıdır. Afşar Timuçin, Nazım’ın şiirin kaynağı olarak değil sembolü olarak görülmesine işaret ediyor: “Nazım Hikmet 1960’tan sonra ülkemizde ya da ülkesinde tanınır oldu. Biz onun şiirlerinden ne yazık ki beslenemedik. Özellikle 1940 ve sonrası doğumlular. Çünkü o bizim şiire başladığımız yıllarda iyiden iyiye yasaktı […] Nazım Hikmet anılan bir şairdir ama anlaşılan bir şair olmadı yazık ki, bütün apaçıklığına karşın… Ondan yeterince yararlanılamadı. Bu yüzden o bir simgedir, bir kaynak değil. Bana öyle geliyor ki onun değerini geleceğin genç insanları bilecek.”[29]

Nazım’ın üslubu, cezaevi koşulları altında ve sanatının kitlelere ulaşması için edebiyatın tüm imkanlarını seferber etmiştir. Bu yönüyle Nazım’ın sanatçı kişiliği büyük oranda SSCB’den etkilenerek ancak ondan bağımsız şekilde gelişmiştir. Zaten 1951’de SSCB’ye gittiğinde okudukları, gördükleri hiç de hoşuna gitmeyecektir. Devrimin en ateşli yıllarında Rusya’da bulunmuş ve devrim kavgasına Bolşeviklerin arasında başlamış olan Nazım için hayatının son yılları derin üzüntü ve hayal kırıklığı ile geçmiştir. Sovyet devrimi ülkesi yalnızca Stalin’in demir yumruğu tarafından yönetilmekle kalmamış, halk yoksullaşmış, Ekim devriminin ruhu ve programı ile birlikte tüm yaratıcı deneysel sanatı toplumcu gerçekçilik adı altında yok edilmişti. Nazım, eski dostu Yıldız Sertel’e SSCB ile ilgili “Bunlar faşizme gitmişler” diyecek kadar sertleşmiştir.[30]

Rusya’ya gittiğinde kendi şerefine Yazarlar Birliğinin verdiği yemekte yaptığı konuşma Nazım’ın 13 yıl zindandan sonra Rusya’da yaşadığı hayal kırıklıklarının özetidir:

“Sevgili Dostlar,

Ben hapisteyken Rus tiyatrosunu hayal ederdim. Rusya’da 1920’lerin başında devrimci sanatın, tiyatronun serpilip gelişmesini hatırlardım. Meyerhold’un Mayakovski’nin tiyatrosunu hatırlardım. Fakat buraya gelince korkunç hayal kırıklığına uğradım. Çünkü gördüğüm kadarıyla, bu büyük deneysel sanat tamamen çökmüş, yerine sizin ‘sosyalist gerçekçilik’ dediğiniz, sosyalizmle de gerçeklikle de ilgisi olmayan bir sanat türetmişsiniz. Siz bu kurmaca hayata ‘cennet’ diyorsunuz.”[31]

İşin ucunda kurşuna dizilmek, zehirlenmek, cezaevine atılmak varken[32] Nazım, kısa süre içinde çok da konuşmaması gerektiğini hissedecek, Stalin ölene kadar eleştirilerini içinde tutarak ancak zor durumda kalırsa başına bir şey gelmemesi için, inanmadığı sözler ederek durumu idare edecekti.[33] Stalin öldüğünde ise nihayet öldü dercesine satırlar kaleme alacak[34]; Komintern’e muhalefet ettiği için kurşuna dizilen Doktor Cevdet için şiir yazacak; bürokrasi zehrini tiyatro oyunu İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu oyunu ile sahneye koyarak suskunluğunu sert eleştirilerle sonlandıracaktı. Ne var ki Kruşçev, sistemin ayakta kalabilmesi için tüm eleştirilerin yalnızca Stalin’e yönelmesini istiyor, sisteme yönelen ya da bürokratik rejimi hedefe koyan herhangi bir tavrı halen tehlike olarak görüyordu. Oyun, 1 Mayıs 1957 günü Moskova Yergi Tiyatrosunda sahneye kondu. Bir tek gece oynadıktan sonra bir gerekçe gösterilmeden atlı polislerce sahnenin etrafı sarıldıktan sonra sahneden kaldırıldı. Bu olay Nazım Hikmet’i bunalıma soktu. O dönemki hayat arkadaşı Galina’nın ifadesine göre aynı gece Nazım fazla sayıda uyku ilaçları içerek adeta intihara teşebbüs etmek istemiş ama görünen o ki yapamamıştı.[35]

Sonuç

Nazım Hikmet, bu toprakların başeğmez devrimci geleneğinin bir sembolüdür; sayısız insanın mücadeleye sempati duymasında tek başına rolü vardır.  Bolşevik gelenek ile TKP geleneğinin Stalinizasyonu arasında sıkışıp kalmış; kimi yönleri ile uyum sağlamış kimi yönleri ile uzlaşmaz bir devrimci olmaya devam etmiştir. Nazım’ı olmadığı biri gibi göstermeye ihtiyacımız yoktur. Nazım’ın doğru okunması; Ekim devrimi tarihinin ve TKP geleneğinin doğru okunabilmesi olmadan mümkün değildir. Nazım, partisi ve mücadelesi ile Nazım’dır. Ne kusursuz bir devrimci muhalif ne de gerçeklerden kopmuş bir romantiktir. Nazım, çelişkileri ile büyük ustamızdır.

Referanslar

[1]             Saime Göksu  ve Edward Timms. Romantik Komünist. İstanbul: Doğan Kitap, 2007.

[2]             Sungur Savran, “Tutsak Bolşevik: Nâzım Hikmet ve Stalinizm”, Devrimci Marksizm, sayı 20,. İlkbahar 2014.

[3]             Nazım ve Vâlâ Nurettin, Yusuf Ziya (Ortaç) ve Faruk Nafiz (Çamlıbel) ile yolculuğa çıkmış ancak iki isim, yeni Ankara rejimince sakıncalı görülerek Anadolu’ya sokulmamıştı. Nazım ve Vala’nın referansları ise Adıvarlardı. Milli şairler olarak tanıtılmış, yol masrafları da bizzat Halide Edip tarafından karşılanmıştır.

[4]             a.g.e. sf.44

[5]             Nazım Hikmet, Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, Adam Yayınları, 1992

[6]             a.g.e. sf.51

[7]             Saime Göksu  ve Edward Timms. Romantik Komünist. İstanbul: Doğan Kitap, 2007.

[8]               a.g.e. sf. 55-56.

[9]               Spartakist Sadık Ali, 1944-49 yılları arasında CHP milletvekili olan Mehmet Sadık Eti’dir.

[10]              Va-Nu, sf. 58

[11]              a.g.e. sf 297

[12]            Komintern Belgelerinde Nâzım Hikmet, der. Erden Akbulut, İstanbul: TÜSTAV, 2002

[13]            Va-Nu, sf.308

[14]              Ekim Devriminin zaferi ile başlayan ve Alman devriminin yenilgisi ile sonuçlanan birinci dönem devrimci kabarış dönemi olarak tarifleniyordu. Dünya devrim dalgasının yenilmesi ile birlikte kapitalist istikrar ve geri çekilme döneminin (1923-1928) olduğu ikinci dönemi, 1929 krizinden sonraki dünyada devrimlerin önünü açan üçüncü dönemin takip ettiğini iddia eden Moskova, önce sol sonra sağ savrulmalarla büyük bir fiyaskoya neden oldu. Üçüncü dönemde ortaya çıkan faşizm tehlikesi küçümsendi; “proletaryanın tek öncüsü komünistlerdir ve asıl tehlike sosyal demokratlardır” denerek sosyal demokrat işçiler ile devrimci işçilerin sokakta faşizme karşı birleşmesi engellendi. Sosyal demokrasinin sosyal faşizm ilan edilmesiyle işçi sınıfının birleşmesine karşı çıkan Moskova bu sefer de sağa savrularak faşizme karşı burjuvazi ile işbirliğini savunan halk cephesi politikasına geçti. Türkiye’de bu politikanın sonucu CHP’nin içine girmek, Kemalizm’e karşı olur olmaz biçimde devrim falan dememek ve böylece Kemalizmin Almanya’ya yanaşmasını engellemek iddiası oldu. Dünyanın geri kalanında ise Almanya, İtalya, Yunanistan ve İspanya’da devrimler bu kılıf altında ihanete uğratılıyordu.

[15]            Bkz: Ahmet Kardam, Karanlıktan Aydınlığa Mustafa Suphi, İletişim Yayınları, 2020. Bu konudaki tartışmaları derinlikli biçimde ele alan ve Stalinizmle erken dönemde çelişkiler yaşayan Suphi yoldaşların doğru şekilde anlatılmasına yeni belgelerle  katkılar sağlamıştır.

[16]            Erden Akbulut, Komintern Belgelerinde Nazım Hikmet, TÜSTAV, İstanbul,2002, s. 70-71.

[17]            a.g.e.  s.123-124

[18]            a.g.e.

[19]            Savran, s.56.

[20]            Savran, s.61.

[21]            Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar-II (1925-1936), BDS Yay., İstanbul, 1992, s. 164-165.

[22]            Memet Fuat,  Nazım Hikmet. Adam Yayınları,İstanbul, 2000. s. 562.

[23]            Irmak, Erkan. Kayıp Destanın İzinde Kuvayi Milliye ve Memleketimden İnsan Manzalararı’nda Milliyetçilik, Propaganda ve İdeoloji. İstanbul: İletişim Yayınları, 2011.s. 233.

[24]            Asım Bezirci, Nazım Hikmet: Yaşamı, Şairliği, Eseri, Sanatı, Evrensel Basım Yayın, İstanbul 2007.

[25]            Nazım Hikmet, Yazıları. İstanbul: Koza Yayınları, 1976, s.26.

[26]            Resimli Ay dergisinin iki sayısı boyunca Abdülhak Hamit Tarhan, Mehmet Emin Yurdakul ve Yakup Kadri’ye karşı açılan edebiyat savaşının arkasındaki temel tartışma, geçmişin tüm geleneksel edebi yöntemlerini reddetmek ve iktidarın/muktedirlerin dümenindeki sanatçılara yönelik  eleştiri yükseltmek ve cumhuriyetin devrimci aydın geleneğini oluşturmaktı.

[27]            Asım Bezirci (2005)’ye göre, bu adlandırma, Cumhuriyet öncesinde başlayan şiirde yenileşme hareketlerini dışarıda bıraktığı için de yanlıştır. Toplumsal ve sanatsal birikimi cumhuriyet tarihi ile başlatmak, Nazım’ın kuşağını da içine alan kuşağı tarih dışına itmektedir. Bu sebeple, 1950’lerde ortaya çıkan İkinci Yeni adlandırması büyük bir hatadır: Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecri Ati, Hececiler, Yedi Meşale, Toplumcu Gerçekçiler ve Garipçiler sıralamasında İkinci Yeniciler olsa olsa Sekizinci Yeni olabilir.  Ne var ki  bu yaklaşım da kendi içinde sorunludur çünkü Nazım Hikmet’in ve Garip’in şiir anlayışı burjuva sanattan bir kopuş ifade etmesi; bütünüyle yeni bir şiir anlayışı ortaya koyması; deyim yerindeyse şiirin tanımını değiştirmesi nedenleriyle ayrı bir yerde tutulmalıdır. Nazım, Türkçe şiirin ilk devrimcisidir. Garip’in yükselişi, Nazım’ın açtığı yoldan mümkün olmuştur.

[28]            Armağan, Yalçın. «Nazım Hikmet İkinci Yeni’ye Tokat mı Attı?» Şiir Dünyadan İbaret:Nazım Hikmet Üzerine Yeni Çalışmalar. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2019. 218-236.

[29]            Akyıldız, Olcay ve Murat Gülsoy . Şiir Dünyadan İbaret Nazım Hikmet Üzerine Yeni Çalışmalar. İstanbul : Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2019. sf 185..

[30]            Can Dündar, Nazım Hikmet Belgeseli, 2004.

[31]            a.g.e.

[32]            Sıkı Stalinist, eski TKP’li Nail Çakırhan aynı belgeselde şu cümleleri kuruyor: “darmadağın ederler insanı, kolay mı Stalin zamanında SBKP’nin kararları dışına çıkmak? Sibirya’ya da gider, kurşuna da gider. Nitekim kurşuna giden olmadı değil ki. Doktor Cevdet kurşuna dizildi. Sibirya’ya gönderilen bir sürü insan var o sırada. TKP’den belki 200 kişi.”

[33]            Memet Fuat,. Nazım Hikmet,Adam Yayınları, İstanbul, 2000, s. 614.

[34]            taştandı, tunçtandı, alçıdandı, kâattandı iki santimden yedi metreye kadar./ taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan çizmeleri/ dibindeydik, şehrin bütün meydanlarında./ parklarda ağaçlarımızın üstündeydi; taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gölgesi/ taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan bıyıkları lokantalarda içindeydi çorbamızın / odalarımızda taştan, tunçtan, alçıdan ve kâattan gözleri önündeydik. / yok oldu bir sabah! / yok oldu çizmesi meydanlardan / gölgesi ağaçlarımızın üstünden/ çorbamızdan bıyığı / odalarımızdan gözleri / ve kalktı göğsümüzden baskısı binlerce taşın tuncun alçının ve kâadın”

[35]            Can Dündar, Nazım Hikmet Belgeseli, 2004.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı