Home / Yazarlar / V. U. Arslan / Sınıf Hareketinin Karanlık Dönemi: 12 Eylül Darbesi – V.U. Arslan

Sınıf Hareketinin Karanlık Dönemi: 12 Eylül Darbesi – V.U. Arslan

12 Eylül 1980 Türkiye tarihinin en önemli dönemeçlerinden birisidir. Egemenlerin gerçekleÅŸtirmek istedikleri neoliberal modele geçiÅŸin önündeki en önemli engellerden birisi olan iÅŸçi sınıfı mücadelesini ve devrimci hareketi ezmek için baÅŸvurdukları 12 Eylül darbesi sonraki kuÅŸakların hafızasında derin izler bıraktı. Darbeden sonra devrimciler ve iÅŸçi sınıfının örgütlü kesimleri üzerinde kurulan baskılar, iÅŸkenceler, idamlar ve zindanlar egemenlerin sol hareketi tümüyle yok etmek amacıyla kaçınmadan devreye soktukları araçlar oldu.

Emekçi sınıfları vahÅŸi kapitalizmin en ağır saldırısına mahkum eden, ülkeyi bir iÅŸkencehaneye çeviren ve uzun yıllar gitmeyecek bir yılgınlık hissi bırakan 12 Eylül rejimi üzerinden geçen 39 yılın ardından bile öfkeyle anılmaya devam etmektedir. 12 Eylül’ün acıları onun yarattığı yıkımın altında kalan kuÅŸaklar tarafından günden güne aktarılmaktadır. Yenilgi psikolojisi mücadeleye atılan veya devrimci mücadelenin içerisinde yer alabilecek yeni nesillerin bilinçlerinde de yer etmektedir. Bugün örgütlenmenin önünde duran en büyük engel bu psikolojidir ve bunun aşılması ancak 12 Eylül’ün siyasal sonuçlarının, yenilginin nedenlerinin tutarlı bir ÅŸekilde sorgulanabilmesinden geçmektedir.

1970’lerde kapitalizmin altın çağı sonlanmıştı. 1970’lerin ilk yarısında patlak veren bunalım döneminin ana hatlarını kar haddindeki azalma oluÅŸturuyordu. Sermaye de stratejisini buna göre belirledi. Bu strateji gereÄŸince “kemer sıkma” yani ücretlerin düÅŸürülmesi, istihdam güvencelerinin gevÅŸetilmesi, sosyal devlet harcamalarının geriletilmesi ve buna benzer yollarla kar haddinin toparlanmasını saÄŸlanacaktı. Bir baÅŸka deyiÅŸle bunalımın yükü iÅŸçilere ödetilmeye çalışılıyordu. Bu politikaların uygulanması içinse iÅŸçi sınıfının eylemliÄŸini kırmak ÅŸarttı. Sermayenin uluslararası niteliÄŸi ve krizin boyutları düÅŸünülünce çözümün tek bir ülkeyle sınırlı kalması beklenemezdi. Kriz Latin Amerika’ya, Uzak Asya’ya da sıçradı. Dolayısıyla kemer sıkma ve uyum politikaları tüm dünyada yaygınlaÅŸtı. Neoliberal politikaların hayata geçmesi için burjuvazi tarafından uygulanan politikalar; Amerika ve Avrupa’da iÅŸçi örgütlerinin zayıflatılması ve uygulanan ideolojik kuÅŸatmadan, Türkiye gibi ülkelerde 12 Eylül rejimine benzer rejimlerin –Åžili’de Pinochet rejimi gibi- vahÅŸi yöntemlerine kadar geniÅŸ bir yelpazeyi kapsar. Yani 1980’de Türkiye’de yaÅŸananlar dünyadaki genel geliÅŸmelerden bağımsız deÄŸerlendirilemez.

Kapitalizmin durgunluk eÄŸilimi Türkiye’ye 1977’de sıçradı. Devlet desteÄŸine dayalı, iç pazara dönük ithal ikameci sermaye birikimi modeli yerli sermayenin ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak bir hal almıştı. Uluslararası sermaye ve yerli sermayenin çıkarları Türkiye’nin emperyalist pazara tam entegrasyonundan geçiyordu. Ancak bu yeniden yapılanmayı, keskin dönüÅŸümü iÅŸçi sınıfının yoÄŸun mücadelesine raÄŸmen gerçekleÅŸtirmek mümkün deÄŸildi. Bunun için gerekli sert müdahale 12 Eylül’de ordu tarafından gerçekleÅŸtirilecekti ve 12 Eylül darbesinin sınıfsal açıdan hangi noktada durduÄŸunun en yalın ifadesi kendini Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu BaÅŸkanı Halit Narin’in ÅŸu ifadesinde bulacaktı: “Bugüne kadar biz aÄŸladık onlar güldü; ÅŸimdi sıra bizde.” Yeni model tartışmaları 1978’in ortalarına doÄŸru iyice ayyuka çıkmıştı. Bu yeni model çerçevesinde iÅŸçilerin sosyal haklarının geri alınması, ücret ve maaÅŸlarda önemli ölçüde gerilemeye gidilmesi zorunluydu. Bunun yanında sınıf hareketi iyice yükselmiÅŸti ve sosyal haklarda böyle bir duraklamaya fiilen izin vermiyordu.
Türkiye’de sınıf mücadelesi 1960’lardan itibaren gözle görülür bir canlılığa ulaşıyordu. 68 hareketinin tüm dünyayı saran rüzgarı Türkiye'de de gençlik hareketinin tepe noktasına ulaÅŸmasını saÄŸlamıştı. TİP kurulup parlamentoya girmiÅŸ; iÅŸçi sınıfının yoÄŸun mücadelesinin bir sonucu olarak DİSK kurulmuÅŸtu. 1970 yılında sendika bürokrasisini paniÄŸe düÅŸüren, burjuvaziyi sıkıyönetime baÅŸvurmak durumunda bırakan niteliÄŸiyle 15-16 Haziran iÅŸçi sınıfının gücünü gösteriyordu.
Yükselen sınıf mücadelesini ve sol muhalefeti bastırmak için 12 Mart 1971’de askeri cunta devreye girdi. 12 Mart cuntası sola ve iÅŸçi hareketine kısmi darbeler vurmakla birlikte; devrimci hareketi tümüyle ortadan kaldıramadı. 12 Mart’tan sonra Bülent Ecevit'in yönetiminde CHP, sınıf mücadelesinin sistemin sınırları içinde tutulması için burjuva düzenin imdadına yetiÅŸti ve emekçi sınıflarla, kendisini devrimci addeden pek çok örgütün desteÄŸini arkasına aldı. Türkiye solunun ve sendikaların da "katkısıyla" kısa bir süre içinde yeni görüntüsüyle emekçi kitleler için bir çekim merkezi,  bir "umut" haline geldi.

12 Eylül’e gelene kadar birtakım hamlelerle uluslararası sermayeye eklemlenme politikaları daha “yumuÅŸak” metotlarla uygulanmaya çalışıldı. Bu durumun en baÅŸat örneÄŸi 24 Ocak kararlarıdır. Bu kararlar, neoliberal modele geçiÅŸi saÄŸlayacak olan kararlardı. Ancak bu kararları hayata geçirmek için onun somut koÅŸullarını da yaratmak; yani iÅŸçi hareketini ve solu ezip geçmek, etkisiz hale getirmek gerekiyordu. Sonuçta 24 Ocak 1980’de alınan kararlar 12 Eylül’e kadar ancak bazı tamamlayıcı düzenlemeler olarak hayata geçirilebildi. Bu kararlar asıl ifadesini 12 Eylül darbesiyle bulacaktı. Egemen sınıfın geçiÅŸ denemeleri zayıf adımlardan öteye geçemedi. Bunun üzerine mevcut durumda bu yeni ekonomik modelin uygulanamayacağı ve çarenin olaÄŸanüstü bir müdahalede olacağı netliÄŸe kavuÅŸtu. Bu müdahalenin gerçekleÅŸtirilmesi durumunda egemenleri asıl düÅŸündüren mesele iÅŸçi sınıfının ve devrimci örgütlenmelerin nasıl tepki göstereceÄŸiydi. Bu tepkinin boyutlarını anlayabilmek adına egemen sınıflar 70’li yıllar boyunca bir dizi provokasyon, katliam, suikast örgütlemekten çekinmediler. Bazıları gizli kontra örgütlenmeler aracılığıyla, bazıları da faÅŸist hareket maÅŸa olarak kullanılarak gerçekleÅŸtirildi.

Bu provokasyonların ilk örneÄŸi Türkiye tarihinde en büyük iÅŸçi gösterilerinden birisi olan 1 Mayıs 1977 olarak gösterilebilir. Kontra örgütlenmelerin eliyle gerçekleÅŸtirildiÄŸi ayyuka çıkan katliam sonucunda 36 kiÅŸi katledildi. 16 Mart 1978’de Beyazıt’ta 7 devrimci katledildi. Yine faÅŸistler eliyle 1978 yılında Bahçelievler’de 7 TİP’li, MaraÅŸ’ta ise 118 Alevi katledildi. DİSK BaÅŸkanı Kemal Türkler bu dönemde suikaste uÄŸradı. Tüm bu saldırılara karşın, devrimci hareket ve iÅŸçi sınıfı mücadelesi üzerinde etkin olan sendikal bürokrasi yönlendiren siyasal hareketler tepkiyi örgütleyemedi. Darbe öncesi devrimcilerin tepkisinin ölçüldüÄŸü son sınav da Fatsa deneyimiydi. Fatsa’daki yerel yönetim anlayışı egemen sınıfı son derece rahatsız ediyordu. Devlet Fatsa’yı düÅŸürmek için düzenlediÄŸi operasyonda da en ufak bir direniÅŸle karşılaÅŸmadı.

İşçi sınıfına ve devrimcilere yönelik saldırı politikası 12 Mart’ın ardından sol hareketin yeniden toparlanması üzerine egemenler tarafından tekrar devreye sokuldu. Bu politikanın temel direklerinden birisini de faÅŸist hareket oluÅŸturuyordu. FaÅŸizmin yükseliÅŸiyle bir yandan solun muhtemel bir darbe karşısında nabzı yoklanıyordu. Bir yandan da terör eylemleri ve kitlesel provokasyonlarla toplumda otoriter devlet beklentisi yayma çabası görülüyordu. İş imkanları faÅŸist militanlara tahsis ediliyordu ve faÅŸistler sendikal harekete ve iÅŸçi hareketine karşı silahlı güç olarak kullanılıyordu. İskenderun Demir Çelik, İzmir AliaÄŸa Petrol Rafinerisi, SeydiÅŸehir Alüminyum Tesisleri ve İzmir TariÅŸ gibi alanlar hep aynı tip faÅŸist örgütlenmenin görüldüÄŸü yerlerdi. Bir yandan da İstanbul Profilo’da görüldüÄŸü türden faÅŸist militanların fabrika dışında öncü iÅŸçilere silahlı saldırılar yönelttikleri durumlarda söz konusuydu.

Åžiddetini gittikçe arttıran faÅŸist saldırılara karşı solun yükselttiÄŸi mücadele programı ve biçimleri tutarlılıktan uzaktı. Bu mücadele biçimi sınıf hareketinden uzaklaşıyor ve siyasal bilinci ilerletici bir noktada durmuyordu. 1977 yılıyla birlikte artan faÅŸist saldırılara sol; sınıf mücadelesini temel alan cevaplar vermek yerine, misilleme ve küçük grupların çatışmasına dayanan bir pratikle cevap veriyordu. FaÅŸist yapılanmanın en güçlü olduÄŸu alan kitleselliÄŸe ihtiyaç duyulmayan bu sokak kavgaları iken, iÅŸçi sınıfının faÅŸizme karşı mücadelesinde kullanması gereken güç, üretimden gelen gücüydü. FaÅŸizme karşı sınıf savaşının yükseltildiÄŸi bir örnek 16 Mart katliamından sonra düzenlenen “FaÅŸizme İhtar Grevleri ve YürüyüÅŸleri” idi. Bu eylemlikler faÅŸist hareketi yaratan, besleyen burjuvaziye indirilen darbelerdi. Ne var ki DİSK bürokrasisinin eylemleri bitirme kararıyla burjuvazi ve faÅŸist hareket rahat bir nefes aldı. Sınıf devreye girdiÄŸinde faÅŸizmin nasıl etkisiz hale geldiÄŸinin görülmesine raÄŸmen sol, esasında burjuvazinin ekmeÄŸine yaÄŸ süren siyasal perspektiften yoksun mücadele yöntemlerini kullanmaya devam ediyordu. Egemenler, Özel Harp Dairesi bünyesinde oluÅŸturulan kontrgerillanın, faÅŸist çetelerin eliyle uygulanan terörü, bir saÄŸ-sol çatışması olarak gösterdi. Emekçi kitleler tam anlamıyla terörize edilmiÅŸ ne pahasına olursa olsun can güvenliÄŸinin saÄŸlanabileceÄŸi herhangi bir çözüme razı hale getirilmiÅŸti. Sürüp giden faÅŸist terör kampanyaları, katliamlar ve toplumun her yanını saran ÅŸiddet nedeniyle “huzur” bir ana problem haline gelmiÅŸti. Bu durumda ordunun yönetime el koyması “huzurun saÄŸlanması” toplumun içine sürüklendiÄŸi bunalımdan çıkabilmesi için en yakın çözüm yolu olarak gösterildi.

11 Eylül’ü 12 Eylül’e baÄŸlayan gece radyoda, Kenan Evren adına; “TSK’nın İç Hizmet Kanunu’ndan aldığı yetkiye dayanarak emir komuta zinciri içinde ülke yönetiminin bütününe el koyduÄŸu” duyuruldu. İşçi sınıfı ve devrimci hareket için uzun sürecek karanlık yıllar böylece baÅŸlamış oldu. 23 bin 677 dernek faaliyetten men edildi; 650 bin kiÅŸi gözaltına alındı. 50 bin kiÅŸi siyasi mülteci olarak Avrupa’ya sığındı; 7 bin kiÅŸi için idam cezası istendi. 517 kiÅŸiye idam cezası verildi ve 50 kiÅŸi idam edildi. Yaklaşık 200 kiÅŸi iÅŸkence edilerek öldürüldü. Türk-iÅŸ dışındaki tüm sendikalar kapatıldı. İşçi sınıfı sistemli bir baskı temelinde apolitize edildi. 12 Eylül’ün hemen ardından 24 Ocak kararları uygulamaya kondu. Parlamentarizme geri dönüldükten sonra da iÅŸçi ve emekçilerin bunalımın tüm faturasını ödemesi demek olan bu kararlar sorunsuz biçimde uygulanmaya devam etti.
12 Eylül öncesinde elde edilen demokratik haklar ve örgütlü mücadelenin kazanımları 12 Eylül askeri darbesiyle geri alınmıştır. Patronlar, sınıf mücadelesi yükseldiÄŸinde istediÄŸi her politikayı rahatlıkla uygulayamaz. Emekçilerin biraz daha sömürülmesi demek olan planlar iÅŸçi sınıfının direnciyle karşılaÅŸtığında burjuvazi kendi yasalarını da ihlal ederek türlü saldırılara baÅŸvurur.  Sömürü düzeni ortadan kalkmadan onun yarattığı katliamlar da, barbarlık da ortadan kalkmayacaktır. MaraÅŸ’ın, Gazi’nin, Sivas’ın, Türkiye’de emekçi sınıflara indirilmiÅŸ en büyük darbe olan 12 Eylül’ün hesabını sormak için yapmamız gereken sınıf mücadelesini yükseltmektir.

Etiketlendi: