17 Ocak, 2014
Marksizm ve Din I ‘i okumak için tıklayınız.
Dinin Ortaya Çıkışı
İlk olarak Marksizmin dünyayı temel algılayış yöntemi materyalizmi kısaca açıklayarak başlayalım:
“Bizim hareket noktamızı oluÅŸturan öncüller… gerçek bireylerdir, bu bireylerin eylemleri ve – hem hazır buldukları hem de kendi eylemleriyle yarattıkları- maddi yaÅŸam koÅŸullarıdır… İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaÅŸamlarını da üretirler. İnsanların kendi geçim araçlarını üretiÅŸ tarzları, her ÅŸeyden önce doÄŸada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri gereken geçim araçlarının doÄŸasına baÄŸlıdır… Bu üretim tarzı… bireylerin belirli bir faaliyet tarzını, onların yaÅŸamlarını ortaya koyan belirli bir biçimi, belirli bir yaÅŸam tarzını temsil eder. Bireylerin yaÅŸamlarını ortaya koyuÅŸ biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır…” “YaÅŸamı belirleyen bilinç deÄŸil, tersine, bilinci belirleyen yaÅŸamdır.” (1)
Varlığın düşünceye, doÄŸanın tine (yaratıcı diye de düşünülebilir) önce geldiÄŸini savunan Marksizm açısından din ilahi bir ürün deÄŸil, “henüz kendi düzeyine eriÅŸmemiÅŸ ya da daha önce kendini yitirmiÅŸ olan insanın öz-bilinci ve öz-duyumu”ndan öte bir ÅŸey deÄŸildir. Marks ve Engels’e göre “insanı yapan din deÄŸil, dini yapan insandır.” Din, yabancılaÅŸmış bir dünyanın ürünüdür: “Bu devlet, bu toplum, tersine çevrilmiÅŸ dünya-bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiÅŸ bir dünyadır.”, “Din, insan kendi çevresinde dönmediÄŸi sürece, insanın çevresinde dönen yanılsamalı güneÅŸten baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir.” (2)
Dinin bütünsel bir öğreti olarak deÄŸil de sihirsel düşünüş ÅŸeklinde ilk ortaya çıkışı avcı-toplayıcı olarak yaÅŸayan ilk insanlara kadar gider. Bu dönemde (beslenme, barınma gibi) maddi yaÅŸamı yeniden üretmek konusunda belirleyici olan insan iradesi deÄŸil doÄŸadır; doÄŸanın yaratacağı tüm deÄŸiÅŸiklikler bütünüyle ilk insanların yaÅŸamını etkileyecektir. İnsanın doÄŸayla iliÅŸkisindeki edilgen durumu onun doÄŸaya dair düşüncelerini de belirlemiÅŸ ve doÄŸada yaÅŸananları anlamadığı ölçüde insanlar “kendi doÄŸaları ve kendilerini kuÅŸatan dış doÄŸa hakkında en ilkel, yanılgılarla dolu tasarımlardan” sihirsel düşünüşü ortaya çıkarmışlardır. Engels, dinin önce doÄŸa güçlerinin ve sonrasında tarihsel geliÅŸim içinde toplumsal güçlerin insanın karşısında yabancı güçler olarak belirlemesine dayanan serüvenini şöyle dile getirir:
“…her din, insanların günlük yaÅŸayışını egemenlik altında bulunduran dış güçlerin, onların kafalarındaki düşlemsel yansımalarından dünyasal güçlerin içinde dünya üstü güçler biçimine büründükleri bir yansımadan baÅŸka bir ÅŸey deÄŸildir. Tarihin baÅŸlangıçlarında bu yansımaya uÄŸrayan ve geliÅŸmenin devamında çeÅŸitli halklar arasında çok çeÅŸitli ve çok deÄŸiÅŸik kiÅŸileÅŸtirmelere bürünen güçler, önce doÄŸa güçleridir… Ama az sonra, doÄŸal güçlerin yanı sıra bir o denli yabancı ve baÅŸlangıçta bir o denli açıklanmaz bir biçimde insanların karşısında dikilen güçler olan toplumsal güçler de iÅŸe karışır ve onları doÄŸa güçlerinin doÄŸal zorunluluk görüşlerinin tıpkısı bir doÄŸal zorunluluk görünüşü ile egemenlikleri altına alır. BaÅŸlangıçta içlerinde yalnızca doÄŸanın gizemli güçlerinin yansıdıkları düşlemsel kiÅŸilikler, böylece toplumsal öznitelikler kazanır, tarihsel güçlerin simgeleri durumuna gelirler.”(3)
İnsanların maddi yaÅŸamlarını üretim biçimlerinde meydana gelen köklü deÄŸiÅŸimler düşünüş ve inanış biçimlerinde de deÄŸiÅŸimleri beraberinde getirmiÅŸ; sınıflı toplumların baÅŸlangıcını iÅŸaretleyen neolitik toplumda insan üretim süreçleri üzerinde denetimi artırmasıyla birlikte düşünüşü de daha sistematik bir biçim almaya ve düşünüş süreçlerinin yürütücüleri toplumdan daha çok ayrıksılaÅŸmaya baÅŸlamışlardır. Dinin kurumsallaÅŸmaya baÅŸladığı bu dönem, tarihin ilk sınıfı olarak din adamlarının ortaya çıkışına tanıklık etmiÅŸtir. Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte karşısında yenik düşülen doÄŸanın yanı sıra sömürenler olmaya baÅŸlamış ve kendilerini öğüten vahÅŸi sömürü çarkları karşısındaki yetersiz kalan sömürülenler “yanılsamalı bir güneÅŸin” etrafında dönmeye devam etmiÅŸlerdir.
İlahi bir gücün ürünü olarak sunulan din, her ne hikmetse(!), toplumsal değişim süreçlerinde değişmeden kalmamış; sihirsel düşünüşten kurumsallaşmış dine, çoktanrılılıktan monoteizme doğru ilerlemiş ve her zaman bu geçişler önemli tarihsel değişim süreçlerine eşlik etmişlerdir. Örneğin tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı dünya imparatorluklarının kurulmasına eşlik etmiştir:
“Ekonomik toplumsal siyasal bütünleÅŸme kent devletinden ulusal devlete geçerken kalabalıklaÅŸan panteon, imparatorluÄŸa geçerken baÅŸtanrı ve baÅŸlıca tanrılar dışındakiler önemlerini yitirecek kadar büyür. Bunun üzerine imparatorluÄŸun geliÅŸmesi döneminde merkezi iktidar erkini (biraz da yerel tanrılara hoÅŸgörü, onların saygınlığından yararlanma, onları imparatorluk panteonuna alma yollarıyla) yaygınlaÅŸtırıp siyasal örgütleniÅŸini geliÅŸtirerek iyice saÄŸlamlaÅŸtırdıktan sonra, imparatorluk sınırları içindeki ülkelerde yönetim ve inanç birliÄŸi gereksiniminden dolayı tanrıların azaltılması süreci iÅŸlemeye baÅŸlar. Bu yolla ilkin baÅŸtanrıcılığın güçlendirilip, sonra tektanrıcılığa giden yolda tanrıların sayısının azaltılması eÄŸilimi geliÅŸir.” (4)
Nasıl ki din insanın hükmedemediği öncelikle doğa, sonra toplumsal güçlerin karşısındaki yetersizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıktıysa insan bu güçler üzerinde egemenliğini kurduğu, dinin sunacağı yalancı sığınağa gerek duymadığı zaman da öyle yok olup gidecektir:
” toplum tüm üretim araçları üzerine elkonması ve planlı bir biçimde kullanılması aracıyla, kendini ve tüm üyelerini ÅŸimdilik kendileri tarafından üretilmiÅŸ ama karşılarına ezici bir yabancı güç olarak dikilen bu üretim araçlarının onları egemenlik altında tuttuÄŸu kölelikten kurtardığı zaman; yani insan yalnızca önerir olmaktan çıktığı ama düzenleyici de olduÄŸu zaman, -iÅŸte ancak o zaman dinde yansıyan son yabancı güç ortadan kalkacak ve böylece artık yansıtacak hiçbir ÅŸey bulunmaması yalın nedeniyle, dinsel yansının kendisi de ortadan kalkacaktır.” (5)
İslamiyet’in Tarihsel – Maddi Kökenleri
Her ne kadar dinleri yaratan maddi temelleri ele aldıysak ve bu gerçekler İslam dini açısından da geçerliyse de içinde yaşadığımız coğrafyada yaratıcının son ilahi ilkeler bütünü olarak beliren ve önemli bir güç haline gelen bu dinin tarihsel ve maddi kökenlerini ve söylemlerini özel olarak incelemek gereklidir.
İslam dininin ortaya çıktığı 7. yüzyılda Arabistan yarımadasının içinde bulunduÄŸu bölgede iki büyük düşman imparatorluk büyük oranda hakimdi: Bizans ve İran’da Sasani (Pers) imparatorlukları. Bu güçler, 6. yüzyılın baÅŸlangıcından itibaren kendi aralarında uzun ve yorucu bir dizi savaÅŸ yaÅŸamış, bu savaÅŸların ve kendi içlerinde geliÅŸen ayaklanmaların sonucunda zayıflamışlar ve güçsüzleÅŸmiÅŸlerdi. 7. yüzyıla gelindiÄŸinde bu çatışma ortamı, iki imparatorluk arasındaki önemli uluslararası ticaret yollarının harap olmasına ya da en azından bozulmasına ve dolayısıyla güvenilir olmaktan çıkmasına neden olmuÅŸtu. DoÄŸudan gelen deÄŸerli malların Pers imparatorluÄŸundan geçerek Bizans’a ulaÅŸmasını saÄŸlayan İpek Yolu’nda geliÅŸen bu durum, ticaret yollarında bir güzergah deÄŸiÅŸimine yol açmış; Arabistan yarımadasındaki kervan yolları bu sayede büyük bir ticari deÄŸer kazanmıştı. Özellikle Avrupa ile Çin ve Hindistan arasındaki ticaretin rotasında Arap yarımadasının ağırlığını artıran bu kayma büyük kazançlar elde etme ÅŸansı sunuyordu. Ancak bu çıkarlar büyük oranda ticaret yollarının (kervan yolunun) güvenliÄŸinin saÄŸlanmasına baÄŸlıydı ki bu da İslam öncesinde Arabistan yarımadasında kabileler arasındaki çatışmaların durulmasını gerektiriyordu. Önemli ticaret yolları üzerindeki Mekke ve Medine’de ortaya çıkan İslam dini, peygamberi Muhammed öncülüğünde iÅŸte tam da kabileler arasındaki bölünmüşlüğü aşıp birliÄŸi saÄŸlama gereÄŸinin belirdiÄŸi bir dönemde hayat buldu. Muhammed sadece İslam dininin deÄŸil Medine merkezli Arap aÅŸiretlerinin tek bir devlet otoritesi altındaki birliÄŸinin de kurucusu oldu. İslamiyet bu yeni oluÅŸacak devletin ve onun içinde ÅŸekillenecek toplumsal yaÅŸantının ilkelerini belirliyordu.
İslam dini tarihsel geliÅŸimi içinde devamlı bir deÄŸiÅŸim içinde olmuÅŸ; böylece de farklı çaÄŸ ve toplumlarda varlığını devam ettirebilmiÅŸtir. Kabile yaÅŸantısının hakim olduÄŸu ilk dönemlerde adalet vurgusu ağır basarken devletleÅŸmenin tamamlanması ve artan yayılmacılık sonucu oluÅŸan imparatorlukla birlikte deÄŸiÅŸen ihtiyaçlara uygun söylemler peygamber hadisleri ve ulema yorumlarıyla tamamlanmıştır. İslam dininde de bütün dinlerin özünde var olan muÄŸlaklıkla hem sömürülene hem sömürene hitap eden yanlar bulmak mümkün olsa da terazinin bariz ÅŸekilde ağır basan yanı egemen sınıfların çıkarlarıdır. Bu konuya Kuran’dan ayetlerle açıklık getirelim.
İslamiyet, döneminin sömürü iliÅŸkilerinin aldığı en acımasız biçim olan köleliÄŸe karşı çıkmadığı gibi dinsel olarak onları özgür insanlarla eÅŸit de görmez: “Allah, hiçbir ÅŸeye gücü yetmeyen ve baÅŸkasının malı olan bir köle ile kendisine verdiÄŸimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eÅŸit olur mu?” (Nahl 16:75). Tanrı’ya eÅŸ(ÅŸirk) koÅŸmanın özgür insanların köleleriyle kendilerini ortak/eÅŸ saymasına benzetilmesi, insanlar arasındaki eÅŸitsizliÄŸin aldığı en acımasız biçim olan köleliÄŸin meÅŸru görüldüğünü ortaya koyar: “Allah, size kendinizden şöyle bir örnek getirdi: Kölelerinizden, verdiÄŸimiz rızıklarda sizinle eÅŸit haklara sahip olan ve birbirinizden çekindiÄŸiniz gibi kendilerinden çekindiÄŸiniz ortaklarınız var mı?” (Rum 30:28)
Kuran’da hem zengin hem de yoksullardan bahsedilmekte; yani zengin ve yoksulun, toplumsal eÅŸitsizliÄŸin varlığı kabul gördüğü gibi devamına da bir itiraz bulunmamaktadır. Bazı ayetlerde “Allah, dilediÄŸine kat kat verir.” (Bakara 2:261), “DilediÄŸine de hesapsız rızık verirsin.” (Al’i İmran 3:27) tarzındaki ifadeler yaratıcının isteÄŸi doÄŸrultusunda zenginleÅŸildiÄŸini söyleyerek mülk sahiplerinin konumları meÅŸrulaÅŸtırılmaktadır: “Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel iÅŸlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaÅŸatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl 16:97) İslam dininde yaratıcı tarafından insanlar arasında eÅŸitsizlik oluÅŸturulduÄŸu da söylenilmektedir: “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaÅŸtırdık. Birbirlerine iÅŸ gördürmeleri için, (çeÅŸitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık.” (Zuhruf 43:32) İslam’da zenginleri mal mülk meraklıları olarak tasvir eden ayetlere rastlanabilir: “Zalim olanlar ise yalnız kendilerine verilen refahın ardına düştüler.” (Hud 11:116) İslamiyet’te bir yandan da zengin ve yoksulu bir tutan ifadeler bulunmaktadır: “(Åžahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.)” (Nisa 4:135) İslam dininde yoksuldan yana söylemler de yer almaktadır: “Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eÅŸit kılmazlar. Durum böyle iken Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” (Nahl 16:71) Burada belirtmek gerekiyor ki zenginlere ellerinin altındakilerden yoksullara fitre ve zekatla vermesi önerilse de bahsedilen dağıtımın malın 1/40’ı olduÄŸu düşünüldüğünde yoksul ve zenginin eÅŸit olmasının hiçbir ÅŸekilde mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. İslamiyet’te yoksula düşen görev; isyan etmeden, dünya hayatının çilelerini bir sınav olarak görüp sabırla, itaatkar ve kanaatkar ÅŸekilde öbür dünyada hesaplaÅŸmayı beklemektir: “Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir, Allah katındakiler ise bâkidir. Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceÄŸiz.” (Nahl 16:96) Zenginlere ise bu dünyada zevki sefa içinde yaÅŸarken diÅŸin kovuÄŸuna dokunmayan hayırseverliklerle cennetin kapıları da açıktır. Ancak yine belirttiÄŸimiz üzere diÄŸer dinler gibi İslamiyet de ezen ve ezilene hitap eden söylemleri birarada içermekte, iyilik- hayır için çaÄŸrı yapıp faaliyet gösterenleri öven ifadelere yer vermektedir: “İçinizden hayra çağıran, iyiliÄŸi emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar; kurtuluÅŸa erenlerdir.” (Al’i İmran 3:104)*.
Son olarak Engels’in İslam üzerine ÅŸu deÄŸerlendirmelerini verirken tariflediÄŸi süreçlerin bugünü de anımsattığını söylemeden geçmeyelim:
“İslam dünyasının ayaklanmaları, özellikle Afrika’da garip bir karşıtlık oluÅŸtururlar. İslamiyet, doÄŸuluların, özellikle de Arapların yani bir yandan ticaret ve sanayiyle uÄŸraÅŸan kentlilerin, öte yandan göçebe Bedevilerin ölçülerine göre oluÅŸmuÅŸ bir dindir. Ama bu dinde periyodik bir çatışmanın tohumu vardır. ZenginleÅŸen ve tantanalı bir yaÅŸayışa kavuÅŸan kentliler, ‘yasa’ya uymada gevÅŸeklik gösterirler. Yoksul ve yoksullukları nedeniyle katı töreleri olan Bedeviler, bu zenginliklere ve bu zevklere arzu ve açgözlülükle bakarlar. İmansızları cezalandırmak, dinsel törenler yasasını ve esas imanı yerleÅŸtirmek ve ödül olarak imansızların servetlerine el koymak için bir peygamberin, bir mehdinin yönetiminde birleÅŸirler. KuÅŸkusuz, yüzyıl sonra cezalandırdıklarıyla aynı noktaya varırlar; yeni bir temizlik gereklidir… İran’daki ve baÅŸka İslam ülkelerindeki karışıklıklarda da böyle ya da hemen böyle oldu. Bunlar dinsel bir kılıf taşımalarına karşın, ekonomik nedenlerden doÄŸan hareketlerdir. Ama baÅŸardıkları zaman bile, ekonomik koÅŸullara dokunmuyorlar. Dolayısıyla, hiçbir ÅŸey deÄŸiÅŸmiyor, çatışma periyodik duruma geliyor.” (6)
Dine Karşı Mücadele
Marksistler, sınıf bilincinin yoksunluÄŸuna delalet dini kiÅŸisel bir konu olarak ele almazlar. Sömürülenlere boyun eÄŸip sabırla öteki dünyada rahata ermeyi öğütleyen din, sadece kitleleri pasifize etmekle kalmaz, sömürü sistemlerini de verili kabul ederek kitleler gözünde meÅŸrulaÅŸtırmaya hizmet eder. Dolayısıyla dinle, “halkın üzerine indirilen koyu sisle” mücadele sömürü sistemlerine karşı mücadelenin de bir parçasıdır:
“Halkın aldatıcı mutluluÄŸu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluÄŸunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleÅŸtirisi, dinin aylasını oluÅŸturduÄŸu bu gözyaÅŸları vadisinin tohum halindeki eleÅŸtirisi anlamına geliyor.” (7)
Modern dinler, kitlelerdeki cahilliğin bir sonucu olmanın ötesinde sadece doğa değil sömürü sistemleri karşısındaki çaresizliğin de bir dışavurumu olduğuna göre** dine karşı mücadele salt propaganda ile yürütülecek bir çalışmaya indirgenemez. Kitleler ancak sınıf mücadeleleri ile, sömürücüleri alt edecek gücü kendilerinde bulduklarında ve sermaye düzenine karşı örgütlü, birleşik ve organize şekilde savaşımlarını yürütmeyi öğrendiklerinde, artık dinin yalancı güneşinin değil kendi mücadelelerinin güneşinin etrafında dönmeye başlarlar. Bu nedenle işçi sınıfının devrimci öncüsü ateizm propagandasını proletaryanın sınıf savaşımının gelişmesi görevine bağlı kılarak yürütmekle yükümlüdür.
Unutulmamalıdır ki inançlı işçileri devrimci saflara kazanmanın yolu kuru
bir ateizm propagandasından değil, sınıf savaşımının ilerletilmesi ile proletaryanın kendi mücadelesinin gücünün farkına varması ve kendi sınıf bilinciyle dünyayı kavrayışını yeniden kurmasından geçmektedir.
Marksizmin temel önermesi “tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü, eleÅŸtiri deÄŸil, devrimdir.” olduÄŸuna göre işçi sınıfının devrimci partisi de proletaryanın sınıf bilinciyle yürüteceÄŸi kendi mücadelesiyle aydınlatabileceÄŸi bilinciyle hareket eder. Bu nedenle de proleter devrimcileri açısından “ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleÅŸmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliÄŸine gelmesinden daha önemlidir.” (8)
Marksistler proleter kitlelerdeki dinsel önyargıları kırmanın yolunun propaganda faaliyetlerinden öte onları sınıf mücadelesinin bir parçası yapmak olduÄŸunun bilinciyle asla tanrıtanımazlığın kabulünü parti programına koymamışlardır. Dinsel inançlarını devam ettiren işçilerin partiye katılmalarını engel olabilecek böyle bir ÅŸart koÅŸmayı bırakın proletaryanın devrimci partisi olarak “Tanrıya inançlarını koruyan işçileri Sosyal-Demokrat Partiye yalnızca kabul etmekle kalmamalı, onları özellikle kaydetmeye koyulmalıyız; onların dinsel inançlarının birazcık bile incitilmesine kesinlikle karşıyız, ama onları programımızın özüyle eÄŸitmek için kaydederiz, programımıza karşı onların etkin bir savaşımına izin vermek için deÄŸil.” (9) perspektifine sahiptirler.
(1) Marks, K., Engels, F., Alman İdeolojisi, Ankara: Sol Yayınları, 2008, s.38-9, 46.
(2) Marks, K., Hegel’in Hukuk Felsefesinin EleÅŸtirisi, Ankara: Sol Yayınları, 1997, s.191-3.
(3) Engels, F., Anti-Dühring, Ankara: Sol Yayınları, 2003, s.444.
(4) Şenel, Alaeddin, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Ankara: Bilim ve Sanat, 1995, s.267.
(5) Engels, F., age., s.445-446.
(6) Engels, F., İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı, Din Üzerine, Ankara: Sol Yayınları, 2002, s.294’deki dipnot.
(7) Marks, K., age., s.192.
(8) Lenin, Sosyalizm ve Din, Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1994, s.13.
(9) Lenin, age., s.30.
* ÖrneÄŸin bu ayet pekala, Kara Panterler örgütünün efsanevi liderlerinden Dhoruba Bin Wahad’a da ilham verdiÄŸi gibi düzenin haksızlıklarına karşı mücadele bayrağını açan sol söylemli İslamcı muhaliflere de hitap edebilir.
** “Bugün en derin din kökü, işçi sınıfının toplumsal olarak ayaklar altına alınmış olması durumu, ve sıradan işçiye en korkunç acı ve en yabanıl iÅŸkence ile, savaÅŸlar, depremler vb. gibi en olaÄŸanüstü olayların çektirdiklerinden bin kat daha zalimcesine her gün, her saat çektiren kapitalizmin gizli güçleri karşısındaki görünüşte tümüyle çaresiz olması durumudur.” (Lenin, Sosyalizm ve Din, s.26) “Tıpkı yabanıl insanın doÄŸaya karşı savaşımındaki güçsüzlüğünün tanrılara, ÅŸeytanlara, mucizelere ve benzerlerine inanmaya yol açması gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı savaşımlarındaki güçsüzlüğü, kaçınılmaz olarak, ölümden sonra daha iyi bir yaÅŸam inancına yol açar.” (Lenin, age., s.10)












