Sosyalizm Kazanacak!
/ Dünyadan / Çöküşten Günümüze Rusya’nın Serüveni I: Putinizmin Temelleri Nasıl Atıldı? – Emre Güntekin

Çöküşten Günümüze Rusya’nın Serüveni I: Putinizmin Temelleri Nasıl Atıldı? – Emre Güntekin

on 24 Şubat 2017 - 13:44 Kategori: Dünyadan, Ekim Devrimi, Ekim'den Sonra, Emre Güntekin, Tarih

Büyük emperyalist güçler arasındaki çekişmelerin en çıplak şekilde okunabileceği bir ülke olmaya başladık. AKP iktidarı Suriye batağına saplandıkça kendisini kurtaracak yeni ittifaklar zemini aramaya başlamıştı. İşin trajikomik yanı bu güç, daha geçen seneye kadar uçağını düşürdüğümüz ve Suriye konusunda sürekli çelişkiye düşülen Rusya olunca insanı bir gülme alıyor. Uçak faciasının arkasından bilcümle politikacı “emri ben verdim” diye gerine gerine meydanlarda dolaşırken, Rus büyükelçi Aleksandr Karlov’un öldürülmesi sonrasında korkudan ne yapacaklarını bilemediler. Ha, o uçağın düşürülmesi emrini ben verdim diyenlerden 15 Temmuz sonrasında çıt yok; dahası pilotlar FETÖ’cü ilan edilip içeri atılalı çok oldu.

Rusların ünlü bir atasözü vardır: “Bir ayıyı dansa kaldırırsan… Dans, sen vazgeçtiğinde değil, ayı vazgeçtiğinde sona erer.” Türkiye şu anda bu atasözünde sonunun nasıl biteceğini bilmediği bir dansın içerisinde. Avrupa tarafından olayları medenice değil, kaba kuvvetle çözüme kavuşturmayı tarihsel bir gelenek haline getirmesi nedeniyle “bozayı” lakabı takılan Rusya’yla dans ederken iki kere dikkat edilmesi gerek. Çünkü bir başka bir Rus atasözü der ki: “Kurtlarla arkadaş ol, yalnız elinden baltayı bırakma.”

Konumuz Türk-Rus ilişkisinden ziyade Rusya’nın Ortadoğu siyasetinde doğrudan belirleyici bir role yükselmesi dolayısıyla; daha 27 yıl öncesine kadar çöküşün eşiğine ulaşan bir emperyalist gücün bugünlere
nasıl gelebildiğini irdelemek olacak. Geçtiğimiz on yıl içerisinde Putin defalarca dünyanın artık tek kutuplu olmadığını belirtmişti. Bugün yanılmadığını görüyoruz. Rusya, Çin ve İran gibi ortaklarıyla birlikte sadece Ortadoğu’da değil, dünya siyasetinde de belirleyici bir rol oynamaya devam ediyor.

Bu yazı dizisinin ilk bölümünde Rusya’nın SSCB çöktükten sonra içine girdiği pasif dönemin simgesel ismi olan Yeltsin dönemini inceleyeceğiz.

ÇÖKÜŞÜN ARDINDAN RUSYA’NIN POLİTİK VE İKTİSADİ  DURUMU

1991 yılında SSCB’nin yerle yeksan olmasıyla birlikte kapitalizm yoğun bir ideolojik propagandaya başlamıştı: Sosyalizmin bittiği, kapitalizmin insanlık için tek kurtuluş reçetesi olduğu her alanda dayatıldı. Fakat yıkılanın sosyalizm olmadığını daha önce burada defalarca anlatmışızdır. SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte emperyalist rekabette yalnız kalan ABD, Ortadoğu başta olmak üzere tüm dünyada yoğun bir savaş politikasını devreye soktu. 1990 yılında Körfez Savaşı ile perde açılırken, 90’lar boyunca Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkas coğrafyaları iç savaşlarla parçalandı. Karşısında herhangi bir güç hissetmeyen
ABD emperyalizmi bu bölgelerde yoğun askeri güç kullanarak kendi hegemonyasını güçlendirmeye çalıştı. Yine eski SSCB coğrafyasının bir parçası olan Orta Asya’da kapitalizm savaşlar aracılığıyla olmasa da yoğun bir ekonomik ve kültürel yayılmacılığa başladı

Rusya ise bu süreçte kendi egemen sınıfları arasındaki iç çatışmalar ve politik istikrarsızlık ile meşguldü. SSCB’nin bir arada tutulamayacağı anlaşıldığında, sonrasında kurulan irili ufaklı pek çok devlet ve bu
devletlerin başına çöreklenen eski SSCB bürokratları, neredeyse tüm hazırlıklarını tamamlamış gibilerdi ve çok kısa bir süre içerisinde kendi “cumhuriyet”lerini ilan ettiler. Daha Gorbaçov
glasnost (politik  
şeffaflık) ve perestroyka (ekonomide yeniden yapılanma) politikalarını ilan ettiğinde böyle bir sürecin gerçekleşeceği işaretlerini vermeye başlamıştı.

Dağılmanın ardından Rusya, etkilerini on yılı aşan bir süre gösterecek olan bir geçiş dönemine girmişti. Ekonomi ve politikada SSCB’nin yarattığı çelişkiler bir anda Rusya’nın üzerine yığılmıştı. Yine de Rusya, Soğuk Savaş’ın en önemli iki askeri ve ekonomik gücünden birisi olan SSCB’nin mirasından aslan payını almıştı: Nüfusun %60’ı, yüzölçümünün %76’sı, enerji kaynaklarının %90’ı, sanayinin %65’i ve askeri kapasitenin %70’i Rusya’da kaldı.

Fakat Yeltsin ve ekibinin amacı, Rusya’yı hem kültürel hem de ekonomik olarak Batı’nın bir parçası haline getirebilmekti. Yeltsin’in toplum önünde sergilediği rahat tavırlar (çılgınca dans etmesi, Clinton’la girdiği kahkaha krizleri, kadınlara yaptığı sululuklar vs.) onun geçmişte sıkça görülen soğuk yüzlü Rus devlet adamı imajından farklı bir tarza sahip olduğunu gösteriyordu. Batı uzun bir süre Yeltsin’den eleştiriyi sakınmıştı. Dönemin ABD Başkanı Clinton başta olmak üzere birçok  Batılı lider Yeltsin’i bu doğrultuda en uygun
kişi olarak görüyordu.

Fakat Yeltsin’in Rusya içerisinde uyguladığı ekonomik ve siyasi politikalar kendisi kadar güler yüzlü değildi. Ocak 1992’den itibaren radikal bir liberalizm ülkeye hakim olmaya başladı. Yeltsin yönetiminde Yegor
Gaydar ve Anatoli Çubais isimli iki bürokrat tarafından uygulanmaya başlanan ekonomik politikalar, Rus halkını bir yandan yoksulluk ve sefalete sürüklerken, diğer taraftan siyasi  
istikrarsızlığı da tetikleyecekti. 1991 yılında Boris Yeltsin fyat serbestliğinin getirileceği tarihi açıklayarak adeta Rus emekçileri spekülatörlerin kucağına teslim etti. Karlı günlerin geleceğini gören spekülatörler piyasadan tüketim mallarını çekerek fyatın artacağı günleri beklediler. Ülke içinde fyatlar bir anda nerdeyse 30 katına çıkarken, geçmişten
kalan bütün devlet işletmeleri özelleştirildi ve bankalardaki birikimler buhar oldu. Bankalardaki birikimler %2500’lere varan enflasyon oranlarına rağmen, %3-5 gibi komik faizlerle rejimin desteklediği elitlere dağıtıldı. Aynı şekilde Moskova ve St. Petersburg gibi büyük kentlerdeki gayrimenkuller yok pahasına satıldı ve çok kısa bir süre içerisinde satın alanlara oldukça uçuk bir karlar sağladı.

Bu süreçte egemen sınıflar, zengin doğal kaynaklara bel bağlayarak petrol ve doğalgaz ihracatıyla ekonominin çarklarını döndürmeye çabaladılar. Fakat Batı sermayesinin Sovyet coğrafyasına hızlı nüfuzu, yıllarca Demir
Perde arkasında yaşayan halkın Batı mallarına yoğun ilgisi bu ihracatın artan ithalatı karşılayamamasına yol açtı. Ekonomik krizdeki Rusya, yüzlerce yıllık bir imparatorluk geçmişine sahip olan Rusya ve kendisini hala
emperyalizmin en önemli güçlerinden biri olarak gören Rusya, IMF ve Dünya Bankası başta olmak üzere Batılı ekonomik kuruluşların yardımına muhtaç hale gelmişti.
1991-1995 yılları arasında ABD’den 4 milyar doları bağış, 4 milyar doları kredi olan 8 milyar dolarlık bir yardım bile alındı. Nisan 1992’de G-7 ülkeleri 10 milyar doları bağış olmak üzere Rusya’ya 24 milyar dolarlık destek açıkladı. 1994 ve 95’te Dünya Bankası Rusya’ya 2.3’er milyar dolarlık yardımda bulundu. Fakat bu yardımlar ekonomiyi düzeltmekten ziyade daha
fazla yardıma bağımlı hale getirmeye devam ederken, Rus toplumunda psikolojik etkileri de ağır oldu. Neredeyse yüz yıldır çatışılan bir güce boyun eğmek, güçlü imparatorluk geleneğine sahip bir toplum için yaralayıcı oldu.

İç kamuoyunda ve devlet organları içerisinde de reform politikalarına ve Batı’ya yönelime karşı bir direnç bulunuyordu. Yüksek Sovyet ve parlamento Yeltsin’e karşı muhalefetin başını çekerken, bu durum 1993 yılında kanlı bir iç çatışmayla çözülebilecekti. Yeltsin 1991 yılında devraldığı olağanüstü yetkilerin devamını
talep ederken, mevcut parlamento ile bunu yapabilmesi mümkün görünmüyordu. 1992 yılı boyunca ekonomik konulardan temellenen çekişme devam ederken, 1993 yılı Nisan ayında yeni bir anayasa için referandum yapılma kararı alındı. Sular durulmuş görünse de kriz, çok temel yapısal problemlere dayanıyordu ve er
geç yeniden su yüzüne çıkacaktı. Referandum yaklaşırken parlamento, referandumu erteleyen ve Yeltsin’in yetkilerini sınırlandıran bir karar aldı. Yeltsin’de buna karşılık 20 Mart 1993’te  
referandum yapılıncaya kadar kendisine olağanüstü yetkiler veren bir kararnameyi televizyondan ilan etti. Mart ayı sonunda parlamentoda yapılan oturumda Yeltsin’in Yüce Divan’a sevk edilmesi gündeme geldi; fakat kıl payı kurtuldu. Referandum yapılması konusunda yeniden uzlaşma sağlandı. Fakat anayasa yapımı sırasında temelde iki farklı politik görüşten dünyaya bakan unsurları yan yana gelemeyeceği anlaşıldı ve muhalefet ile Yeltsin arasındaki çatışma yaz boyunca karşılıklı salvolarla devam etti.

Eylül 1993’te Yeltsin’in başkan yardımcısı olan ve aynı zamanda muhalefetin lideri konumundaki Aleksandr Rutskoy’u görevden alması, sıcak çatışmanın fitilini ateşledi. Yeltsin’in hamlesi bununla da sınırlı kalmadı ve
21 Eylül’de muhalefetin kontrolündeki Yüksek Sovyet’i lağvettiğini açıkladı. Ardından eski anayasa yürürlükten kaldırılarak, parlamento yerine iki kamaralı bir sistemin getirildiği yeni bir anayasa ilan edildi ve Aralık 1993’te seçimlere gidileceği açıklandı. Tüm bu süreçte televizyon ve basın büyük oranda Yeltsin’in
kontrolündeydi ve özellikle Batılı liderler de Yeltsin’i destekliyorlardı.
Rusya içerisindeki Pan-Slavist milliyetçiliği körüklememek ve muhalefetin eline koz vermemek için ABD işler yoluna girene kadar Balkanlardaki savaşta radikal adımlar atmaktan kaçınmıştı.

Yeltsin’in hamlelerine karşılık parlamento da boş durmadı, onu azletti ve yerine Rustkoy’u devlet başkanı ilan etti. Rusya artık iki ayrı devlet başkanına sahipti. Bunun üzerine Yeltsin parlamentonun elektrik, telefon ve suyunu kesti. Binlerce Moskovalı piyasa ekonomisinin getirdiği yoksulluğa tepkileri nedeniyle
parlamentoya destek olmak için sokağa çıktı. 28 Eylül günü polisle göstericiler arasında kanlı bir çatışma yaşandı. 3 Ekim günü Yeltsin sıkıyönetim ilan ederken, oldukça kanlı bir gün geçmektedir. Yeltsin karşıtları devlet televizyonunu ele geçirmek ister, ordu buna sert karşılık vererek
62 protestocuyu katletti. Rus ordusu böylece biraz tereddütün ardından Yeltsin’e destek vereceğini göstermiş oldu. 4 Ekim’de ordu içerisinde yasal olmadığını belirterek destek vermeyen komutanlar olsa da Yeltsin yanlısı subayların desteğiyle parlamento
binasına operasyon başlatıldı. Top atışlarıyla ve özel timlerle gerçekleştirilen operasyonda Ekim Devrimi’nden sonra Moskova’nın gördüğü en kanlı olay yaşanmış oldu. Operasyonda 187 kişi ölürken, 431 kişi yaralandı.

Bu günün ertesinde Rusya’da artık yeni bir devir başladı. Yeltsin ardı ardına çıkardığı kararnamelerle kendine sınırsız yetkiler getirirken, “Putinizm”in temelleri de atılmaya başlanmıştı. Fakat bu konuda daha alınması
gereken uzun bir süre, vurulması gereken daha çok demir yumruk vardı.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı