Home / Yazarlar / V. U. Arslan / Zorunlu bir Cevap: Nepal Deneyimi Işığında Maoizm ve Sürekli Devrim – V. U. Arslan

Zorunlu bir Cevap: Nepal Deneyimi Işığında Maoizm ve Sürekli Devrim – V. U. Arslan

Geçtiğimiz ay Nepal’de yaşanan halk isyanının ardından Spartaküs Youtube kanalında bir video yaparak hem Nepal’de neler olduğunu aktarmaya çalışmıştık hem de konunun politik ve teorik derinliğini irdelemiştik. Dillendirdiğimiz temel gerçekler ve buna bağlı olarak çıkardığımız sonuçlar Maocu çizgideki Halkın Günlüğü’nü rahatsız etmiş olacak ki tarafımıza fikirsiz bir küfürnameden öte bir değeri olmayan bir cevap yazısı yayınlamışlar. Başlık bile insanı gülümsetiyor, neyle karşılacağınızı biliyorsunuz: Troçkist Hortlamayla Nepal Kalkışmasından Maoist Program Eleştirisi Çıkarmak!” Metnin yazarı (ismi verilmemiş) klasik Stalinci bağnazlığı düzdünyacılık seviyelerine ulaştırıyor. En çıplak gerçekler bile körlemesine inkar ediliyor. İnsan pes diyor, ama tekrar tekrar anlatmak zorundayız.

Nepal’deki İhanetler Maoizmi Bağlamazmış! Öyle mi?

Nepal’de geçtiğimiz ay patlak veren isyan, doğrudan doğruya 2006 Nepal Devrimi’nin ihanete uğratılmasının ardından başlayan çürümüş burjuva koalisyon hükümetleri sürecinin sonucudur. 2006’da Nepal işçileri ve köylülerinden burjuva cumhuriyetle yetinmeleri istenmişti, işte o cumhuriyet iflas etti. 2006 ihanetinin baş aktörü NKP(M)-Nepal Komünist Partisi (Maoist) idi. NKP(M) 2007’den itibaren bir başka Stalinist parti olan NKP(UML)-Nepal Komünist Partisi (Birleşik Marksist Leninist) ile bazen ortaklaşa, bazen de dönüşümlü olarak, çoğu zaman yanlarına aldıkları çeşitli sağ partilerle defalarca iktidara geldiler, başbakanlık ve bakanlık koltuklarına oturdular. Bu yüzden de 2025 isyanında kitleler tarafından haklı olarak ülkedeki yoksulluk ve çürümüşlükten sorumlu tutuldular. Maoizmin Nepal’deki utanç verici iflasının teorik sonuçlarını açıklamak için 2006 Nepal Devrimi’nin nasıl ihanete uğratıldığını özetlemek zorundayız. 

Nepal 2006’da dört başı mamur bir devrimci durumla karşı karşıyaydı. Monarşi çökmüş, egemen sınıf kontrolü ytirmiş, halk silahlanmıştı. İşçi-emekçi cumhuriyetinin kurulması an meselesiydi. Ama sürecin liderliğini yapan gerilla örgütü Nepal Komünist Partisi (Maoist) sosyalist bir devrimle işçi-emekçi cumhuriyetinin kurulmasına karşıydı; devrimi gerçekleştirmek yerine Nepal burjuvazisi ve hamisi ABD emperyalizmi ile anlaşma yoluna gitti. Evet o dönem tüm dünyadaki Maocuların da belirttiği üzere dünyanın en önemli Maoist partisi olan NKP(M), ABD emperyalizminin dümen suyuna girdi. Düşünün Troçki’yi lekelemek için koca koca devletlerin propaganda aygıtlarıyla on yıllar boyunca iftiralar atan ama hiçbir şey ortaya koyamayanlar kendi pratiklerinde ABD emperyalizminin maşası oluyor. Ama hiç utanmaları yok, hala gerçekleri ortaya koyan bizlere sataşıp Troçki’ye hakaret edebiliyorlar! Tıynetlerini iyi bildiğimiz için şaşırmıyoruz. 

Yazarın kabullenmekte zorlandığı gerçek NKP(M)’nin “Maoist program gereği” hareket ettiğiydi. NKP(M), Nepal’in sosyalist devrime uygun olmayan feodal bir ülke olduğu gerekçesiyle, devrimi “hayali” demokratik aşamada durdurmuştu. Yani İspanya’dan(1936) İran’a(1979), Yunanistan(1944) ve Portekiz’den(1974) Şili(1973) ve Endonezya’ya(1965) daha nice devrim gibi Nepal Devrimi(2006) de Stalinist demokratik aşama bahanesiyle yarıda durdurulacak ve ihanete uğrayacaktı.   

NKP(M) ve o zamanlar dünya çapında yere göre sığdıralamayan liderleri Prachanda’nın önünde iki seçenek vardı: Ya işçi-emekçi iktidarını ilan edip dünya devriminin başladığını duyuracaklardı (sürekli devrim) ya da emperyalist kapitalistlerle uzlaşmaya varıp demokratik cumhuriyet yoluna gidecekti. NKP(M), Maoist programı aşamadı ve kaçınılmaz şekilde ikinci seçeneğe yönelmek zorunda kaldı. Zira hayat üçüncü bir seçeneğe yer bırakmaz. Başka ara bir formül yok. Ya sosyalizm ya da kapitalist gericilik, bunun ortası bulunmuyor. Bugün Madagaskar’dan, Peru’ya, Fas’tan, İran’a isyan eden halkların önünde de herhangi bir demokratik aşama yok. Kapitalizmin yıkılmasını ve işçi iktidarının kurulmasını öngörmeyen her halk hareketinin tıkanması, yenilgiye uğraması kaçınılmazdır. O yüzden “tek yol sürekli devrim” sloganı öylesine bir slogan değil, hayatın bir gerçeğidir.   

2006’da NKP(M) Stalinist/Maoist aşamalar teorisinin kaçınılmaz onucu olarak kapitalizmin sınırları içerisinde kaldı ve ABD emperyalizmi ile birlikte ülkenin geleceğini neoliberalizme uygun şekilde dizayn etti. Eski ABD başkanı ve emperyalizmin Nepal misyonu liderliğini yapan Jimmy Carter Maoistlerin demokrasiye bağlılığını öve öve bitiremiyordu. Peki o “hayali” demokratik aşamaya ne oldu? Bir Marksistin bekleyeceği gibi demokratik aşama yalan oldu. Ne köylüye toprak dağıtıldı, ne feodal artıklar temizlendi, ne ulusal sorun çözüldü, ne ekonomik kalkınma başladı, ne emperyalizmin boyunduruğu gevşedi… 

Rusya’daki proleter devrim programını reddeden Narodnizme Lenin’in getirdiği “silahlı reformizm” ve Troçki’nin getirdiği “bombalı liberaller” eleştirisi küçük burjuvaziye dair evrensel bir eleştiridir ve bu öngörünün Nepal’de, Kolombiya’da ve dünyanın birçok bölgesinde gerçekleşmesi Marksistleri şaşırtmaz. 

Şimdi Maoist arkadaşlar diyorlar ki “NKP(M) revizyonist oldu, bu durum Maoizmi bağlamaz”. Ancak bağnaz bir cemaat üyesi bu sonucu çıkarabilir. Ne yani koca gerilla hareketi birden bire revizyonist mi oldu! Ya da ne oldu da revizyonist oldu, başlarına taş mı düştü! NKP(M) revizyonist oldu, Stalin öldü SSCB sosyal faşist oldu, Mao öldü Çin bitti! Bakın, olgusal gerçekleri bu şekilde pervasızca inkar etmek, düşünsel bir tutum olarak ele alınamaz, ancak düzdünyacılığın bir çeşidi olarak görülebilir. Bu konulara gireceğiz.

Maoist “Yeni Demokrasi” “Eski” Menşevizmden Ne Kadar Farklı?

Demokratik devrimi daha özgün birşeymiş gibi göstermek için Maocular “yeni demokrasi” lafını kullanmayı pek severler. Oysa demokrasi öyle “eski-yeni” gibi laf salatalarıyla değil sınıfsal içeriği ile tanımlanır. Marksistler meseleye hangi sınıfın demokrasisi diye bakar! Ayrıca bir şeyin başına “yeni” koyunce yeni olmuyor, nitekim Maoistlerin yeni demokrasi içeriği eski Menşevizmden başkası değil: Demokratik aşama, ilerici burjuvazi, 4’lü sınıf ittifakı gibi sınıf işbirlikçi bir içerik, Maoizmin Menşevizmle aynılaşmasını doğurur. “Yeni” demokraside yeni olan hiçbir şey yoktur, Rus devrim tarihini bilenler bunun Menşevik teori olduğunu bilir. NKP(M)’nin imza attığı tarihsel ihanet bu yeni demokrasi programının bir sonucudur: demokratik aşama, ilerici burjuvazi, 4’lü sınıf ittifakı…

Yazarımızın konular üzerindeki cehaleti öyle büyüktür ki yenilgiye uğrayan 1905 Devrimi’ni demokratik aşama olarak yutturmaya çalışıyor. Böylelikle 1917’deki sosyalist devrimden önce yaşanmış bir demokratik aşama icat ediliyor. Böylece tarih, dogmatik şemaya uymuş olacak. Ama ne uydurma! 1905 başarısız oldu ve gelmeyen demokratik devrimin sorunsalları da toplumun bağrında çözülemeden olduğu gibi kaldı. Demokratik devrimin görevlerini (toprak sorunu, feodallerin tasfiyesi, ulusal sorun, barış vb) yerine getirmek Ekim Devrimi’ne kaldı. Demokratik görevler ancak sosyalist devrim tarafından yerine getirilebilirdi. Ve Bolşevikler dünya devrimi için Komünist Enternasyonal’i örgütledi. İkide bir eşitsiz gelişmeden bahseden yazarımız eşitsiz bileşik gelişme yasasını bilmediği ve hatta bu konuda bir fikri dahi olmadığı için Kautsky’lerin Marksizme bulaştırmaya çalıştığı mekanik şemaları tekrar edip duruyor (Menşevizm, Stalinizm, Maoizm sırasıyla Kautsky’i tekrarladılar.)

Türkiye’deki Maoistler 2006 öncesi ve sonrasında Nepal’deki bu süreci alkışlamış, NKP (M) lideri Prachanda’yı Mao’dan sonraki en büyük Maoist ilan etmişlerdi! Yıllarca Nepal Devrimi diye ortalığı velveleye vermişlerdi! Derken NKP(M) seçimlerle iktidara geldi, burjuva partilerle koalisyonlar kurdu, kendilerine inananları hayal kırıklığına uğratıp yozlaşmanın dibini boyladı. Ardından da bir sürü bölünme geçirdi. Kaçınılmaz sonuçtu bütün bunlar. Yıllar sonra mızrak çuvala sığmayınca, kötü kokular etrafı basınca bir zamanların NKP(M) hayranları NKP(M)’yi revizyonist ilan ediverdiler. Ama revizyonizmin gerçekte Maoizmden kaynaklandığı gerçeği işlerine gelmedi. Nasıl olsa sorgulama ve eleştiri, dogmatizm lehine terk edileli bir asır geçmiştir. İhanete uğrayan Nepal Devrimi’nin teorik sonuçlarını araştırmak yerine her zaman yaptıkları gibi sorumluluğu bir günah keçisinin üzerine yıkarak dogmaya sarılmak işlerine geldi. Meşakkatli hesaplaşmalar, dogmatik gelenek yanlıları tarafından aforoz edilmeyi ve en büyük günah “Troçkizm” suçlamasını beraberinde getireceği için korkutucudur. Ne var ki dogmalara sarılarak bir yere varılamaz, yavaş ölümü tercih etmiş olursunuz ve sonucunda da “Troçkist hortlakların” dönüşünden dem vurursunuz.   

NKP(M) bir dizi bölünme ve birleşmenin ardından NKP(Maoist Merkez) adını aldı. Liderleri Prachanda 2008’den sonra kurulan 14 hükümette 3 kez başbakanlık koltuğuna oturdu. Son olarak 2022-2024 arasında hükümetin başına gelen NKP(MM) iktidar koltuğuna monarşist parti RPP’nin desteğiyle oturabildi. Yozlaşmanın seviyesini düşünün artık. Ayak oyunlarından müteşekkil burjuva politikasının gereği bu hükümet de dayanaksız çıkınca yerine başka bir Stalinist parti olan NKP-Birleşik Marksist Leninist (NKP-UML) geçti. Bu parti NKP(MM) den de daha yoz, daha neoliberal bir partiydi ve sonunda halk isyanıyla kepaze bir şekilde devrildi. Nepal’in çok paritli hayata geçtiği 17 yılda ana burjuva partisi Nepal Kongre Partisi ile birlikte dönüp dolaşıp iktidar koltuğuna oturan ve iktidarın nimetlerinden yararlanan ve doğal olarak ülkedeki yozlaşmadan sorumlu tutulan NKP(MM) ve NKP(UML) halk isyanının hedefi oldular ve en büyük aşağılanmayı da halk nezdinde yaşadılar. Bu utanmaz burjuva politikacılarda yüz ne arar dediğinizi duyar gibiyim.  

Şimdi bizden istenen Nepal tarihi ve baş aktörleri olan Stalincileri ve Maocuları eleştirmeyelim, eleştireceksek de Stalinist ve Maoist programı işin içine katmayalım. Kusura bakmayın arkadaşlar, devrimclik bu değil. Felanca revizyonist oldu diyip işin içinden sıyrılmak mümkün değil. Türkiye sosyalist hareketi bağnazlıktan çok çekti. 

Stalin Ölünce Revizyonist Kruşçev SSCB’yi “Sosyal Faşist Yapmış, Öyle mi?

Düzdünyacı arkadaşların bir başka günah keçisi Kruşçev’dir. Stalinciler SSCB’nin Kruşçev yüzünden rayından çıktığını anlatır, Maoistler ise işi daha ileriye götürür, SSCB “sosyal faşist” ve “sosyal emperyalist” ilan edilir. Sorumlu revizyonist hain Kruşçev’dir. Şimdi bu iki perspektife göre de Stalin büyük bir deha, büyük bir lider ama O’nun el verdiği “prensi” Kruşçev nasıl olmuşsa büyük bir hain olmuştur! Prensi diyoruz zira kurnazlık ve iyi yalaka olmak dışında hiçbir vasfı ve liyakatı olmayan Kruşçev, tam da Stalin’in himaye ettiği ve hızla en tepeye çıkardığı bir isim. Peki soralım Kruşçev ile birlikte Sovyetler’de üretim ilişkileri mi değişti, sınıfsal bir altüst oluş mu yaşandı da bir karşı-devrimden bahsediyoruz! Tam tersine Kruşçev ile birlikte SSCB’de hayatın örgütlenmesi, sınıfsal esaslar ve Stalinci politikalar olduğu gibi kaldı. Ama önemli bir husus vardı. SBKP yönetici elitleri, Stalin ölünce Stalinist terörü sonlandırmak için ortak hareket ettiler. Akıl almaz boyutlardaki ölüm makinası durmalı, devlet baskısı makul seviyelere düşürülmeliydi, çünkü bu boyutlardaki devlet terörü SSCB devlet aygıtına ve yönetici bürokrasiye zarar vermekteydi. SBKP’nin en tepesindeki Stalin’e en sadık isimler bile ertesi günü görüp göremeyeceklerini bilmiyordu, her an herkesin defteri dürülebilirdi. Bunu bizden değil, sadık bir Stalinci olan Molotov’dan da dinleyebilirsiniz. (Molotov Anlatıyor, F.Çuyev, Yordam Yayınları). Bu yüzden Stalin ölüdüğünde politbürodaki herkes ve bu arada diğer önemli kişilikler (Kruşçev, Molotov, Malenkov, Voroşilov, Mikoyan, Kaganaoviç, Bulgakin vb) Stalinci terörü devam ettirmesi beklenen en güçlü kişi olan kötü şöhretli NKVD lideri Lavrenti Beria’yı tasfiye etmek için birleşti. Beria o sıralar rejimin bel kemiği durumundaki devasa gizli polis ve istihbarat gücünü kontrol ettiği için SSCB’deki en güçlü kişiydi, bu yüzden SBKP liderliği Beria’yı devirmek için ordu destekli çok gizli bir operasyon yürüttü. Stalin tarafından dışlanmış olan İkinci Dünya Savaşı kahramanı general Zhukhov bu desteği sağladı ve politbüro toplantısını güvenilir subaylarıyla basarak Beria’yı ortadan kaldırdı. Bu riskli tasfiye operasyonu Stalinci bürokrasi için gerekli bir normalleşme adımıydı. Gerçekten de SSCB’de daha sonra hiçbir üst düzey yönetici infaz edilmeyecekti. Yüksek bürokrasideki manevralarıyla genel sekreter olarak başa geçen Kruşçev, Stalinci terörün bütün suçlarını Stalin’in omuzlarına yükleyip kendisini ve parti aygıtını aklamak için Stalin aleyhine konuşmalar yaptı ve devlet katında Stalin’in itibarını düşürdü (destalinizasyon). Gelgelelim SSCB’nin Stalinist çizgisi aynen devam ettirildi. Stalin sonrası devlet terörü azalsa da, bürokrasi hâlâ üretim araçları üzerinde mutlak kontrolü elinde tutuyordu. Terörün azalması devletin ve üretim ilişkilerinin doğasını asla değiştirmedi. SSCB’nin işçi sınıfını dışlayan, ezen, milliyetçi, kalkınmacı, polis devleti uygulamaları sürdü. Nasıl Stalin yönetimi 1945’te Yunanistan, İtalya, Fransa, daha öncesinde İspanya ve Çin’de devrimleri engellediyse SSCB’deki hakim bürokratik elitler de dünyadaki devrimleri kendileri için bir tehdit olarak görmeyi sürdürdüler ve buna uygun şekilde devrimleri baltaladılar. Yani Stalin ve Kruşçev arasında öz yönünden büyük bir devamlılık vardır. İnsancıl olarak geçinen Kruşçev, 1956’da Macar işçilerinin daha insancıl bir sosyalizm ve özyönetim istemleriyle başlayan (Tito ilhamı) isyanını ezmekte ve binlerce insanı öldürtmekte, yüz binlercesini sürgüne göndermekte tereddüt etmemiştir.   

SSCB’nin çözülmesinin gerçek politik-teorik-tarihsel sebepleriyle yüzleşmek istemeyen Stalinciler tarihsel sorumluyu buldular: Kruşçev revizyonizmi. Maoistler ise dediğimiz gibi Stalin sonrası SSCB’yi sosyal faşist ilan ettiler. Gerçekte Stalin biraz daha yaşamış olsaydı SSCB-Çin çatışması Stalin zamanında yaşanmış olacaktı ve Maocu cephede Stalin de düşman (revizyonist) ilan edilecekti. Stalin ile Mao arasındaki gerilimin uzun bir geçmişi vardır. Milliyetçi, süper devletçi ve otoriter kalkınmacı iki iktidar partisinin (SBKP ve ÇKP) Asya’daki jeopolitik çıkarlar ve dünya solu üzerindeki hegemonya mücadelesi için kapışmaları kaçınılmazdı.  

Mao Ölünce Çin’de Sosyalizm Bitti, Öyle mi?

Düzdünyacı arkadaşların bir diğer günah keçisi Deng Xioping. Çin konusunda hayal satanlar Mao’nun sosyalist prensiplere katı bir şekilde bağlı olduğunu, O’nun ölümüyle herşeyin bitiğini anlatırlar. Buna göre Çin’in serbest piyasaya açılmasının tüm sorumluluğu revizyonist Deng’e aittir. Oysa gerçekler bambaşkadır. Kültür Devrimi fiyaskosundan sonra ÇKP 1971-76 döneminde Mao liderliğinde keskin bir şekilde sağa kaymıştır. Mao’nun dünyadaki gerici diktatörlüklerle yakınlaşma politikası anlamına gelen üç dünya teorisi ve SSCB’ye karşı ABD ile stratejik ortaklık politikası Mao’nun eseridir. Yani Çin’in ABD egemenliğindeki dünya ekonomisine entegrasyonunun temellerini Mao atmıştır. 1971’de Kissinger’ın gizli Pekin ziyaretiyle başlayan diplomasi, 1972’de Nixon’ın Çin ziyaretiyle sonuçlandı. Bu Çin açısında tarihi bir kırılma anıydı. Böylelikle Çin’in küresel kapitalizme entegrasyonunun ideolojik, diplomatik ve ticari kanalları açılmış oldu

ABD-Çin yakınlaşmasının sonuçları oldukça çarpıcı olmuştur. ABD başkanı Nixon Vietnam kasabıydı, Vietnam Savaşı da bu sırada son dönemindeydi. Mao, ABD’yle iyi ilişkileri gereği Vietnam’a verdiği desteği kesmekle kalmadı Vietnamlılara “aşırı” isteklerinden vazgeçmeleri için baskı yapmaya başladı. ABD yenilip Vietnam birleştiğinde (1975), Çin bu başarıyı Sovyet etkisinin zaferi olarak değerlendirdi ve hiç hoş karşılamadı. 1978’de Vietnam, Kamboçya’yı işgal ederek Pol Pot rejimini (Çin’in desteklediği Kızıl Kmerler) devirdi. Düşünün bir “komünist” ülke başka bir “komünist” ülkeyi işgal ediyor. Komünizmin bu rejimler elinde ne kadar küçük düşürüldüğünü anlamak gerekir. Neticede Vietnam’ın bu hamlesi Çin’i öfkelendirdi ve 1979’da Çin Vietnam’a saldırdı (“Vietnam’a ders verme savaşı”). Savaş Mao’nun ölümünden (1976) sonra Deng Xiaoping döneminde yaşansa da savaşın kökeni Mao’nun Nixon’la başlattığı stratejik yönelimde bulunuyordu. Yani Mao ile Deng arasında devamlılık vardı. 

1973’te Şili’de sosyalist Allende’ye karşı gerçekleşen Pinochet (CIA) darbesini SSCB ve Küba kınarken Mao liderliğindeki Çin kınama yapmak şöyle dursun darbeden hemen sonra kanlı Pinochet rejimini resmen tanıdı. Bir başka örneği Afrika’dan verelim. Mao yönetimindeki Çin, Angola iç savaşında sosyalist MPLA ve destekçisi Küba ordusuna karşı ABD ve Güney Afrika’daki apartheid rejimiyle bir olup faşist UNITA’ya destek oldu(1975). Örnekler çoğaltılabilir, bu dış politika Mao sonrasında da devam ettirilmiş ÇKP ve desteklediği Afgan Maoist gerillalar ABD’nin emrindeki İslamcı cihatçıları desteklemiş ve askeri işbirliğine gitmiştir. Gelgelelim düzdünyacı arkadaşlarımız bizlere tertemiz bir Mao fotoğrafı sunuyor. Bütün suç hain revizyonist Deng’de. Size kim inansın! Bu kadar açıkları olduğu halde bizlere sataşıyorlar. Bu arkadaşları kendi tarihleriyle yüzleşmeye davet etmek gerekir.            

Troçkizm Tek Ülke Devrimlerini Yadsıyormuş, Sahiden mi?

Troçki tek ülkede devrimin başarısını, ayakta kalmasını öngörmüyordu. Kesintisiz devrim teorisini savunuyordu. Bu, özünde devrimi olanaksızlaştıran, bilinmez geleceğe erteleyerek fiilen devrim tasfiyecisi yaklaşım veya teoriydi, teorisidir.” Düzdünyacı yazarımız ne Lenin’den, ne Troçki’den ne de Marksist teoriden haberdar olduğu için bu şekilde atıp durmuş. Fazla uzatmadan bu cehalete cevabı Lenin’den verelim:

“Sadece bir devlet içinde yaşamıyoruz, bir devletler sisteminde yaşıyoruz. Sovyet Cumhuriyeti’nin uzun bir süre boyunca emperyalist devletlerle yan yana var olması düşünülemez. Sonunda, ya bir taraf ya da öteki taraf galip çıkacaktır.” (Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) 8.Kongresi, Mart 1919)

Yazar tek ülkede sosyalizm bakın nasıl da kuruldu diyor ama bir yandan da aynı yazıda SSCB’de 1956 itibariyle bir karşı devrim yaşandığı söylüyor. E, o zaman Troçki haklı çıkmış olmuyor mu! Yazar yine aynı yazıda 1976’da da Çin’deki “karşı devrimi” vurguladığına göre Troçki Çin’de de haklı çıkıyor. Devrimler dünyayay yayılmadığı için ne SSCB’de ne Çin’de sosyalist iktidarlar 30 yılı görememiş, kapitalizm karşısında yenilgiye uğramış. İnsan bu tutarsızlıklar karşısında gülümsemeden edemez. 

Gerçekte olanaksız olan sosyalist bir iktidarın tek bir ülkede ayakta kalmasıdır. Bir ülkede iktidarı ele geçiren işçi sınıfı kendi iktidarını savunmak için devrimleri başka ülkelere yaymak zorundadır. Troçki’nin dediği şey basitti: işçi sınıfı iktidarının kalıcı olabilmesi için devrimsel süreçlerin uluslararası ölçekte yayılması gerekir. Troçki’ye göre Sovyet devleti dişiyle tırnağıyla kendisini savunmalı ve bunu yaparken bir yandan da tüm kapasitesiyle sosyalist dünya devrimi için mücadele etmeliydi. Tek bir ülkeye sıkışan işçi devleti, çevredeki kapitalist devletlerin askeri, ekonomik, diplomatik, kültürel kuşatması altında olacaktı. Bu yüzden Troçki, dünya devrimini vurgulayarak, işçi iktidarının güvenceye alınması ve işçi sınıfının küresel düzeyde örgütlenmesi gerektiğini savunuyordu; aksi takdirde bürokratik yozlaşma ve izolasyon riski kaçınılmazdı. Troçki’ye göre SSCB, Lenin dönemindeki politik esaslara göre yönetilmeliydi. 

Devrimlerin yayılması zorunluluğu Troçki’nin bulduğu, Troçki’ye has bir fikir değildir. Marksist dünya görüşünün iktisadi, felsefi ve politik temelleriyle “tek ülkede sosyalizm” dogması arasında uzlaşmaz çelişkiler vardır. Politik teoriler toplumsal çıkarların bir yansımasıdır. SSCB’de işçi sınıfının devrimden hemen sonra bir sosjolojik grup olmaktan çıkacak şekilde atomize olması, buna karşın bu boşluğu çok güçlü bir bürokratik aygıtın doldurması ve yönetici bürokratların kendi toplumsal ayrıcalıklarının farkında olan bir gruba dönüşmesinin sonucu olarak tek ülkede sosyalizm sözde teorisi resmi devlet politikası olarak benimsenmiştir. Diğer taraftan Marksist ilkeler açısından işçi devrimlerinin yayılması zorunluluğu tartışma konusu bile değildir. Bu yüzden de Marksistler en başından itibaren Enternasyonal olarak örgütlenmiştir. Lenin döneminde Komünist Enternernasyonal dünya devrimini gerçekleştirmek ve işçi-emekçi devrimlerine liderlik etmek için kurulmuştur. 1920’de kurulan ilk TKP’nin “amele-reçber şuraları hükümeti” ve “cihan komünizmine” dayanan programı hatırlanmalıdır. Bu düpedüz sürekli devrim programıdır.   

Komintern’in 1922 yılında toplanan IV. Kongresi, Lenin in kaleme aldığı bir kararda şu satırlara yer vermiştir:

Birinci Dünya Kongresi, proleter devriminin hiçbir zaman tek ülke sınırları içinde muzaffer olamayacağını, ancak uluslararası ölçekte ve dünya devrimine ulaşarak zafer kazanabileceğini bütün ülkelerin proleterlerine hatırlatır.

Lenin yine aynı kongrede, uluslararası durumu değerlendirdiği bir başka konuşmada ise şunları söyler :

Dünya devrimi çok uzak değildir, ama özel bir takvime göre de ilerleyemez. İki devrim yaşamış olan bizler bunu anlayabiliriz. Ancak biliyoruz ki, her ne kadar emperyalistler dünya devrimini bastıramazlarsa da, bazı ülkeler muhtemelen yenilgiye uğrayacaktır, hatta daha büyük kayıplar bile mümkündür.

Lenin’den ve Komünist Enternayonal programlarından dünya devrimi vurgusuna dair bir dolu alıntı yapabiliriz. Görüldüğü gibi sosyalist dünya devrimi fikri Troçki’ye özgü olan birşey değildir. Ama 20.yy boyunca Stalinizmin revizyonist çarpıtmaları, anti-Troçki karalama kampanyası içerisinde kendisini gizledi. Böylelikle “sosyalist dünya devrimi” hedefi Troçki’nin buluşu olarak, Troçkizmle mücadelenin gereği olarak mahkum edildi. Yerine ulusal programlar, yurtsever tantanalar ve sınıf işbirliği politikaları kondu. Buna karşı çıkan “Troçkizm” şeytanlaştırıldı. Oysa sosyalist dünya devrimi fikri Marksist Leninist programın ayrılmaz parçasıdır. Aslında şeytanlaştırılan Troçki şahsında Marx ve Lenin’in devrimci öğretilerinden başkası değildi. Bugün, 20. yüzyıldan günümüze uzanan teorik çarpıtmaları temizlemek; kimlikçiliğe ve sınıf işbirlikçiliğe karşı mücadele etmek; yerine proleter devrimi merkeze alan, enternasyonalist komünist bir gelenek inşa etmek gerekiyor. 

Cevap bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir