Sosyalizm Kazanacak!
/ Derya Koca / Popüler Ama İddiasız: Kadın Mücadelesinin İdeolojik Sorunları ve Pratik Yansımaları – Derya Koca

Popüler Ama İddiasız: Kadın Mücadelesinin İdeolojik Sorunları ve Pratik Yansımaları – Derya Koca

on 24 Haziran 2020 - 19:34 Kategori: Derya Koca, Kadın, Manşet, Polemik, Seçme Yazılar

Bu yazı Marksist Bakış dergisinin 68. sayısında yayınlanmıştır.

Kadın özgürlük ve eşitlik mücadelesinin dünyanın farklı yerlerinde, farklı karakterlerle ama temelinde benzer karşıtlıklar ve taleplerle yükseldiği bir dönemden geçiyoruz. Neoliberalizmin 2008 krizi sonrasında birçok ülkede sağ siyasetçiler, emekçilere karşı saldırgan sermaye programları ve cinsiyetçi ideolojileriyle iktidara geldiler.

Cinsiyetçiliğin en kışkırtıcı halleriyle bu liderler, yeni bir tepki hareketinin tetikleyicisi oldu: Trump’ın Beyaz Saray’a çıktığı gün yüz binlerce kadının ABD’de sokağa dökülmesi, Brezilya’da Bolsonaro’nun karşısında kadınların tepkisel eylemler örgütlemesi, Türkiye’de AKP iktidarı boyunca giderek kötüleşen kadın sorununa bir tepki olarak kadın hareketinin yaygınlaşması ve şekillenmesi gibi… Türkiye özelinde AKP, azılı bir neoliberal programı sermaye lehine en sert şekilde uygularken bir yandan da toplumsal muhafazakârlaşmanın, şiddetli yoksullaşmanın, toplumsal kutuplaşmanın, yaşam tarzları üzerinde yaratılan baskının ve kadın düşmanlığının yarattığı toplumsal yıkıntıyı da topluma armağan etmiş oldu.

Türkiye’de – varlığını sadece 8 Martlarda görebilmiş olsak da – bir kitle hareketi anlamındaki kadın hareketi 1990’lar itibariyle ortaya çıkmasına rağmen AKP iktidarının yoğun saldırıları altında kadın mücadelesi tarihsel bir ivme yakaladı. Dünyada da benzeri bir durum söz konusu. Hatta bazı feminist yazar ve aktivistlere göre,  farklı ülkelerden yükselen kadın eylemleri, sosyal medyanın gücü ve feminist söylemin sanat, siyaset, basın gibi alanlarda popüler bir söylem haline gelmesi dördüncü dalga feminizmin doğduğuna işaret ediyor.

Kadınların öfkesinin biriktiği, kadın eylemlerinin yaygınlık kazandığı, İrlanda’da kürtaj referandumunun kazanıldığı, İzlanda’da eşit ücret grevinin ve Hindistan’da toplu tecavüz vakalarına karşı kitlesel eylemlerin gerçekleştiği, Arjantin’de yine kürtajın yasal ve kamusal bir hak olması için verilen muazzam “Yeşil Dalga”nın yükseldiği bu dönem, dünyada eşitlik isteğinin canlanışının apaçık ifadesi. Türkiye’de de OHAL döneminde bile “tecavüze af yasası” diye bilinen yasaya karşı, kadınlar meclis kapısında çok önemli eylemlere imza attılar.

Mücadele dalgasının hâkim karakteri; kadınlara, trans ve eşcinsel bireylere karşı gelişen saldırılar karşısında bir savunma hali. Sosyalistlerin büyük etkisinde milyonları sokağa döken kürtaj hakkı mücadelesinin gerçekleştiği Arjantin[1]’i ve İrlanda[2]’nın kürtaj referandumu sürecini dışarıda bırakarak söylersek, dönemin kadın hareketi bir savunma hareketi. Bugün kadın hareketinin dünya çapındaki kitleselleşme eğilimlerinin geniş bir kesime hitap etmeye başlamasına rağmen; kazanılmış hakları savunmanın ötesinde, yeni talepler için sistematik bir mücadeleyi yükselten bir kadın hareketi yaratılamıyor. Bunun nedenlerini bu yazı içinde ele almak niyetindeyim.

Sağın hâkim olduğu, sınıf mücadelesinin ise tarihsel olarak son derece zayıf olduğu bir dönemdeyiz. Buna rağmen kadın hareketinin olumlu bir ivme kazanması, sınıf mücadelesinin büyümesine ve toplumsal mücadelenin canlanmasına katkı sağlayacak bir noktada duruyor. Bu sebeple Türkiye’de -elbette dünyadaki genel eğilimin de bir parçası olarak- yükselen eşitlik mücadelesinin ideolojik, politik ve örgütlenme sorunlarına eğilmek sadece kadınların değil tüm ezilenlerin ve emekçilerin geleceğine dair diğer hayati sorulara da cevap vermenin bir ayağı olarak görülebilir.

Sorularımız şunlar: Kadın hareketinin yaygınlaşmasına rağmen kadın sorununun giderek daha da çetrefilli bir hal almasına neden olan ve kazanımlar elde etmenin önünde engele dönüşen ideolojik sorunlar nelerdir? Kadın mücadelesinin geniş bir meşruiyet kazandığı, sempati ile desteklendiği bir dönemde kadınlar toplumsal özgürlük mücadelesinin genel seyrini nasıl ilerletebilir? Bu sorulara yanıt ararken kadın mücadelesinin aktörlerinin politik niteliği ve programı ile bu meselede solun konumunu incelemek durumundayız.

Emekçiler ve Ezilenlerin Ayrışması

2008 krizi sonrasında dünyanın dört bir yanında aşırı sağın yükselmesi, işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve radikal solun – özellikle Batı Avrupa’da – tarihsel krizi nedeniyle mümkün oldu. Olağan toplumsal akışı bozan; şiddetli yoksullaşma, işsizlik, güvencesizlik ve geleceksizliği beraberinde getiren derin ekonomik buhran, politik olarak radikal uçları beslerken sosyalist hareketin yaşadığı geri çekilmeyle meydan sağa kaldı.

Kadınlar aşırı sağın yükselişine ideolojik ve örgütsel anlamda son derece zayıf bir biçimde yakalandı. Kimlik politikalarının kadın hareketine hâkim olduğu son 40 yıl boyunca kadın ve LGBTİ mücadelesi sistem karşıtı bir radikalizmden koptu, kimlikler etrafında kurulan gerilimlere teslim olarak bölündü, “büyük anlatılar” denilen kurtuluş ideolojilerinin reddi ile küçük aktivizm gruplarının düzen içindeki adacıkları asıl mücadele hedefine dönüştü. Sol, bu dönüşümün hem bir parçası hem de örgütleyicisi olarak kendi yenilgisini de pekiştirdi.

1980’lerden itibaren post-modernizmin zokasını yutan solda kimlik merkezli bir anlayış hâkim[3]. Bu durum, “ezilenlerin hassasiyetlerini sosyalist programa dâhil etme” olarak sunulsa da bugün sosyalist çevrelerde kimliklerin gerilimleri etrafında şekillenen bir siyaset mevcut. Sol bu süreçte emekçilerin gözünden dünyaya bakmayı bıraktı. Aynı zamanda post-modernizmin topyekûn değişim idealini (kurtuluş ve devrim fikrini) yeni bir tahakküm kurma ve otoriterlik çabası olarak suçlayan anlayışı belli ölçülerde sola sızdı. Bu anlayış, küçük ve yerel olanın esas kabul edildiği, mücadelenin yerel ve küçük kazanımlara odaklandığı, yaşam tarzlarının segmentlerine ayrılmış bir parçalı yapı olarak görüldüğü toplumda mücadelenin de yaşam tarzları etrafında örüldüğü bir kısırlık ortaya çıkardı.[4] Bu kaymanın kadın hareketine yansıması, kadın mücadelesinin sistem karşıtı bir temelden örgütlenmesinin bırakılarak aslen kişiler arası ilişkiler alanına yönelik taleplere, dolayısıyla da erkeklerle karşıtlık ilişkisine sıkıştırılması oldu. Sistem karşıtlığı otoriterlik olarak görülerek, kadınlar ve erkeklerin karşıtlığına dönüştürülen garabet yaklaşımın sosyalist sol içinde hegemonya kazanması mücadele açısından ciddi bir fiyasko.

İşçi sınıfını kapitalist düzeni yıkmak ve yeni bir dünyayı inşa etmekte asıl özne olarak kabul eden sosyalist program sol cephede büyük oranda kenara atılalı yıllar oldu. O günden bu yana sol ciddi bir zayıflama içinde. Solun önemli bir kısmı enerjisini kimlik mücadelelerine harcamakta. İşçiler de en iyi durumda bu kimliklerden biri olarak gündeme gelebiliyor ama kimlikler skalasında erkek, beyaz, homofobik, milliyetçi diye etiketlenerek[5]. Ve egemenler bu durumdan son derece mutlu. Düzenin daha işine gelen bir “sol” politika olamazdı. Sözün kısası, kapitalist düzeni değiştirebilecek asıl aktör olan emekçiler yok sayılırken ortak bir davada birleşmeyen ve birbirinin kurduna dönüştürülen kimlikler etrafında bölünmüş bir ezilenler mücadelesi önümüze konuluyor.

Feminizm de bu dönüşümden ciddi biçimde nasibini aldı. Her ne kadar sağdan sola geniş bir skalada farklı versiyonları var olsa da feminist yaklaşımların ortaklaştığı ideolojik temel patriarşi teorisi. 90’larla birlikte yükselen ve kimliklerin kendi içindeki savaşını salık veren ayrıcalıklar teorisi, patriarşi teorisiyle çok uyumlu iki dost oldu. Bunlara, post-modernizmin büyük anlatıların bittiği, sınıf mücadelesinin geçerliliğinin kalmadığı, evrensel bir kadın sorununun var olamayacağı düşünceleri eşlik etti. Deneyim odaklı kimlik tanımlamaları, her türden cinsel kimliğin farklı ezilme biçimleri deneyimlediğini söyleyerek ezilenlerin ortak mücadeleler örgütlemesinin imkânsız olduğunu savunmaya yol açtı. Geleneksel piyasacı sağcı düşüncenin “insan insanın kurdudur” tezi, “kimlik kimliğin kurdudur” tezine mükemmel şekilde uyum sağladı. Sonuç olarak, emekçiler ve ezilenler bu aşırı sağ dalgaya karşı ideolojik ve örgütsel anlamda son derece savunmasız hale getirildi. 

Patriarşi Teorisi

Feminizm, farklı yorumlarla çeşitli kollara ayrılsa da ortak hareket noktası kadın-erkek karşıtlığını temel alan patriarşi teorisidir. Patriarşi teorisi, toplumun hâkim üretim biçimi ne olursa olsun asla değişmeyen bir erkek egemenliği var sayar; bu, erkeklerin ayrıcalıklarını ortak çıkarlar etrafında devam ettirdikleri bir düzendir. Yani kadının ezilmesinin nedeni bizzat erkeklerdir ve bu, tarih boyunca şekil değiştirse de içerik olarak aynı kalmıştır.

Marksizm’le Feminizmin Mutsuz Evliliği eseri ile çokça bilinen ve kendisine Marksist Feminist diyen Heidi Hartmann (2006: 29-30), ‘patriarşi’yi şu şekilde açıklar: 

Patriarka’yı yararlı bir biçimde, maddi temeli olan ve hiyerarşik olsa da erkekler arasında, onların kadınlara egemen olmalarını sağlayan bir karşılıklı bağımlılık ve dayanışma kuran ya da yaratan erkekler arası toplumsal ilişkiler dizisi şeklinde tanımlayabiliriz. Patriarka hiyerarşik olsa da ve farklı sınıflardan, ırklardan, ya da etnik gruplardan erkeklerin patriarka içinde farklı yerleri bulunsa da, erkekler aynı zamanda kadınları üzerindeki egemenlik ilişkilerini paylaşma bakımından birleşmişlerdir; bu egemenliği sürdürmek için birbirlerine bağımlıdırlar. Hiyerarşiler en azından kısmen “işler”, çünkü statükoda müktesep çıkarlar yaratırlar. Üst düzeydekiler alt düzeyde yer alanlar üzerinde iktidar sahibi olma fırsatını sunarak ‘satın alabilirler’. Patriarka hiyerarşisinde, bütün erkekler –patriarka hiyerarşisindeki konumları ne olursa olsun- en azından bazı kadınları denetleyebilme karşılığında satın alınırlar… Erkekler (hiyerarşik düzenlerine karşın) kadınlar üzerindeki denetimlerini sürdürmek için birbirlerine bağımlıdırlar.

Feminist literatüre göre kapitalizmde birbirinden bağımsız iki tür üretim biçimi vardır: üretim ve yeniden üretim. Ekonomik toplumsal üretim anlamındaki “üretim”  kapitalistlerin alanı iken patriarşinin devamını sağladığı asıl yer, temel olarak evdir yani “yeniden üretimdir.” Christine Delphy’e göre (1984: 69) kapitalizmde patriarşi, ailedeki, yani evdeki “yeniden üretim” alanında kendisini gösterir:

Toplumumuzda iki tane üretim biçimi vardır. Pek çok mal endüstriyel biçimde üretiliyor. Ev içi hizmetler, çocuk bakımı ve bazı mallar ise aile içinde üretiliyor. Birinci tarz üretim biçimi kapitalist sömürünün artmasını sağlıyor. İkincisi ise ailevi, diğer adıyla, ataerkil sömürünün artmasına yarıyor.

Yani, bu iki ayrı üretim biçiminin ilkinde erkek ve kadın işçiler sömürü ilişkisi ile birbiriyle ortak çıkar sahibi olarak patronların karşısında yer alırken evde artık hiçbir ortak çıkarları bulunmaz. Dahası erkeklerin, kapitalizmin çıkarına kurulu bu mekanizmada kapitalizmden çıkarları vardır; “erkeklerin zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri de vardır. Ve erkekler, biz kadınlar onların bilincini yükseltsek de kurulu düzenden yana tavır alabilir” (Hartmann, 2006: 70).  Erkek işçi sömürülüyor olsa bile burjuvazinin kadınlara daha az ücret ödemesi, “kadın emeği üzerinde erkek kontrolünü sürdürmede daha da önemli bir role sahip çünkü kadınlar artık giderek daha fazla çalışıyor” (Hartmann, 2006: 55). Bu bakışa göre kadınlar ise çıkar ortaklığına dayanan bir kız kardeşlik bağı ile birbirlerine bağlılar. Patriarşi teorisinde sınıfsal ayrımlar önemsizleşmiş, kadınlar sınıfları dikey kesen bir toplumsal grup olarak mücadelenin ana öznesi konumuna getirilmiştir. 

Patriarşi yaklaşımına göre kadınların ezilmesinin sebebi erkeklerdir. Kadın-erkek karşıtlığını merkeze koyan bu kavrayış, mücadelenin mutlak biçimde ayrıştırılması noktasına varmaktadır. “Kadınların ezilmesinden çıkarı olanlar, mücadelede yer alamazlar” anlayışı kadınların toplumsal düzene yönelik öfkesinin tam anlamıyla erkeklere yönlendirilmesine neden olur. İkinci dalga feminizmin içinden yükselen ayrılıkçı feminizm akımları toplumsal gerçeklerden öylesine kopmuş durumdaydı ki Kate Millet Cinsel Politika (1971) kitabında kadınlar arasında büyük sınıfsal farklar olmadığını iddia edecekti. Kate Millet’in görüşleri, radikal feminizmin oluşmasında son derece etkili olmuştur ve bir köşe taşı eseri olarak kabul görmüştür.

New York Radical Women, Redstockings ve New York Radikal Feministleri’nin kurucu üyesi olan Shulamith Firestone, 1971’de ABD’de yayınladığı ve ikinci dalga feminizmin büyük metni haline gelen Cinselliğin Diyalektiği: Kadın Özgürlüğü Davası’nda  (1993) tarihin dinamiğinin cinsel mücadele olduğunu iddia etmiştir. Firestone’a göre cinsiyet eşitsizliği sınıflı toplumlarla birlikte ortaya çıkmamış, tarih boyunca her zaman var olmuştur. Cinsiyet eşitsizliğine tarih üstü bir nitelik atfedilir ki bu da eşitsizlik durumu sınıflı toplumların ortaya kalkmasıyla değişmeyecek demektir. Peki, meselenin kaynağında ne vardır? Biyoloji. Kadın ve erkeğin biyolojisi var oldukça; kadın doğurma lanetini taşımaya devam ettikçe erkeğin kadın üzerindeki konumu sürecektir. Çözüm için erkeklerin doğum yapmasını mümkün kılacak bir teknolojik gelişime ihtiyaç vardır. İşte bugün solun referanslarına giren Firestone’un düşünceleri sınıfsal bakışa ve tarihsel gerçekliğe bu denli karşıt bir noktadan gelişmiştir.

Firestone’un radikal feminist düşüncesinin erkeklerin büyük tarihsel ittifakı ve çıkar ortaklığı iddiasını tersinden ele alalım: Tüm erkeklerin kadınlar karşısında ortak çıkarları varsa kadınların koşullarındaki iyileşmelerden zarar görmeleri ya da kötüleşmelerden ise kazançlı çıkmaları veyahut en azından zarar görmemeleri gerekmez mi? Kriz zamanlarında işten atılan öncelikli olarak kadın işçiler olurken geride kalan erkek işçiler işsiz kalan eşlerinin de yaşamsal sorumluluklarını üstlenerek daha ağır bir yükle çalışmak zorunda kalmıyor mu?  Soruyu bir adım daha ileri taşıyalım; burjuva aile, yani kadınların hapishanesi ortadan kaldırıldığında; çocuk ve yaşlı bakımı toplumsallaştırıldığında, yemekhaneler, kreşler, çamaşırhaneler kurulduğunda, erkek işçilerin somut çıkarına mı olacaktır zararına mı? Ya erkek patronların? İlki, bu düzende aslında ailenin bir parçası olarak zaten taşıdığı yüklerden de kurtulacağı için özgürleşecek, ikincisi de bu düzen kurulurken sınıfsal tüm ayrıcalıklarını kaybedeceği için durum hiç de çıkarına olmayacaktır. Çünkü kreş, yemekhane gibi toplumsal hizmetlere aktarılacak büyük kaynaklar, bugün o zenginlikleri ellerinde tutan burjuva sınıfın mülkiyetine el konularak yaratılacaktır. Kadının ezilmesini hayal mahsulü komplo teorisi mertebesine ulaşmış iddialarla açıklamaya çalışmanın kimseye bir faydası yoktur.

Radikal feminizm, yukarıda da görüldüğü üzere feminizmin patriarşi teorisi üzerinden getirdiği açıklamanın en uç örneği. Radikal olarak adlandırılması ise erkeklerle radikal biçimde ayrışmasından ileri gelmektedir. Devrimci bir radikalizm taşımasından değil.

Ayrıcalıklar Teorisi ve Kimlikler

Ezilen kimliklerin kendi aralarında bir hiyerarşiye tabi olduğunu ve her ezilen kimliğin aslında bir başka kimliği ezdiğini iddia eden ayrıcalıklar teorisi, mücadelenin birleşikliğini imkânsız kılacak ayrışmacı bir bakış açısı ortaya atar.

Ayrıcalıklar teorisine göre, hâkim kimlikler (beyazlar, erkekler, ABD’de Hristiyanlar, Türkiye’de Sünni Müslümanlar, heteroseksüeller gibi) diğer kimliklere göre ayrıcalıklara sahiptir. Beyazlar siyahlara, cis-genderlar (toplumsal ve biyolojik cinsiyeti aynı olanlar) transeksüellere, erkekler kadınlara göre ayrıcalıklıdır. Neredeyse her bir kimlik bir başka kimliğin ezilmesinden sorumludur; çünkü her kimlik sahip oldukları ayrıcalıklar etrafında eşitsizliklerin sürmesinden çıkar sahibidir. Bu anlayışın mücadele alanında yarattığı bazı ciddi sorunlar vardır. Birincisi, bu yaklaşıma göre ezilmeyen kimlikler zaten mücadelenin bir parçası asla olamazlar; çünkü onların ayrıcalıkları vardır. İkinci olarak, hiçbir kimliğin bir diğeri ile ortak mücadelesi mümkün değildir (Choonara& Prasad, 2014). Örneğin bu bakışa göre heteroseksüel bir feminist, biyolojik cinsiyetinin de kadın olması ve toplumda genel kabul gören heteroseksüel cinsel kimliğe sahip olması nedeniyle trans bir lezbiyen kadının ezilmesine neden olan “heteroseksüel normları” yeniden üreterek onun ezilmesine neden olur. Cinsiyetçi düşüncelerin ve cinsiyet rollerinin toplumda dayatılmasının somut zemini, tarihsel bağlamı ve nedenleri basit biçimde diğerinin kendi var oluşuna indirgenir. Bu örnekte de görüldüğü gibi heteroseksüel bir cis kadın olmak adeta bir kabahate dönüşür.

Ayrıcalıklar teorisi, mücadelenin keskin biçimde ayrıştırılmasına dayandığından her kimliğin diğerine neredeyse öfkeyle yaklaşmasına neden olan bir agresiflik ortaya çıkarmıştır. Sokak mücadelesinde bunun can sıkıcı pek çok örneği yaşanmaktadır. Adeta tüm ezilenler birbirinin kurdu ilan edilmekte, ezilmekten ileri gelen kader ortaklığı fikri ve ortak mücadele zemini tamamen yok edilmektedir. Çoğu zaman aktivistler arasında bir duygudaşlık bile hissedilmemektedir.

Teorik anlamda da ayrıcalıklı olduğu iddia edilen kimliklerin gerçekten ne kadar “ayrıcalıklı” olduğu baştan sonra tartışmalıdır. Sınıfsal çelişkiler gibi merkezi çelişkileri tamamen reddeden postmodern öğretinin mikro ölçekli ve birey merkezli yaklaşımından beslenen ayrıcalıklar teorisi, ezilme ilişkisini toplumsal yapılardan ziyade bireyler arası ilişkilerden kaynaklanan bir ilişki olarak görmektedir.

Kadın mücadelesinde erkeklerin asla yerinin olamayacağına dair sert politik tavır sadece patriarşi teorisinin değil ayrıcalıklar teorisinin de bir sonucu olmuştur. Feminizmin daha sol versiyonları erkekleri de toplumsal cinsiyet rollerine karşı mücadelede bir unsur olarak kabul ederken ayrıcalıklar teorisinden beslenenler açısından bu durum söz konusu bile olamaz.

Ayrıcalıklar teorisi ve patriarşi teorisi, 1990’lar itibariyle LGBTİ mücadelesi içinden farklı yaklaşımlarla dallandı. Judith Butler 1990’da, yayınlandığında Queer teorinin öncü metinlerinden kabul edilen Cinsiyet Belası (2008) eseri ile feminizmle post yapısalcılığın bağını kuran isim oldu. Cinsiyet tanımlarından ve rollerinden kurtulmak için yaşam tarzı temelli bir reddedişin neredeyse yeterli görüldüğü bu romantik idealizm, dünya çapında çok büyük alıcı kitlesi buldu. Ve hiç de Butler’ın iddia ettiği gibi cinsiyet kimliklerinin reddedilmesini ve cinsiyetsizliği ortaya çıkarmadı. Aksine giderek daha da saldırgan bir kimliksel kutuplaşma gerilimine tuz biber ekti. Haziran 1990’ında New York Pride yürüyüşünde Queer Nation üyelerinin dağıttığı manifestonun başlığı şuydu: “Düzcinsellerden (Heteroseksüellerden) Nefret Ediyorum” Son cümlesi ise şöyle: “Düşmanının kim olduğunu biliyorsan savaşmak daha kolaydır. Düzcinseller senin düşmanındır.”[6]

Bu yaklaşım eskide kalmış değildir. Bugün Türkiye’de kadın ve LGBTİ+ hareketinde öyle derin bir etkisi vardır ki geçtiğimiz aylarda (2019 yazı) yapılan cis-trans kadın tartışmalarında da kendisini göstermiştir. Hangi sınıfa mensup olursa olsun heteroseksüel erkeklerin ve hatta kadınların ayrıcalıklara sahip olması iddiası toplumsal gerçeklikten tamamen kopmuş bir iddiadır. Erkek işçilerin ayrıcalıklarından bahsedenler ortalama ücretlerin açlık sınırına dayandığı bir ülkede kendisine dayatılan aileyi geçindirme rolünü yerine getiremediği için intihar eden, kendisini yakan erkeklerin de ayrıcalıklara sahip olduğunu düşünüyor mu? İşçi sınıfı erkeklerini burjuva erkeklerden ayırmayan toptancı bakış, erkeklerin ortaklaşa kadınları ezdiğini iddia ederken tüm kadınları da otomatikman ilerici ilan eden topyeküncülüğe kolaylıkla savrulabiliyor.

Sınıfsal temellerden dünyaya bakmayı reddetmek ve dünyanın cinsel ezilme etrafında kurulduğunu iddia etmek öylesine kendinden menkul bir dünya tahayyülü yaratmaktadır ki düzenin asıl ayrıcalıklılarına karşı ezilenlerin tam anlamıyla duyarsız, apolitik, savunmasız kalmasına neden olur. Aksine kapitalizmde ayrıcalıkların giderek daha az insanın elinde toplanması, kendi hayatlarını da etkileyen merkezi bir sorun olarak ezilenlerin gündemine girmek zorundadır. Lindsay German (2006) şu noktaya özellikle dikkat çeker:

Kapitalizmde işçinin tek değeri kendi emek gücünü satabilmesidir. Bu yeteneği çeşitli nedenlerle bittiği zaman, yaşlılıktan, hastalıktan ve pazarda emek gücü fazlalığı olduğundan işçiler, kendilerine çalışırken verilen kırıntılardan bile mahrum bırakılırlar. Emek güçlerini satamayacak yaşa gelince, para kazanan dolayısıyla harcayabilen durumdan çıktıkları için kapitalist toplum tarafından değersiz kabul edilirler. Bu durum feodal toplumda tamamen karşıtıydı, orada yaşlı erkekler (ataerkil ailenin başı), genelde ailede gücü elinde bulunduran kişiydi. Ancak kapitalizmin en önemli özelliklerinden biri, işçi sınıfının güçsüzleştirilmesidir.

Oysa post-modernizmin farklı varyasyonlarının bileşimi olan yaklaşımlar, idealist biçimde bireyleri, kendi önyargılarından asla kurtulamayacak ya da diğerinin ezilmesindeki rollerini asla reddetmeyecek kişiler olarak görerek derin bir karamsarlıktan beslenir: Erkekler değişmeyecektir; Türkler ırkçıdır ve hep öyle kalacaktır; Sünniler yobazdır… Türkiye’deki kimlik kutuplaşmaları içinden daha pek çok örneğini bulabiliriz. Bu anlayıştan toplumsal değişimin olanaksızlığı çıkar (Choonara & Prasad, 2014). AKP karşısında toplumsal muhalefetin derin bir karamsarlık içinde olması da bu ideolojik zeminden kaynaklanmaktadır.

Kadın hareketi açısından ayrıcalıklar ekseninin yarattığı sıkıntı, düzen karşıtlığının ortadan kaldırılması olmuştur. Eğer ezen kimlikler ayrıcalıklarını her ne pahasına olursa olsun koruyacaksa mücadelenin en iyi yöntemi, ezilen kimliklerin “ezenleri” dâhil olmaktan men ettikleri kendi küçük adacıklarını oluşturmaktır. Bu adacıklar hiç de öyle düzene meydan okumak amacı ile savunulmaz; aksine o adacığın dışındaki yaşama müdahale etmek amacından vazgeçmek anlamına gelir.

Ayrıcalıklar teorisi ve radikal feminizmin salık verdiği ayrışmacı mücadele yönteminin yaşamda bir karşılığı bulunmamaktadır. Kadın ve erkeği toplumsal yaşamın içinde birbirinden tamamen koparmak ne kadar mümkün olabilir ki? Bu mümkün olmadığı için de radikal feminist gruplar kendi küçük dünyalarını yaratmayı, toplumda geniş kesimlerin dönüşümü mücadelesine tercih ederler. Bu politik çizgide yoksul emekçi kadının değil, üst-orta sınıf kadınların yaşamları merkezdedir. Kadınların çoğunluğunun bu “özgürleşme”de yeri yoktur. “Büyük anlatıların” devri bittiğine göre, kendimizi kurtarmanın yoluna bakabiliriz! Bugün ne yazık ki özellikle Batı solunda ve Türkiye’de kimlik hareketlerinde gelinen nokta acı biçimde budur. Hal böyle olunca kadınların sorunlarının toplumsal bir sorun olarak örgütlenmesi konusunda başarısız olmasında şaşılacak bir yan yoktur.

Ne Patriarka Ne Ayrıcalık!

Günümüzde kadın hareketinin sadece kadın cinayetlerine ve kadına yönelik şiddete yani (tıpkı ev içi emek tartışmasında olduğu gibi) sadece erkek ile kadının karşı karşıya getirilmesine uygun konuları gündeme alması tesadüf değildir. Sorun, rejimin yargısıyla, ideolojisiyle ve iktidarı ile kadınları organize biçimde katletmesi değildir. Ortak mücadele platformlarında merkezi bir iktidarın varlığını, merkezi çelişkileri dahi kabul etmemek için AKP iktidarının adını dahi anmamak gibi bir siyasi tercih varken şiddetin erkek bireyler temelinde açıklanması ciddi zaaflar yaratmaktadır. Kadın cinayetlerinin çığ gibi büyüdüğü, taciz ve tecavüzün gündelik bir mesele haline geldiği günümüzde kadınların öfkesinin erkek karşıtlığına indirgenmesi, kadınların bugün en çok ihtiyaç duyduğu toplumsal değişime kapıları tamamen kapatmak anlamı taşıyor. Değişim gerçekleşmediğinde de kadınlar aynı sarmal içinde giderek daha da kötü şartlara mahkûm ediliyor.

Toplumda cinsiyetçi düşünceye bugünden savaş açmadan, ezilenleri kendi ezilmelerine karşı çıkacak bir politik bilince eriştirmeden, toplumun en geniş kesimlerini her türlü ırkçı, milliyetçi, cinsiyetçi düşünceden koparmadan toplumsal devrim mümkün olmayacaktır. Ancak tarihte hiçbir toplum sadece düşüncelere karşı savaş açarak değişmemiştir. Marks’ın en temel tezlerinden biri budur: Mesele dünyayı somut biçimde değiştirmektir. Bugün pek çok düşüncenin merkezinde bilinçlenme, eşitliği anlatma, bilinç yükseltme, dilde “devrim yapma”, rolleri reddetme gibi dünyayı somut anlamda değiştirmekten uzak minimal hedefler var. Bunda, düzenin pek çok açıdan uyum sağlayamayacağı hiçbir şey yok. ABD Büyükelçiliği gökkuşağı bayrağı da asar, düzenin tüm partileri kendilerini mora da boyar. Eşitliğin tam anlamıyla kapısının aralanacağı bir sosyalist devrimi hedeflemeden insanlık açısından bir kurtuluş mümkün değildir. Bizim işçi sınıfı merkezli mücadele programımız, ezilenlerin vitrinde değil en önde olduğu gerçek bir mücadele programıdır. Yan yana durarak, her bir kimliği savunmanın devrimci bilincin olmazsa olmazı olduğunu kitlelere mücadele içinde öğreteceğiz. Kitleler kendi mücadele pratiklerinden öğrenerek sınıf savaşımında ideolojik donanımı kazanacak. Değişimin bu yönlü gerçekleştirilmesi toplumun kitlesel dönüşümünün tek anahtarıdır.

Oysa toplumun sınıflar üzerinden kavranması ve toplumsal dönüşümün sınıf mücadelesine bağlanmasına karşı çıkan patriarşi teorisine göre kadınlar, erkeklerden bağımsız mücadele vermelidir; çünkü erkekler sefasını sürdükleri şeylerden vazgeçmeyeceklerdir. Yani erkekler kapitalizmden de vazgeçmeyeceklerdir.

Yukarıda bahsettiğimiz radikal feminist yaklaşımlarda net biçimde göze ilişen en temel sorun tarihsel bir bakış açısından yoksunluktur. Engels, muazzam eseri Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde kadınların ezilmesinin kökenini özel mülkiyet düzeni ve onunla birlikte ortaya çıkan aile kurumuna bağlayarak ezilme ilişkilerinin ortaya çıkışına dair bütünlüklü bir analiz yapmıştır. Ezilme ilişkisi sınıflı toplumların tarihi boyunca var olmuştur. Fakat ezilme ilişkisinin biçimi bile tarihin hiçbir döneminde aynı kalmamıştır. Toplumsal üretim biçiminin, egemen sınıfın çıkarlarının, emekçi sınıfların yeniden bu çıkarlar temelinde şekillendirilen hayatlarının da devamlı olarak değişikliğe uğradığını görmek durumundayız. Dolayısıyla kadınların toplumdaki pozisyonları, maruz kaldıkları eşitsizlik ve ezilme biçimleri de devamlı olarak değişmiştir. Ve bu değişim, sömürünün –yani egemen sınıfın artık ürüne el koyma şeklinin- biçim değiştirmesine paralel biçimde gerçekleşmiştir. Ezilmenin kaynağını iyi kavramak, eşitlikçi bir gelecek tahayyülü için olmazsa olmazdır. Ne kendinden menkul bir ev içi emek tanımına ne de kendinden menkul bir erkek çıkarı tarifinin keyfiliğine dayanarak kadınların kurtuluş reçetesi yazılabilir.

Ev İçi Emek ve Erkeklerin Çıkarı

Dikkat çekici bir başka nokta da feministlerin ev içi emek süreçlerine yönelik özel bir vurgu yapmasıdır. Ev içi emek, ilk bakışta sırt üstü yatıp uzanan erkek ile kadının bitmek bilmeyen ev içi mesaisinin karşılaşma cephesidir. Ancak bu görünen tablo her şeyin açıklaması mı? Ev dışı ile ev içi arasındaki ilişkiyi kurmadan duruma bakıldığında erkekler kadınları sömürüyor gibi görünmektedir. Oysa evin dışındaki dünya; evin içinde olan her şeyin, her işin, her iş bölümünün belirleyeni konumundadır. Dış dünyaya bakmadan ev içine odaklanmak, ayrılıkçı mücadelenin ve kadın-erkek karşıtlığının görüngüde haklı kılınabilecek mekânı olduğu için son derece işlevli görünmektedir. Aynı akımların emekçi kadınların iş yerinde emekçi erkeklerle ortaklığını görmezden gelmesi; yani dış dünyadaki kapitalist toplumun temel bir odak noktası olarak düşünülmemesi bilinçli bir tercihtir.  Ancak ev içi emeğin kadının sırtına yıkılmasını, kadının üretimden kopartılmasını anlamak için önce evin dışını kavramak zorundayız.

Kadınların üretim süreçlerindeki konumu kapitalizm boyunca aynı olmadı. Kapitalizmin ilk dönemlerinde kadın ve çocuklar en berbat işlerde çalıştırıldı. Ancak burjuvaziye kısa erimde ilkel birikim imkânı sağlayan bu acımasız sömürü biçimi uzun vadede hiç de sürdürülebilir değildi. Çocuk ölümlerinin çok büyük oranlara ulaşması, kadınların erken yaşta hastalıklara yakalanması ve ölümlerin artması nüfusu tam anlamıyla çöküntüye uğrattı. Kadınları ve çocukları yok pahasına çalıştıran kapitalizm, gelecek işçi kuşaklarını da kadın ve çocukları tüketerek yok etmiş oluyordu. Böylelikle kadın ve çocukların büyük oranda eve, erkeğin işe mahkûm edildiği bu yeni toplumsal şekillenme sonucunda aile ücreti ortaya çıktı. Aile ücreti, son derece cinsiyetçi bir “çözüm” olmasına rağmen kadınlar tarafından ağır sömürüye, çocuk ölümlerine ve hastalıklara karşı bir koruma olarak kabul gördü. Kadın eve dönüp üretimden koptuğunda ise ev içi emeği (çocuk bakımı, yaşlı bakımı, yemek, temizlik ve gelecek işçi kuşaklarının yetiştirilmesi) bedavaya hallettiğinden kapitalist emek gücünün değerini de belirlemeye başladı. Yani kapitalist ilişkiler açısından kadının pozisyonu aile ücretinin miktarının belirlenmesinde belirleyici oldu (German, 2006: 84). Kısaca şöyle söyleyelim; ev içi emek var, çünkü ücretli emek ve meta üretimi var!

Toplumsal fenomenleri kendi tarihsel gelişimi temelinde anlamlandırmalıyız. Aksi takdirde aile ücreti gibi bize “erkek patronların erkek işçilerle el ele patriarşinin belini yeniden doğrulttukları” bir süreç olarak sunulan bir meselenin kadınlar tarafından neden ve nasıl kabul gördüğünü açıklamamız da mümkün olmayacaktır.

“Kadınların, erkeklerin çıkarları için iş yerlerinden kovulup eve kapatıldığı” anlatısı kadınların çok güçsüz varlıklar olarak görüldüğünü alttan alta hissettirmektedir. Alttan alta kadınları tarihin pasif kurbanları, “patriarşi” tarafından beyni yıkanmış irrasyonel varlıklarmış gibi algılamaktadır. Aile ücretini kuzu kuzu kabul eden uysal kadınlar toplumsal alandan koparılmayı kabul ettiyse bunun nedeni, karşılığında kendi yaşamlarının görece iyileşmesinin o dönem için başka bir yolunu bulamamış olduğu gerçeğidir. Aynı dönemlerde kadınların sık sık erkek işçilerin grevini kırmak için grev kırıcı olarak kullanılması da patriarşinin büyük ittifakında bir yere oturmayacaktır.

Cinsiyetçiliğin tek başına kadın aleyhine ve erkek yararına çalışan bir sistem olduğunu düşünmek çok temel bir hatadır. Cinsiyetçiliğin toplumsallaştırılmasıyla, aslen, kadın ve erkeklerin toplumsal cinsiyet rollerine ikna edilmesi; erkeğin sömürülmesi, kadının ev içi emekle ömür tüketmesi ya da işyerinde daha ucuza çalışması meşrulaştırılmaktadır. Marksizm, bu ideolojik bakışın yok olmasının ancak onu ayakta tutan maddi süreçlerin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olabileceğini söyler. Bu büyük toplumsal dönüşüm sadece kadınların kurtulması değil, tüm cinsel kimliklerinin ezilmesinin nihai biçimde sonlanması anlamına gelecektir. Sadece kadınların kurtuluşu diye bir şey yoktur.

Sosyalistlerin Feminizme İlticası

Feminizmin sosyalistler üzerinde hegemonya kurması kadın meselesindeki temel vurgu ve taleplerin toplumsal alandan bireysel alana doğru kayışını beraberinde getirdi. Kadınların birey olarak karşılaştığı sorunlara yapılan vurgu, kadınların ezilmesinin toplumsal alandaki kaynaklarına yönelen kolektif bir dönüşümün yerine bireyler arasındaki çatışmaların konulmasını gündeme getirdiği ölçüde, erkeklerin “yenilmesi” formülasyonu sosyalist feminist jargonda da kendisini gösterdi. Bu söylem ve program değişikliği kazara meydana gelmedi. Değişimin kökeninde, sınıflı toplumu veya kapitalizmi değil tüm erkekleri asıl düşman olarak gören feminizmin, kadın hareketinin başat perspektifi haline gelmesi var. Görüntüde kapitalist toplumda işliyor gibi duran basit bir karşıtlık (kadın-erkek arasında) ilişkisine dayanması, feminist söylemin ilk elde popülerleşmesini kolaylaştırdığını da belirteyim.

Dünyada sınıf mücadelesinin gerilemesine tekabül eden 1970’lerden itibaren sosyalistlerin kimlikçi politikalara kayma eğilimleri belirgin bir biçimde ortaya çıktı. İngiltere, bunun en çarpıcı örneklerinden. Sendikalar, İşçi Partisi ve kadın hareketinin feminist aktörleri de bu değişimi çok net yaşadı. Bilinç yükseltme seansları, küçük feminist kadın adacıkları, orta sınıf kadınların yaşam tarzı taleplerinin merkezde olduğu hareket bugüne miras kaldı. Oysa sınıf hareketinin güçlü olduğu tarihsel dönemler, kadınların toplumsallaşmış taleplerinde en yoğun kazanımlarının başarıldığı tarihlere denk düşer. Lindsay German, bu tarihsel dönemeci, başarılı eseri Cinsiyet, Sınıf ve Sosyalizm’de şöyle ifade eder:

Gene de 1945’ten sonra devrimcilerin karşılaştıkları büyük güçlüklere rağmen, kadınları ilgilendiren konular işçi sınıfı hareketi içinde yer buldu. 1940 ve 1950’ler boyuna sendikalarda eşit ücret konusu gündem oldu, Harold Wilson başkanlığındaki İşçi Partisi hükümetinin 1969’da kabul ettiği Eşit Ücret yasa düzenlemesinde sendikaların basıncının etkili olduğu söylenebilir. Gerçekten bireysel cinsel özgürlük ile ilgili savaş sonrası reformların en önemlileri, kadın hareketinin hem Britanya hem ABD’de çıkışından çok önce yasalaştı. Britanya’daki kürtaj yasası (1967), eşcinsellik (1967), ve eşit ücret (1970) gibi yasal düzenlemeler kadın hareketi başlamadan önce ya yasalaşmıştı ya da yasalaşma sürecinde oldukça yol alınmıştı.

Dikkatli bakılacak olursa (birinci dalga) burjuva feminist hareket ile ikinci dalga feminizm arasındaki zaman dilimi, devrimci bir dalganın damgasını vurduğu ve sosyalizmin Ekim Devriminin zaferi ile eşitlik için oldukça tarihi adımlar attığı bir dönemdir. Ve bu döneme sosyalist kadın hareketi damgasını vurmuştur. Ekim Devrimi’nin başarıları, tüm ezilenler için tarihi sonsuza kadar değiştirmiştir. Kreşler, yemekhaneler, eşcinselliğin suç olmaktan çıkarılması, aile ile mutfağın ayrıştırılması, kürtaj… Kadınları bir toplumda eşit kılabilecek ilk maddi adımlar atılmıştı.

1920’lerin sonu sadece Sovyet devriminin değil, onun insanlık tarihindeki bütün kazanımlarının da karşı devrimle yok edildiği yıllar oldu. Kadınlar burjuva toplumun onlara reva gördüğü gericiliğin soğuk kucağına geri gönderildi. Tony Cliff’in ifadesi ile “idealizmin muazzam zaferi; Bolşeviklerin cesur ve yürekli umutları Rusya’nın korkunç geriliğinin duvarına toslamıştı. Tarihin acımasız mirası, işçilerin görkemli istekleri ile maddi ve manevi yoksunlukları arasında keskin bir çatışmaya yol açtı.”

Sadece Rusya’da değil, Küba ve Çin’de de kadın düşmanlığının ve homofobinin örnekleri yaşandı. Sol, bu devlet kapitalisti rejimleri sosyalizm olarak adlandırdığı ölçüde ne kendisi adına ne de diğer sosyal hareketlere verebileceği bir şey kaldı. Bu perspektif, sosyalizmin bir toplumsal proje olarak kadın özgürlüğü için “yeterli” olmadığı ve kadın mücadelesinin erkeklere-patriarşiye karşı ayrı bir kulvarda yürütülmesi gerektiği tezinin zeminini hazırladı. Sosyalizmin kadın sorununa çözüm olamayacağına dair yaygın argümanların ortaya çıkmasının nedenini o günkü sosyalist solun, SSCB’de Stalin öncülüğünde yaşama geçirilen kadın düşmanı devlet kapitalisti rejimi sahiplenmesinde aramak gerekir. Kadınların iş sahibi olmasını eşitlik diye anlatan, çocuk doğurmayı kutsayan, eşcinselleri hastalıklı gören bir anlayışın inandırıcı bir yanı elbette olmayacaktır. Sosyalizmin tam anlamıyla tahrip edilmesine dayanan bu tarih, sosyalizm diye savunuldukça da bu tutarsızlık devam edecektir. Devrimci Marksistlerin tarihin bu yıkıntısına karşı yarattığı mücadele geleneği tarihsel olarak kendisini ayrıştırarak bambaşka bir yerde durmaktadır.

Dünyada Stalinizmin fiyaskosu nedeniyle önceden sosyalist devrimci örgütlerde, partilerde aktif mücadele eden sayısız kadın 70’lerde solun atıllığı ve kadın sorunu konusundaki geriliği nedeniyle feminist harekete katıldı. Ezilenler, sesini yükseltecek bir mücadele alanı elbette yaratacaklardı. Siyahların, kadınların, LGBTİ’lerin, ezilen halkların kendi kimlikleri etrafında bölünmesinin önüne geçebilecek bir sosyalist özne ise yoktu.

Feminizmin üçüncü dalgasının yükseldiği bu dönemde ideolojik zemin bireycilik, bireysel deneyimler, kadın sorununun bile evrensel niteliğinin reddedilmesi üzerine kurulu bir kimlik anlayışına dayanıyordu. Sol, dönemsel olarak gerileyişini ve Stalinizmin çöküşünü devrimci bir temelde açıklayamadığı ölçüde gittikçe hegemonik hale gelen feminizme hızlı biçimde iltica etti. Böylece sosyalist solun 80’lerden itibaren feminizmle iç içe geçen hikâyesi başlamış oluyordu[7]. Oysaki patriarşi teorisi de ayrıcalıklar teorisi de Marksizmin en temel tarihsel maddeci açıklamalarına taban tabana zıttır. Marksizm’le patriarşi teorisinden bir bulamaç yapmak istediğinizde ortaya tutarsızlık ve çelişkilerle dolu bir eklektizm yığını çıkar. Marksist feminizmin önemli ismi Heidi Hartmann (2006) da aslında bunun farkındadır ve “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” ismini verdiği eserinde bunu açık biçimde itiraf da eder:

Marksizmle Feminizmin “evliliği”, İngiliz örfi yasasında tanımlanan kocayla karısının evliliğine benzer. Marksizm ile feminizm tek bir şeydir ve o tek şey de Marksizmdir. Son zamanlardaki Marksizmle Feminizmi bütünleştirme girişimleri, feministler olarak bizim gözümüzde doyurucu değildir, çünkü bu çabalar feminist mücadeleyi, sermayeye karşı yürütülen “daha büyük” mücadelenin içine katmaktadırlar. Benzetmemizi biraz daha ileriye götürecek olursak, bizim ihtiyacımız olan, ya daha sağlıklı bir evlilik, ya da boşanmadır.

Biz, bugün net şekilde sağlıklı bir boşamadan yanayız. Hatta bu oksimoron birliktelik en başından hataydı. Özellikle sosyalist feministler açısından bakıldığında, toplumun analizi, çelişkinin tespiti, mücadele yöntemi konularının tamamında birbiri ile çelişkili şeyler söylemelerine rağmen sosyalizmin ve feminizmin yan yana getirilmiş olması programatik ve pratik açıdan anlamlı değil. Zaten aslında sosyalist feminizmi savunan örgütlerin sosyalizm söylemini sadece bir sos olarak kullanıp bütün programı feminizm üzerine kurmuş oldukları gerçeği de ortadadır.[8] Kadın hareketi açısından bu boşanmanın gerçekleşmesi en doğrusu olacaktır. Sol, kadınların eşitlik mücadelesinde gerçek anlamda bir ilerleme sağlayacaksa önce ideolojik olarak bu yüklerden kurtularak bir netleşme sağlamak zorunda.[9] Marksizm ve feminizm tarihte iki ayrı yoldan yürümüştür, bugün o yolun yeniden ayrıştırılması gerekmektedir.

Bizim savımız şudur: Sosyalizm, bir eşitlikçi bir toplum projesi olarak tüm cinsel kimliklerin özgürleşmesinin sağlayacak güçte bir toplumsal değişim yaratacaktır. Ezilmenin, sömürü ile bağını kuran Marksizmin gücü, bu her yanından çürümüş düzenin nasıl yıkılacağına dair bir rehber olmasıdır. Tek başına kadınların kurtuluşu diye bir şey yoktur. Clara Zetkin’in ifade ettiği gibi;

Tek başına kadın hareketi diye bir şey yoktur. Bir kadın hareketi sadece tarihsel gelişme bağlamında vardır. Bu yüzden burjuva ve işçi kadın hareketleri oluşmuştur ve işçi kadın hareketi burjuva toplumda sosyal demokrasinin [komünistlerin] yaptığından farklı hiçbir şey yapamaz. Bu önemli tespitin mantıksal sonucu şudur: Feminizmin kız kardeş ilan ettiği kadınlar kendi aralarında derin bir sınıfsal uçurumla ayrışmıştır ve işçi kadınlar burjuva kadınlara karşı verilecek mücadele olmaksızın özgürleşemeyeceklerdir.

Marksizm, cinsiyet eşitliği ve özgürlüğünü iddia edildiği gibi devrimden sonraya havale etmez. Hemen bugün eşitlik için mücadele etmeyen bir toplumda kadınlar ve erkeklerin devrimci bir dönüşümü sağlaması bir hayaldir. Her alanda mücadele bugünden başlar. Kitlelerin mücadele içinde egemen sınıfları geriletmesi, özgüven ve devrimci bilinç kazanması gelecek büyük kavgaların da anahtarıdır. İşçi sınıfı açısından devrimci bilincin en kritik yanı Lenin’in de belirttiği gibi ezilenlere yönelik ileri bir bilince tekabül etmesidir; çünkü bu, egemen sınıfların karşısında sömürülenler ve ezilenlerin kaderinin bir olduğunun farkındalığına ve düzenin bütünlüklü şekilde nasıl işlediğine vakıf olmaya denk düşer:

Eğer işçiler, hangi sınıfı hedef alıyor olursa olsun, her türlü zorbalık ve baskı, zor ve suistimal olayına tepki göstermeyi, hem de herhangi bir açıdan değil de sosyal-demokrat açıdan tepki göstermeyi öğrenmemişlerse, işçi sınıfının bilinci gerçek bir politik bilinç olamaz (1997: 78).

Sonuç

Hem dünyadaki hem de Türkiye’deki dinamikler kadın mücadelesinin olumlu anlamda bir gelişimine işaret ediyor. Ama bu canlı dinamiğin aksine kadın hareketi somut kazanımlar elde etmek konusunda bir başarı ortaya koyamıyor. Protesto hareketinin yaygınlığına rağmen kadınların kötüleşen yaşamlarında bir iyileşme sağlayamıyoruz. Bu sorunlar tartışılmaya değer. Her geçen gün daha fazla –özellikle genç kuşaktan – kadın kendisini kadın hakkı savunucusu, feminist ya da eşitlikçi görmesine rağmen somut kazanımları elde etmeyi başarabilen bir hareket neden yaratamadığımızı tartışmalıyız; eşitlik ve özgürlük mücadelemizin başarıya ulaşması için bu sorulara sahici cevaplar vermeliyiz.

Türkiye özelinde kadın mücadelesinin, rejimle derin çelişkileri açığa vurması ve çok büyük meşruiyet sahibi olması bakımından ciddi bir kitle potansiyeli taşıdığını çeşitli defalar somut örnekleriyle gördük. Türkiye toplumu, toplumsal bir patlamanın objektif koşullarının olgunlaştığı bir evreden geçiyor. Bu olgunlaşmanın ayaklarından biri de aslında sessiz biçimde kendisini var eden kadın isyanı. Rejimin kadın düşmanlığı, kadınların sorunlarının korkunç bir noktaya gelmesi, bu potansiyel patlamanın kadın mücadelesi açısından da hazırlıklı olunması gereken talepler ve araçlar oluşturmasını acil biçimde dayatıyor. Özellikle kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet ve çocuk istismarları konusunda ciddi bir infial varken, kadınların somut kazanımları nasıl ve neden mümkün olamıyor? Can yakıcı gündemlere anlık tepki vermenin ötesine geçerek toplumsallaştırma başarısını gösterdiğimiz talepleri kazanmak için istikrarlı şekilde mücadele eden kitlesel bir mücadele neden yaratamıyoruz; ona neden önderlik edemiyoruz? Sorun, ne duyarsızlıkta ne yeterince önemsenmemesinde ne de bunun mücadelesini verecek insanın olmayışında. Sorun, kadın hareketinin öznelerinin ideolojik yaklaşımında ve onun pratiklerinde.

Bugün Türkiye’de kadın hareketinin, birkaç istisna dışında, hareketin somut kazanımlarının önüne geçen kimlikler kutuplaşmasının ideolojik ayakları olan ayrıcalıklar ve patriarşi teorisini reddeden bir programı yok. Sosyalist sol, bu iki ayak üzerinde durmaya çalışırken kendisi de tökezlemektedir. Marksizm ile yan yana durması ideolojik olarak imkânsız olan patriarşi teorisi, ikincisi lehine birincisinden vazgeçilmesi ile sonuçlandığında solun bir parçası olarak görülmesi gereken kadın hareketinin de zayıflamasını beraberinde getiriyor. Feminizmden beslenen kadın hareketi maalesef giderek emekçi-yoksul kadınlardan yani kadınların çoğunluğunun yakıcı yaşamsal sorunlarından uzaklaşmakta, orta sınıflara yakınlaşmaktadır. Oysa emekçi kadınların büyük gücü toplumun diğer ezilenlerini de kapsayacak bir pratik ortaya koyacaktır. Ancak tersi olduğunda aynı sonuç ortaya çıkmamaktadır.

Bugünden, eşitlikçi bir anlayışı kazanmak için erkeklerle ev içi emekte de sokakta da işyerinde de eşit olmayı sonuna kadar mücadelenin merkezine koyacağız; ancak aile, sermayenin emek-gücünün maliyetini azaltarak kârını maksimize etmek üzere ev işleri ve çocuk bakımı yükünü kadına özgüleyen bir kurum olduğu sürece eşitliğin mümkün olamayacağını önce biz kavramak zorundayız. Örneğin; ev işlerini erkekler yapsın ya da “bırak evi bok götürsün” dediğimizde aslında kadınlara bir şey sunmuş olmuyoruz. Ev işi yapmama lüksü olan az sayıda kadının değil, ev işi yapmak zorunda olan kadının sorunlarını ana gündemine alan ve mücadeleyi kadınıyla erkeğiyle emekçileri merkeze alarak örgütleyen bir siyasi çizgiyi örmek zorundayız. Çünkü ev içi emeğin tasfiyesinin önünde erkekler değil, kadınıyla erkeğiyle emekçileri sömüren, kadınları ezen kapitalist düzen duruyor.

Kadınları bireysel olarak da toplumsal olarak da ezilme ilişkisinin her türlüsüne karşı güçlü kılacak somut mücadeleleri toplumsallaştırdığımız ölçüde başarıya ulaşabiliriz. Ve erkekler de bu toplumsallaşmada aktif özneler olarak hem kadınların eşitliği yolunda kendi dönüşümlerini hem de kadınla birlikte toplumsal dönüşümü sağlayacak aktif özneler olmalıdır. Bu ancak kadın erkek birlikte yürürse ve erkekler mücadeleye dışsallaştırılmadan sorumluluk almaya davet edilirse mümkün olabilir. Hayata emekçi kadınların gözünden bakan ancak tüm ezilmeleri karşısına alan devrimci bir program ortaya koymadığımız takdirde bugünkü tıkanma kadınların canına ve geleceğine mal olmaya devam edecektir.

Bugün emekçiler ne kadar savunmasızsa ezilenler de o kadar savunmasız. Bu, bir denk gelme ya da tesadüf değil. Ezilenlerin öfkesini emekçilerin mücadele araçlarıyla silahlandırma stratejisi tamamen bir kenara bırakıldığı için kadın mücadelesinde ezilmeye karşı gelişen geniş tepkilere rağmen kazanım elde etmek oldukça zor. Feminizm, ideolojik anlamda bu örgütlenmeye karşı çıktığı ölçüde kadınları kazanım sağlayacak araçlardan, söylem ve politika gücünden de yoksun kılıyor. Sosyalist solun tam anlamıyla feminizmin erkek-kadın karşıtlığı politikasına entegre olmasıyla içine girdiği bu çıkmaz sokaktan acil bir u dönüşü ile çıkması gerekmekte. Kimlikler eksenine daralmış sosyalist solun yaşadığı tıkanışı bir kabuk değişimiyle aşmadan kadınların mücadelesini tepkisel bir protesto hareketi olmaktan öteye taşımak üzere irade göstermek oldukça güç. Popüler ama iddiasız bir hareketten sıyrılmak, kitlesel ve devrimci mücadele yaratmak için kolları sıvamak zorundayız.

Özetle; emekçi programın merkeze konduğu bir kadın özgürlük mücadelesi hem solun ve toplumun genel durgunluğunu aşma potansiyelleri taşıyor hem de bir sosyalist hareketin yükselişi kadınların kazanımlar elde etmesinin önkoşulu. Sosyalist solun büyümediği, emekçilerin sahipsiz kaldığı bir ülkede tek başına kadınların büyük kazanımlar elde etmesi de elbette imkânsız olacaktır. Bu bileşik yükselişi sağlamak, dikta rejimini yıkmak için de bir anahtar olacaktır.

Dipnotlar

[1]  Arjantin’de Troçkist radikal solun ve sol Peronistlerin de içinde olduğu kürtaj hakkı hareketi milyonlarca kadının sokağa döküldüğü kitlesel bir hareket yaratmayı başardı. Troçkist radikal sol, kadın mücadelesinin somut örgütlenmesi adına büyük bir örgütlenme ve sokakta eyleme geçirme becerisi göstererek dünya için önemli bir mücadele dinamiği yarattı. Ne var ki meclisten geçen yasanın senatoya takılması protesto hareketi temelli bu hareketin de sınırlarını ortaya koydu. Sosyalistler sürece aktif müdahale ederek bu dinamikten büyüse de emekçilerin sınıf araçlarının devreye sokulmaması; son derece sınıfsal bir talep olan kürtaj hakkını protesto hareketine dayanarak yükseltmenin sınırlarını da açığa çıkardı ve neticede düzen bu büyük mücadeleyi püskürtebildi. Sosyalist feminist programın hâkim olduğu Arjantin solu açısından bu mantıksal sonuçlara da varabilmeliyiz. Diğer yandan hareketin büyük bileşenlerinden olan sol Peronistler, Arjantin’deki krizdeki burjuva düzene ilaç olmak ve sağcı Macri hükümetine karşı gelişen enerjiyi radikal soldan koparmak için kürtaj mücadelesini hiç şaşırtıcı olmayan bir şekilde yarı yolda bıraktı. Kürtaj hakkı, Peronistlerin seçim programından çıkartıldı çünkü Peronizm, iktidara gelmek için kilise ve burjuvazinin desteğini kazanmak zorunda. Kürtaj hakkı için düzenle radikal bir karşı karşıya gelmenin zorunluluğu Arjantin örneğinde çok çarpıcı biçimde deneyimlendi.

[2] İrlanda, Britanya İmparatorluğu’nun müdahaleleri ile tarihsel olarak Protestanlığın en koyu ülkelerinden biri haline getirildi. Savaş politikaları ile yönetilen, ezilen İrlanda, tarih boyunca kadın hakları konusunda da zor bir ülkeydi. Ancak son yıllarda kadınların kitlesel bir talep olarak konuyu gündeme getirmesi egemen sınıfın da kendi içinde tartışma başlattı; sağcı saldırılara rağmen referandum kazanımla sonuçlandı.

Ayrıntılı bir tartışma için: Derya Koca, Tekrar Dünya Gündemine Gelmişken Kürtaj Hakkı ve Sosyalistler, http://sosyalistgundem.com/tekrar-dunya-gundemine-gelmisken-kurtaj-hakki-ve-sosyalistler-derya-koca-2/

[3]  Post-modernizm evrensel büyük anlatılardan kaçış ile ortak ve büyük ideallerin reddi anlamına gelen kimlik politikalarına yol açtı. Post-modernizmin alıcısı bu denli fazla oldu çünkü liberal anlatının dayandığı iddialardan biri olan “işçi sınıfı bitti” propagandası, o dönem için işçi sınıfı hareketinin neoliberal saldırı altında yenilmesi ve gerilemesi, işçi sınıfının devrinin geçmesi olarak yorumlandı. Neoliberal saldırılar altında kötürümleştirilen, siyasal anlamda güçsüzleştirilen ve örgütlenme gücü ezilen işçi sınıfının toplumsal ve siyasi bir özne olarak reddedilmesi gündeme geldi. Haliyle sınıf karşıtlığı temelli programın kenara atılmış olması da artık düzene temelden karşı çıkacak bir anlayıştan da kopmak anlamına geliyordu.

[4]  Yaşam tarzlarının savunusu etrafında kurulan eşitlik ve özgürlük söylemi aslında ezilmenin yükünü yoksul emekçi sınıflar kadar şiddetli yaşamayan, sınıfsal konumu itibariyle hayatını bir nebze genel ezilme ilişkisinden izole edebilen orta sınıflara hitap eden bir bakıştır. Gece yürüyüşleri, bilinç yükseltme ve deneyim paylaşımı gibi pratikler, kişisel ilişkiler alanına indirgenmiş ezilme ilişkisine “cevaben” üretilen feminist pratiklerdi.

[5]  Güneş Gümüş, (2018) Kimlik Politikaları Sağa Yarıyor, http://sosyalistgundem.com/kimlik-politikalari-saga-yariyor-gunes-gumus-2/ .

[6]  Manifestonun tamamı için : http://www.qrd.org/qrd/misc/text/queers.read.this

[7]  Kadın mücadelesinin feminizme tapulanmış gibi görülmesi-gösterilmesi, feminizmin programını da tartışmaya kapatma çabasını beraberinde getiriyor. Söz gelimi şiddet karşıtı mücadelenin merkeze alınması yerine emekçi kadınlara odaklanan ve kadınların bugün yeni kazanımlarla güçlenerek erkeği dönüştürmesini, şiddeti deşifre etmenin ötesine geçerek kadınlara yönelen şiddet zemininin bu şekilde zayıflatılmasını savunan hattın tartışılması şu an feministlerin hegemonyasındaki kadın platformlarında imkansız.

[8]  Türkiye’de sosyalist feminist hareketin hakim eğilimi; program, eylem ve örgütlenme yönlerinden özünde sosyalist feminist program değil; erkeklerden tamamen kopuşu ifade eden ve bu anlamıyla toplumun sosyalist dönüşümünü de reddeden radikal feminizmdir. Yani Türkiye soluna hakim feminizm programı radikal feminist programdır.

[9]  Türkiye solu üzerinde feminist hegemonyanın bu denli güçlü olmasının sebeplerinden biri de solun HDP ile kurduğu ilişki. HDP’ye tam anlamıyla entegre olarak sosyalist iddialarından ve emekçi programdan vazgeçen solun, düzenle derdi olmayan Radikal Demokrasi ve kimlikler merkezli programın kuyrukçuluğunu yapması, radikal feminist HDP’nin programının sol üzerindeki etsini bir çarpan etkisi ile yoğunlaştırmaktadır.

 

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı