
Bu yazı ilk kez,Kasım 2009’da  Marksist Bakış dergisinin 18. sayısında yayınlamıştır.
Bugün Kürt sorunu konusundaki gerçekler TC’nin kuruluÅŸundan bu yana hiç olmadığı kadar daha fazla konuÅŸuluyor, özellikle son 30 yıldır yaÅŸananların boyutları gün ışığına çıkmaya devam ediyor. Toplu mezarlar, faili meçhuller ve Kürt halkına yönelik uygulanan baskının birtakım ayrıntıları artık daha fazla biliniyor, daha fazla tartışılıyor ve sıradanlaşı- yor. Egemen sınıflar kendi aralarında kavgaya tutuÅŸ- tukça bu gerçekler bir tarafın diÄŸerine karşı kullandığı sopalar haline geliyor. Türkiye egemen sınıfları, 86 yıllık tarihinde en ufak demokratik meseleleri çözmekteki yeteneksizliÄŸine karşın kirli savaşı sürdürme konusunda ne kadar yetenekli olduÄŸunu bugüne kadar sayısız kez kanıtlamıştır. İşçi ve emekçi sınıfların sırtından edindiÄŸi birikimi Kürt coÄŸrafyasında bu savaşın sürdürülmesine harcamaktan çekinmemiÅŸtir. Haliyle aÅŸiretleri besleyerek onları sivil ordu ÅŸeklinde silahlandırmak, özel kuvvetleri, NATO’nun en büyük ikinci ordusunu finanse etmek onlara oldukça tuzluya gelmektedir. Bugüne kadar bölgede yürütülen kirli savaşın boyutları, bölgede özel savaşın yürütücüleri olan kontrgerilla ve onun sivil örgütlenmeleri çok fazla yazılıp çizildi. Ancak, ÅŸu noktayı açmak gerekmektedir: Osmanlı’dan bugüne devlet geleneÄŸinin devamlılığı, bugün kirli savaşın yürütücüsü olan örgütlenmelerin sürekliliÄŸinden bile gayet net bir ÅŸekilde anlaşılmaktadır. Bu konuda verilebilecek en önemli örnek korucu örgütlenmesidir ve Hamidiye Alayları’ndan köy koruculuÄŸuna kadar Kürt halkına karşı yürütülen savaşın tüm izlerini bünyesinde taşımaktadır.
Hamidiye Alayları’ndan Köy KoruculuÄŸuna…. 
Devletin, 1985 yılında Kürt ulusal mücadelesine yönelik kurumsallaÅŸtırdığı koruculuk sistemine benzer uygulamaların, geçmiÅŸte de hayata geçirildiÄŸi tarihsel bir gerçektir. Bu noktada, Abdülhamit döneminde oluÅŸturulan Hamidiye Alayları, bugünkü koruculuk sisteminin atası sayılabilir. 19. yüzyılın sonlarında, özellikle Fransız Devrimi’nin etkisiyle Avrupa’da pek çok ülke bir uluslaÅŸma sürecine girdi ve bu durum özellikle Osmanlı gibi bünyesinde birçok ulusu barındıran imparatorlukların çözülüşünü hızlandırdı. Nitekim, 19. Yüzyıl içerisinde Osmanlı’nın bünyesinden pek çok ulus devlet doÄŸmuÅŸtur ve bunun etkileri doÄŸal olarak DoÄŸu’yu da etkilemiÅŸtir. Bu bölgede yoÄŸun olarak yaÅŸayan Ermeniler, Araplar ve daha geri de olsa Kürtler arasında ulusal bilinç uyanışa geçmiÅŸti. 1891 yılında oluÅŸ- turulmaya baÅŸlanan Hamidiye Alayları, Ermenilerin olduÄŸu kadar Kürtlerin de ulusal bilincinin uyanmasını engellemenin bir aracı oldu.
Kürdistan coÄŸrafyasında konuÅŸlandırılan ve her biri 200 süvariden oluÅŸan bu alayların toplam sayısı 36 idi. Abdülhamit döneminde izlenen Panislamist çizgiyle birlikte bölgede yaÅŸayan Kürtler ve Ermeniler karşı karşıya getirilmiÅŸtir. Hamidiye Alayları’nın tarihsel misyonu, bu savaÅŸ içerisinde belirlenmiÅŸtir. YoÄŸun olarak bölgede yaÅŸayan Sünni Kürt aÅŸiretlerinden oluÅŸturulan Hamidiye Alayları ile birlikte, bir yanda Kürtler evcilleÅŸtirilmeye çalışılıp, ulusal bilincin yükselmesi engellenirken; diÄŸer yandan devlet geleneÄŸinin tarihsel düşmanı haline gelen Ermeniler ve Kürtler içerisinde Osmanlı’nın çizdiÄŸi Panislamist çizgiye uymayan Alevi-Kürt aÅŸiretleri baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Abdülhamit’in “Rumeli’nde ve bilhassa Anadolu’da Türk unsurunu kuvvetlendirmek ve her ÅŸeyden evvel de içimizdeki Kürtleri yoÄŸurup kendimize mal etmek ÅŸarttır.” sözünün hayata geçirilmesinde Hamidiye Alayları önemli bir iÅŸlev üstlenmiÅŸtir. Osmanlı tarafından silahlandırılan ve açık destek gören Hamidiye Alayları, Kürdistan coÄŸrafyasında pek çok azınlığa yönelik kanlı katliamlara imza attı. Saldırıların, öncelikli hedefi doÄŸal olarak gayri Müslimlerdi. Özellikle, Rus sınırını koruma bahanesiyle desteklenen Hamidiye Alayları, 1890’larda kendi ulusal talepleri doÄŸrultusunda örgütlenen Ermenilere karşı katliamlara giriÅŸtiler.

1894 yılında, Sasun bölgesinde yaÅŸayan Ermeniler, Babıali’nin topladığı vergilerin yanında, Kürt aÅŸiret reislerine vermek zorunda kaldıkları haraçlara karşı da ayaklandılar. Bu isyan, on binlerce Ermeni’nin katledilmesiyle bastırıldı. Asuriler, Keldaniler, Ezidiler gibi bölgede yaÅŸayan pek çok azınlık Hamidiye Alayları’nın katliamına maruz kaldı ve mallarına el konuldu. Hatta, ÅŸeyhülislamların “KızılbaÅŸ- ların katli vacip, malı helaldir.” fetvaları altında KızılbaÅŸ Kürtler de bu katliamlardan nasiplerini aldılar. Dersim ve Musul bölgesinde patlak veren isyanlar kanlı bir biçimde bastırıldı. Bu katliamlar, bir yandan bölgedeki Hamidiye Alayları’nı oluÅŸturan aÅŸiretlerin güçlenmesine, devlet sathında önemli imtiyazlar elde etmesine ve bölgedeki iktidar boÅŸluÄŸunu doldurmalarına neden olurken; diÄŸer yandan Osmanlı Devleti’nin merkezi otoritesinin bu bölgede tesisinde de önemli bir rol oynadı. Bunun karşılığı olarak bölgedeki aÅŸiretler, vergi ve düzenli askerlik gibi mecburi hizmetlerden muaf tutularak ödüllendirildiler. Bu durum, Kürtler arasında Osmanlı’ya sadakatin daha da derinleÅŸmesine yol açtı. Öyleki, II. Abdülhamit “Bave Kurdan” yani Kürtlerin babası olarak anılmaya baÅŸlandı.
SavaÅŸ koÅŸulları haricinde de silahlandırılan Hamidiye Alayları’nı oluÅŸturan aÅŸiretlerin, yerel iktidar organları olarak hareket etmeye baÅŸlamaları ve güçlenmeleri sonraki dönemde egemen sınıflar nezdinde de ciddi rahatsızlıklara neden oldu. Nitekim, 23 Temmuz 1908’de İkinci MeÅŸrutiyet’in ilanından hemen sonra Hamidiye Alayları, İttihat ve Terakki tarafından bir süre “aÅŸiret alayları” adı altında devam ettirilmeye çalışılsa da, merkezi otoriteye boyun eÄŸmeme konusunda diretmeleri karşısında tasfiye edilmek istendi, ancak baÅŸarılamadı. Bu giriÅŸimlerin sürmesi, bölgede pek çok ayaklanmaya neden oldu ve son olarak ÅŸeyh Sait isyanına da katılan aÅŸiretlerin İran’a göçmeleriyle birlikte Hamidiye Alayları fiilen tükenmiÅŸ oldu.
Hamidiye Alayları’nın tasfiye edilmiÅŸ olması, Kürdistan coÄŸrafyasında bugüne kadar sürdürülen baskı politikasının azaltılması anlamına gelmemiÅŸtir. Ne bölgede silahlandırılarak paramiliter örgütlenmeler haline getirilen aÅŸiretler silahsızlandırılmıştır, ne de burjuva cumhuriyet bölgenin gerici-feodal unsurlarını temizlemeye muktedir olabilmiÅŸtir. Aksine, bu unsurlar Kürt halkının ulusaldemokratik taleplerinin bastırılmasında ve kontrol altında tutulmasında birebir rol oynamışlar ve bölgede ulusal geliÅŸmenin önünü tıkamışlardır. 86 yıllık tarihleri içerisinde egemenler, Kürt halkını baskı altında tutmak amacıyla daima özel yasalara, özel savaÅŸ aygıtlarına ihtiyaç duymuÅŸtur. Osmanlı’nın son döneminden bugüne kadar Kürt coÄŸrafyasında uygulanan “ızale-i ÅŸekavet Yasası”, “Tunceli Yasası”, “ıskan Yasası”, “Sansür-Sürgün Kararnameleri”, “OlaÄŸanüstü Hal Bölge Yasası”, “Kritik ıller Yasası” vs. savaşın hukuki altyapısını oluÅŸturmuÅŸtur. Tabii ki, kağıt üzerinde yaratılan baskının yaÅŸama geçirilmesinde pek çok özel aygıt yaratılmıştır. Osmanlı’nın son döneminde kullandığı Hamidiye Alayları’ndan, bugünkü koruculuk sistemine uzanan kirli savaÅŸ örgütlenmeleri bu ihtiyacın bir sonucudur. 1980’li yıllar bu konuda yeni bir kırılmanın dönemidir. 1970’lerin sonlarında Kürt halkı arasında artan örgütlülük, bölgede mücadelenin farklı boyutlara evrilmesine yol açtı. Bu noktada, doÄŸal olarak burada anılması gereken en önemli unsur PKK’dir. 1978’de kurulan PKK, 12 Eylül darbesine karşı yürüttüğü silahlı mücadeleyle ve 12 Eylül zindanlarında Mazlum DoÄŸan, Kemal Pir gibi önderlerinin gösterdiÄŸi direniÅŸle birlikte bölgede önemli bir güç kazandı ve siyasi rotanın devletle yürüttüğü savaÅŸ üzerinden belirleneceÄŸi 30 yıllık bir dönemin kapısını araladı.
PKK’nin yükselttiÄŸi mücadele karşısında egemenler kolluk güçleriyle yeni bir kirli savaşın önünü açtı. Ayrıca, burjuva yasallığının dışında kalan örgütlenmeler yarattı. Koruculuk sistemi, bu yönde atılan adımlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. ılk olarak, 1985 Mayısı’nda bölgede devletin güvenebileceÄŸi aÅŸiretler bölgedeki komutanlar tarafından Kur’an’ı Kerim’e el bastırılıp, talak-ı salise yemini ettirilerek silahlandırılmaya baÅŸlandılar. Burjuva devlet kuruluÅŸundan bugüne, Kürt ulusunun her dönem canlı duran ulusal özlemleri karşısında, çareyi bölgenin feodal unsurlarıyla iÅŸbirliÄŸine gitmekte ve bu ÅŸekilde Kürt halkını baskı altında tutmakta bulmuÅŸtur. Bölgede bu kurumları canlı tutma politikaları içerisinde toprak aÄŸaları, aÅŸiret reisleri, ÅŸeyhler devletin en sadık hizmetkârları olmuÅŸlar ve destek görmüşlerdir. Burjuva düzen partilerinin, Kürt bölgelerinden çıkardığı adaylar genellikle bölgede halka kan kusturan aÅŸiretlerin liderleri olmuÅŸ, burjuva devletin Kürt ulusuna yönelik uyguladığı militarist politikalarının bir ayağında aÅŸiretler yer almıştır.
Yakın tarihimiz, burjuva devlet ve aÅŸiretler arasındaki kirli iliÅŸkilerin ortalığa saçıldığı pek çok olayla doludur. Bu konuda, en popüler örnek, kirli geçmiÅŸi burjuva düzenin aynası olan Bucak aÅŸireti ve lideri Sedat Bucak’tır. 1996 yılında, burjuva devlet-ülkücü mafya-siyaset üçgenindeki derin iliÅŸkileri ortaya çıkaran Susurluk kazasından saÄŸ kurtulan Sedat Bucak, aÅŸiretlerin devletin derinliklerindeki yerini ortaya koymuÅŸtu. Burjuva düzen tarafından, yaptığı hizmetlerin karşılığını milletvekili olup, dokunulmazlık zırhına büründürülerek görmüştür. 2007 yılının Haziran ayında yapılan Kaldırım Operasyonu’nda da Bucak aÅŸiretinin, orduyla iç içe geçmiÅŸ iliÅŸkileri ortalığa saçılmıştı.
Sedat Bucak’ın yakın korumalarının üzerinden Ergenekon Operasyonu kapsamında tutuklanan Veli Küçük tarafından verilen, “Jandarma ıstihbarat TeÅŸkilatı” kimliÄŸi çıkmıştı. Sedat Bucak örneÄŸi üzerinde durulmasının nedeni, Türkiye’deki burjuva rejimin Kürt halkının haklı taleplerini baskı altında tutarken kimlerle iÅŸbirliÄŸi içerisine girdiÄŸini, en çıplak haliyle tanımlamaktır. Nitekim, Sedat Bucak bu düzenin çürümüş yönünün bir simgesidir. Bugün, Kürt bölgelerinde burjuva devlet tarafından silahlandırılan korucu aÅŸiretleri, bir yandan Kürt halkına yönelik saldırganlığın bir parçası haline gelirken, öte yandan silahlanma sayesinde elde ettikleri güçle uyuÅŸturucu kaçakçılığı baÅŸta olmak üzere pek çok kirli iÅŸin taÅŸeronluÄŸunu üstlenmektedir. 1980’lerden bu yana Kürt ulusal hareketine yönelik sürdürülen kirli savaÅŸ, bölgede silahlanmanın ve militaristleÅŸmenin getirdiÄŸi pek çok pislik yaratmıştır. Bu süreç içerisinde koruculuk sisteminin özel bir yeri bulunmaktadır.
Özellikle, 1990’lardan itibaren hem Kürt halkı içerisinde bölünmeler yaratmak, hem de kolluk güçlerinin yanında savaşın sivil ayağını oluÅŸturmak amacıyla burjuva devletin desteÄŸini alan ve silahlandırılan korucular, bugüne kadar zorunlu göçlerin, köy yakmaların, pek çok katliamın ve baskının sorumlusudur. İHD’nin, kendilerine yapılan baÅŸvurular ve tespit edebildiÄŸi olaylara dayanarak hazırladığı ve Ocak 1990-Mart 2009 dönemini kapsayan rapora göre; 183 kiÅŸi köy korucuları tarafından öldürüldü, 259 kiÅŸi de yaralandı. 294 kez silahlı saldırı düzenleyen köy korucuları, 50 kiÅŸiyi infaz etti. Köy korucuları tarafından yapılan iÅŸkence ve kötü muamele olayı ise 562 olarak kayıtlara geçti. 12 taciz ve tecavüz; 22 kaçırma suçunu iÅŸleyen korucuların aynı zamanda, 38 köy yakma, 14 köy boÅŸaltma, 17 ormanlık alan yakma olayına karıştığı belirtildi. Son dönemlerde ise, korucular sıklıkla kendi içlerindeki rant kavgalarıyla gündeme geliyorlar. Son olarak Mardin ve Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde kendi aralarında çatışan korucular, 45 kiÅŸi öldürdüler.
Mardin’deki olayda 44 kiÅŸiyi, Silvan’daki olayda ise 8 yaşındaki bir kız çocuÄŸu korucuların hedefi oldu. Özellikle, Kürt bölgelerinde 90’larda dayatılan OHAL uygulamalarında korucuların iÅŸledikleri suçlar egemenlerin dillerinden de dökülmeye baÅŸlanmıştı. ıçiÅŸleri Bakanlığı’nın 1996’da “Hizmete Özel” diye hazırladığı belgelere göre, her üç köy korucusundan birinin suç iÅŸlediÄŸi ortaya çıkmıştı. Sadece 1986 ile 1996 arasındaki 10 yıllık sürede 23 bin 222 geçici köy korucusunun görevine iÅŸledikleri çeÅŸitli suçlar nedeniyle son verildi. Yine 1996’da, dönemin baÅŸbakanı Necmettin Erbakan, MıT raporunu kaynak göstererek, “GüneydoÄŸu’da koruculuk sistemi adeta eroin ÅŸebekeleri gibi çalışıyor.” demiÅŸti. 2006 yılında ıçiÅŸleri Bakanlığı’nın açıkladığı rakamlara göre korucuların suç dökümü ÅŸu ÅŸekildeydi: “Terör suçlarıyla ilgili 2.384, mala karşı iÅŸlenen suçlarla ilgili 934, ÅŸahsa karşı suçlarla ilgili 1234, kaçakçılık suçlarıyla ilgili 420 olmak üzere, toplam 5.000 civarında geçici köy korucusu suç iÅŸledi; 853 geçici köy korucusu tutuklandı.” Tabii ki, bu rakamlar kağıt üzerinde kalan rakamlar. Koruculuk sisteminin bilançosunun çok daha fazla olduÄŸu, bölgede yarattığı tahribattan anlaşılmaktadır.
Burjuva düzenin sözcüleri, Mardin katliamı sonrasında olduğu gibi hedefi şaşırtarak, konuyu töre sorununda kilitlemeye çalışmaktadırlar. Ancak, korucuların kadınlara karşı işlediği suçlar, kadınlara yönelik baskının tek sorumluluğunun törelerine kendine adamış insanlarda olmadığını gösteriyor. Örneğin, geçtiğimiz yıl Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu, faaliyette oldukları 11 yıl içerisinde büroya 294 başvuru yapıldığını açıkladı. Bunların içerisinde 71 tecavüz başvurusu bulunmaktadır. ışte korucular eliyle işlenen yakın geçmişin bazı olayları: 
*1996 Kasım ayında, Diyarbakır’ın Mermer ilçesine baÄŸlı Eryol köyünde, 10 yaşındaki R. K. Korucu Süleyman Askan’ın tecavüzüne uÄŸradı ve bu durum aralıksız 4 ay devam etti. Ailesinin olayı fark etmesinden sonra açılan davada tecavüzcü delil yetersizliÄŸinden serbest bırakıldı. *AÄŸrı’nın DoÄŸubeyazıt ilçesine baÄŸlı Çömçelik köyünde, K. ı. Adlı genç kıza önce tecavüz edildi, sonra öldürülerek evinin önüne atıldı. Tecavüz eden ve katleden yine bir korucuydu. 
*Korucuların tecavüzüne uÄŸrayan Remziye Dinç, bu olay sonucunda hamile kaldı ve bir çocuk getirdi dünyaya. Mahkeme, olayın Remziye Dinç’in isteÄŸiyle gerçekleÅŸtiÄŸini karara baÄŸlayarak, tecavüzcü korucuları yine akladı. Bu örnekler rahatlıkla çoÄŸaltılabilir. Bu örneklere bakarak, Mardin katliamını sadece töreyle açıklamak baÅŸlı başına bir aymazlıktır.
Bir baÅŸka önemli unsur da, Kürt bölgesi için sık sık vurgulanan dini eÄŸilimlerin güçlü olması ve Kürt halkının bu yönde gerici bir karaktere sahip olmasıdır. Nitekim, törenin yanında çeÅŸni olarak sık sık din faktörü de ön plana çıkarılmaktadır. Ancak, bizler biliyoruz ki bölgede Kürt ulusal mücadelesinin geliÅŸiminin önünü kesmek, Kürt ulusunun üzerinde bir baskı aracı olarak dini öğeler egemenler tarafından bilinçli olarak forse edilmiÅŸtir. Özellikle, 12 Eylül darbesi bu konuda bir milat sayılmaktadır. 70’li yıllarda Kürt bölgelerinde de etkisini gösteren devrimci mücadelenin getirdiÄŸi hafızayı silmek için, din üzerinden propagandayı yükseltmek darbecilerin önemli bir uÄŸraşı olmuÅŸtur. ÖrneÄŸin, darbecilerin 1986 Mart’ında askeri helikopterlerden attırdıkları bildirilerin içeriÄŸi ÅŸu ÅŸekildeydi: “VatandaÅŸ! Bakın en yüce ıslam dini size ne emrediyor… Sizinle savaÅŸanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Allah tecavüzkarları sevmez. (Kur’an-ı Kerim Bakara Suresi, 140. Ayet) Onlara karşı savaÅŸmak senin gibi her Müslümanın görevidir.” (Soner Yalçın, Hangi Erbakan, syf. 240) Darbeciler, Kürt ulusunun yükselen mücadelesine karşı adeta cihat çaÄŸrısı yapmaktadırlar. Yine benzer yönelimlere, 1990 yılında Türk Ocakları Merkez Heyeti’nin yayınladığı raporda da karşılaşılmaktadır. Hazırlayanları arasında, sonradan MHP’den bakan olan Abdülhaluk Çay ve Sadi SomuncuoÄŸlu, eski baÅŸbakan yardımcısı Faruk Sükan ve DoÄŸu Ergil gibi isimlerin bulunduÄŸu raporda ÅŸu ifadeler yer almaktadır: “(…) Ülkemizde Kürtçülük (…) temelde laik, hatta din düşmanı bir ideoloji deÄŸildir.
Kürt ayrılıkçılığı bir aydın ideolojisidir. Kürt ayrılıkçılığını büyük ölçüde laik-pozitivist eÄŸitimin hızlandırdığı söylenebilir.” “(…) Yörede resmi faaliyet gösteren az sayıda kuran kursu ile çok az sayıda ımam Hatip Okulu vardır. Bunların sayı ve kapasiteleri yetersizdir. Fiili güç ve itibar dengesinin saÄŸlanması için gerillaya karşı mücadelede silah, araç ve gereç üstünlüğü saÄŸlanmalı, savunmasız alanlar tamamen kapatılmalıdır.”(Aktaran: Mehmet Güç, 28 Ocak 2000, Yeni Binyıl )” Nitekim, egemen sınıflar, yeri geldiÄŸinde tıpkı koruculuk da olduÄŸu gibi dini tarikatların da eline silah tutuÅŸturmakta bir an olsun tereddüt etmemiÅŸlerdir. Bölgede koruculukla birlikte, Kürt halkına kan kusturan bir baÅŸka silahlı güç de bir kontrgerilla örgütlenmesi olan Hizbullah’tır. Egemenler, kirli savaşın en yoÄŸun döneminde Hizbullah’ı sokaÄŸa salmış ve pek çok faili meçhul cinayetin, katliamın, suikastın önünü açmıştı.
Kendi yarattığı pislik, ayağına bulaÅŸmaya baÅŸladığı anda ise ortadan kaldırmakta çekince görmemiÅŸler ve Hizbullah’ın yarattığı mezar evleri tüm toplumun hafızasına kazımışlardı. Hizbullah’a verilen destek TBMM raporuna ÅŸu ÅŸekilde girmiÅŸti: ”Eski Batman Emniyet Müdürü Öztürk ÅŸimÅŸek:” Ne yazık ki, Hizbullah örgütü mensupları bir dönem askerlerden yardım gördüler. Buradaki bazı askeri birliklerde silahlı eÄŸitim yaptılar, lojistik destek gördüler”. (2 ÅŸubat 2000, TıHV Yönetin Kurulu adına baÅŸkan Yavuz Önen)” Ayrıca, Hizbullah’ın pek çok yerde koruculukla nasıl iç içe geçtiÄŸine dair pek çok tanıklık mevcuttur. ÖrneÄŸin, bir tanığın anlattıkları bu iliÅŸkiyi açık bir ÅŸekilde gözler önüne sermektedir: “Kamil Atak 1990’lı yıllarda PKK’ya yardım ettiÄŸi iddia edilen kiÅŸileri alıyor ve Hizbullah’a teslim ediyordu. Hizbullah da bu kiÅŸileri eÄŸitim amaçlı olarak kullandıkları ve 1991’de boÅŸaltılan KuÅŸtepe Köyü’nde sorguladıktan sonra öldürüyordu.” (Aktaran: Müjgan Halis, Kuyulardan Cezaevine Kamo AÄŸa, Sabah, 27 Mart 2009) Egemenlerin Kürdistan coÄŸrafyasında on yıllardır yürüttüğü kirli savaşın yarattığı tahribat 2009’un Mayıs ayında Mardin’de yaÅŸanan ve 44 kiÅŸinin öldürüldüğü katliamda belirdi. Savaşın insani deÄŸerleri nasıl tahrip ettiÄŸinin, bölgenin artık gerçekliÄŸi haline gelen ÅŸiddet kültürünün nasıl bir travma yarattığı 44 kiÅŸinin hunharca katledilmesiyle yeniden gündeme düştü. Tarihsel gerçekler bize katliamın sorumluluÄŸunu açık bir ÅŸekilde göstermektedir. ıster dine baÄŸlansın, ister töreye, ister yalnızca kadınlara yönelik baskıya, katliamın yegâne sorumlusu bölgede bu unsurların sürdürülmesinde çıkarı olan, bu unsurları Kürt halkının mücadelesinde bir fren olarak kullanmak için çabalayan ve koruculuk sistemi gibi yapılarla bu durumu teminat altına alan burjuva devlettir.
Katliamın temel nedenlerinden birisi de, bölgede devletin dağıttığı silahlarla güç yarışı içerisine giren korucular arasındaki rant savaşıdır. Sadece bu olay içerisinde deÄŸil geçmiÅŸte de bu tarz çatışmalar yoÄŸunlukla yaÅŸanmıştır. Korucu aÅŸiretler arasında rant yüzünden çıkan çatışmalardan daha vahim olanı ise, bölgede korucu aÅŸiretlerin koruculuk dayatmasına boyun eÄŸmeyen aÅŸiretler üzerinde silah zoruyla elde ettiÄŸi kazançtır. 90’lı yıllarda pek çok ilde yaÅŸanan köy yakmalar, boÅŸaltmalar, zorunlu göç sonrasında geride kalan topraklar büyük oranda korucu aÅŸiretler tarafından gasp edilmiÅŸtir. 90’ların bir klasiÄŸi haline gelen bu olay bugün de farklı ÅŸekillerde tezahür etmektedir ve bu tarz olayların hesabının sorulmasının önündeki en büyük engel yine sermaye devletinin desteÄŸidir. Öyle ki, bizzat Kürt bölgelerinden seçilen milletvekillerinin kontrolünde bu tarz vakalar yaÅŸanmaktadır. ÖrneÄŸin, Yeni Özgür Politika gazetesinde 22 Ocak 2009 günü “AKP’den koruculaÅŸtırma çabası” baÅŸlığıyla yer alan bir haberde, şöyle deniliyordu: “AKP Mardin Milletvekili Süleyman Çelebi’nin oÄŸlu Mehmet Sait Çelebi’nin, Nusaybin’e baÄŸlı Hanik köyü ve daÄŸlık alandaki Hastu, Berhok ve PelaÅŸu maÄŸara köylerinde gasp eylemlerinde bulunarak, korucuları yerleÅŸtirmeye çalıştığını bildirdi.” Bu nedenle, korucuların bölgede iÅŸlediÄŸi suçları kendinden menkul saymak hatalıdır. Bu olayda da görüldüğü üzere, egemenler bizzat kendi adamları aracılığıyla bu suç ÅŸebekesini yaratmaktadır. ÅŸimdiye kadar bahsettiÄŸimiz her türlü gerekçenin burjuva devletin rolünü ortaya sermesine raÄŸmen, Mardin’de yaÅŸanan katliam sonrası egemenler katından yine pervasız bir ikiyüzlülük sergilendi. Yıllardır, bölgede iÅŸlediÄŸi suçların bilincinde olan egemenler, meseleyi alakasız gerekçelere dayandırma yarışına girmekte gecikmediler. EteÄŸindeki incileri ilk boÅŸaltan Mardin Valisi oldu ve adeta dalga geçercesine bu tarz katliamları engellemenin yolunun kızlara ayrı okullar yapmaktan geçtiÄŸini açıkladı.
AKP iktidarının bakanları genel olarak koruculuğun kaldırılmasından ziyade, utangaçça bir ıslah projesinden söz ederken; genelkurmay koruculuk sisteminin kaldırılmaması gerektiği yönünde açıklama yaptı. Düzenin sözcüleri, söylemleriyle sırtlarını dayadıkları kirli savaş örgütlenmelerinden vazgeçemeyeceklerini gösteriyorlar.
Sonuç Olarak 
Mardin’de yaÅŸanan katliam, kapitalist sömürü düzeninin en çıplak resimlerinden birisi olmuÅŸtur. Kapitalist düzen, doÄŸası gereÄŸi her dönem katliamlara, baskılara, ezilen halklara yönelik ÅŸiddete muhtaçtır ve bekasını işçi sınıfı- na ve ezilenlere yönelik her yeni gün örgütlediÄŸi ÅŸiddetle sürdürebilmektedir. Burjuva düzenin, Kürt halkının haklı taleplerine yönelik, varoluÅŸundan bugüne örgütlediÄŸi kirli savaÅŸ ve baskı politikaları kaçınılmaz olarak yeni Mardin’ler yaratmaya mecburdur. Egemenler Kürt halkının mücadelesini bastırmak amacıyla bugüne kadar elinden geleni nasıl ardına koymadıysa, bugünden sonra da koymayacaktır. Bunu durdurabilecek tek güçse ezilen halkların mücadelesine omuz veren, sermaye düzenine karşı mücadelesinde ezilen halklarla omuz omuza vermekten çekinmeyen bir sınıf mücadelesidir. Bu mücadeleyi yükseltmek, işçi sınıfını enternasyonalist bir perspektifle donatacak ve sermaye düzeninin kirli savaÅŸ aygıtlarıyla birlikte tarihin çöplüğüne gönderecek olan işçi sınıfının devrimci Marksist öncüsünün görevidir ve bu mücadele önümüzdeki dönemde de tüm yakıcılığıyla bizleri beklemektedir.













