26 Åžubat, 2014
Kadınların özgürlük mücadelesi dendiÄŸinde bugün neredeyse herkesin aklına hemen “feminizm” gelmekte. Kadının eÅŸitliÄŸinden bahsettiÄŸinizde feminist olarak deÄŸerlendirilmekten kaçamazsınız. Toplumsal algıda kadın özgürlük mücadelesinin topyekün feminizmle özdeÅŸleÅŸmesi, feminizmin baÅŸarısı kadar bu mücadelenin baÅŸka yürütücülerinin eksikliklerini de yansıtmaktadır.
İlk ortaya çıkışından itibaren feminizmle arasına sınır çizgilerini kalın ÅŸekilde çizen Marksist geleneÄŸin bugün devamcısı olduÄŸu iddiasındaki sosyalist hareketlerin neredeyse tamamının feminizme iltica etmesi de bu algının geliÅŸmesini kolaylaÅŸtırmaktadır. Hatice Osman, Praksis dergisindeki yazısında 12 Eylül yenilgisinin ardından Berlin Duvarı’nın çöküşünün yaÅŸandığı dönem itibariyle “Türkiye’de sosyalizm iniÅŸe geçerken Feminist Hareket yükselmeye baÅŸlar.” (Türkiye’de Sosyalist Feminizme Kaktüs’ten Bakmak, Praksis, S:20, s.17) derken doÄŸru bir noktaya iÅŸaret etmektedir. 12 Eylül darbesinin imza attığı fiziksel yenilgiye DoÄŸu Bloku’nun yıkılmasının yarattığı ideolojik yenilgi eklendiÄŸinde pusulasını ÅŸaşıran sol, sığınacak yeni limanlar aramış ve bu yolda oradan oraya savrulmuÅŸtur. Sosyalist solun yeni kabesini bulması postmodernizmin yoÄŸun ideolojik hegemonyası altında çok zor olmamış; açıktan postmodernizm sahiplenilmese de bu perspektif solun büyük çoÄŸunluÄŸunun temel beslenme kaynağı olmuÅŸtır. Postmodernist paradigma toplumsal muhalefet üzerindeki en büyük etkisini mega anlatıların reddi ya da daha yumuÅŸak haliyle eleÅŸtiriye tabi tutulması temelinde göstermiÅŸ; bu mega anlatıların başında gelen Marksizm de bu süreçten payını büyük oranda almıştır. Artık toplumların sınıflar üzerinden kavranmasının çağının geçtiÄŸini ilan eden postmodernizm, sınıfın yerine kimlikleri koymaktadır. Bu söyleme göre, deÄŸiÅŸimin motoru sınıf savaşımları olmaktan çıkmış; kimlikler temelli yerel, mikro mücadelelerin zamanı baÅŸlamıştır. Sosyalist sol, ne yazık ki, oldukça hegemonik bu argümanları, adını koymadan sahiplenmiÅŸ; kimlikler icat etme (herkesin kendini tanımlayacağı bir kimlik arayışına girmesi) ve bu kimlikler üzerinden yürütülen mücadeleleri yüceltme, solun ana ekseni olmuÅŸtur. Kadın mücadelesi alanında da postmodernist paradigmanın yansıması, kadın sorunu temelinde Marksizm’in eleÅŸtirisi ve revizyonuyla baÅŸlayan, ama sonuçta toptan redde varan bir pozisyonun geliÅŸimi olmuÅŸtur. 1990’larla iÅŸaretlenen feminizmin üçüncü dalgası, dünya çapında olduÄŸu gibi Türkiye’de de Marksizm’i feminizmle buluÅŸturmaya giriÅŸen sosyalist feministlere ev sahipliÄŸi yapmıştır. Bu unsurlar, Marksizm’e bir katkı yapmak bir yana sosyalist solun önemli kısmını etkisi altına alacak, kadın sorununda Marksizm’in bir kenara bırakılmasına giden yolu açmışlardır. Marksizme yönelik eleÅŸtiri, “Marksizm’in kadın sorununu sınıf meselesine indirgemesi” temelinde baÅŸlamış; ileri boyutlarda Marksizmin erkek egemen bir ideoloji olduÄŸu noktasına bile varabilmiÅŸtir: “Marksist teorinin kadınlar tarafından yeni bir teorileÅŸtirme çabası olan sosyalist feminizmde, Marksizmin cinsiyet iliÅŸkilerini önemsemediÄŸi, dikkate almadığı en temel eleÅŸtiridir. Marksizm erkeksi koÅŸullar altında ve erkeklere özgü olarak geliÅŸtirilmiÅŸtir. Marx ve Engels’in teorisi, toplumsal cinsiyet iliÅŸkilerini marjinalleÅŸtirir ve kendi sorunsalları dahilinde, kadınların spesifik olarak ele alınmasını olanaksız kılmasa da zorlaÅŸtırır.” (Serpil Çakır, Feminizm Ataerkil İktidarın EleÅŸtirisi, 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2008, s.459)
Marksizmle feminizm arasında köprü kurma çabası, kadın sorununda Marksizmi geliştirme şeklindeki masumane görünüşüne rağmen Marksizmin temelini oluşturan sınıf çatışmasını bir kenara bıraktığı ölçüde Marksizme yönelik bir saldırı niteliğine kavuşmuştur. Bu çaba, özellikle de postmodernizmin toplumsal muhalefet ve entelektüel alanı büyük oranda hegemonyası altına aldığı koşullarda, sosyalist solda sınıf yerine kimlik temelli siyaset yapma eğilimine önemli bir katkı sağlamıştır.
Kısacası, dünya çapında 1960’lar ve 70’lerdeki feminizmin ikinci dalgasından baÅŸlamak üzere kadının özgürlük mücadelesinde feminizmin sarsılmaz hegemonyası, 1980’lerin sonu ve 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’de de kendisini göstermiÅŸtir. Bu hegemonya Marksizm adına bir kayıp niteliÄŸi taşımıştır; ancak Marksizm ile feminizmin kadının kurtuluÅŸu adına da aynı nitelikte olup olmadığına bakmak gerekmektedir.
EÄŸer feminizm kadının kurtuluÅŸu için doÄŸru bir rehber ise ve özgürlüğün yolunu açabilecekse Marksizm adına bir kayıp olması önemli deÄŸildir; bir dogma olmayan Marksizm bu çerçevede kendini yenileyecektir… Ama biz feminizmin kadının topyekün özgürleÅŸmesinin yolunu açmaktan uzak olduÄŸu düşüncesindeyiz ve bu konuyu da feminizmin temel iddiaları temelinde tartışmaya açacağız.
Kadının Ezilmesinin Sorumlusu Kim? Ataerkil Sistem?
Feminizme yöneltilecek “kadının ezilmesine nasıl son verilecek” sorusu, “kadınlar neden eziliyor” sorusunun yanıtı verilmeden cevaplanamaz. Ezilmenin kaynağını doÄŸru ÅŸekilde tespit edeceksiniz ki onu ortadan kaldırarak ezilme iliÅŸkisini de sonlandırmanız mümkün olsun. Birçok farklı feminizmden bahsetmek mümkün olsa da kadının ezilmesinin kaynağı olarak ataerkil sistemi görmekte hepsinin ortaklaÅŸtığını söylemek gerekir. Sosyalist feministler ezilmenin kaynağı olarak ataerkinin yanına kapitalizmi koysalar da ataerkilliÄŸi reddetmezler. Kadının ezilmesinin kaynağına ataerkil sistemin yerleÅŸtirilmesinden de görüleceÄŸi gibi feminizm dünyayı kadın-erkek bölünmesi temelinde kavramakta ve hedef tahtasının merkezine -büyük oranda- erkek egemen sistemi koymaktadır: “Bence feminizm doÄŸrudan erkek egemen iktidar iliÅŸkilerini sorgulayan bir içeriÄŸe sahip. Sonuç itibariyle feminizm erkekliÄŸi üstün kılan, egemen hale getiren iliÅŸkileri sorgulamaktan baÅŸlar; bunu deÄŸiÅŸtirmeyi talep eder ve deÄŸiÅŸtirilebileceÄŸini düşündüğü öneriler sunar.” (Serpil Sancar, Türkiye’de Feminizm ve Kadın Hareketi, Cogito, S:58, Bahar 2009) Ataerki teorisi kadının ezilmesini kapitalist toplumsal iliÅŸkilerin dışına yerleÅŸtirmekte ve ayrı bir egemen iliÅŸkisi tanımlamaktadır: “Ataerki, özerk bir sömürü ve egemenlik sistemidir. Ataerkinin maddi temelinde kadınların görünmeyen ve karşılıksız ev emeÄŸinin sömürülmesi yatar. Kadınların emeÄŸi, esas olarak kapitalizmin çıkarı için deÄŸil, erkekler için yapılan bir ÅŸeydir.” (Serpil Çakır, age, s.453)
Ataerki teorisi doÄŸalında kadının ezilmesinden erkekleri sorumlu tutmaktadır: “Cinsiyetçi sistem, hem tek tek, hem de genel olarak erkeklerin lehine iÅŸleyen bir sistemdir. Ayrıca toplumsal bir sınıfın (burjuvazinin) da lehine iÅŸler.” (Feminist, 1987, S:1)
Ataerkil sistem teorisi, kadının ezilmesinin maddi temellerini ortaya koymakta baÅŸarılı deÄŸildir. Kadının ezilmesinin temeline kadının karşılığı ödenmemiÅŸ ev içi emeÄŸine erkek tarafından el konulmasını yerleÅŸtirir ama bu eÅŸitsiz iliÅŸkinin nasıl baÅŸladığı sorusunun tatmin edici bir cevabını sunmaz. Radikal feministler, “Kadının ezilmesi, kadının biyolojisinden, doÄŸurganlığından kaynaklanır” tespiti yaparak ezilmenin ortaya çıkış nedenine açıklık getirmeye çalışırlar. Tarihin bir döneminde kadın, biyolojisi nedeniyle (doÄŸurganlığı) ev içi emeÄŸe hapsedilmiÅŸtir; erkek de üretimi elinde tutmasının avantajını tüm toplumsal yaÅŸama kadına aleyhine eÅŸitsiz iliÅŸkileri hakim kılarak kullanmıştır. Radikal feministler, kadının ezilmesinin erkek ve kadının biyolojisi ve psikolojisi temelinde açıklamaya giriÅŸmekte; hatta bu bakışlarıyla tutarlı ÅŸekilde içlerinden “düşmanla yatmama” çaÄŸrısı yapanlar (“politik lezbiyenlik” savunarak) çıkmaktadır. Ancak bu bakış açısının kendi iç tutarlılığından bahsetmek mümkünse de kadının kurtuluÅŸunu imkansızlaÅŸtırdığı açıktır. Radikal feminizmin vardığı tam bir ayrılıkçılığın (kadının erkekten kopması anlamında), geniÅŸ kitleler açısından ciddiye alınması imkansızdır. Dolayısıyla erkeklerden ayrı bir kadın toplumu olamayacağına göre bu bakışın kadının özgürlük mücadelesi açısından sunabileceÄŸi pek bir ÅŸey yoktur.
Radikal feminizmi bir kenara bırakırsak diğer feminizmlerin kadının ezilmesinin nasıl başladığını açıklayamamaları ya da alttan alta erkek biyolojisi ve psikolojisini hedef göstermeleri de kadının kurtuluşu konusunda çıkmaz yol olmalarını neden olur. Erkek cinsi bir kere kadını mağlup ederek kendi iktidarını kurmuş ve bunlar fayda sağlamışsa neden bu düzenden vazgeçsin? Kadınların erkek egemen sistemi ortadan kaldırması nasıl mümkün olacak?
Açıktır ki sorunun parçası olan çözümün parçası olamaz. Feminizm açısından kadının ezilmesinin nedeni ataerkil sistem ve dolayısıyla erkekler ise bu sorunun çözümünde onlara yer yoktur. Kadının yaşamının vazgeçilmez bir parçası olan (en azından milyarlarca insan açısından) erkekleri dışlayan bir çözüm nasıl bir çözüm olacaktır? Kadını ezen erkekler iken bu ezilme ilişkisi onlarda bir dönüşüm yaşanmadan nasıl ortadan kaldırılacaktır? Erkek, çıkarlarının aksine olacak böyle bir dönüşüme nasıl ve neden ikna olacaktır? Erkeğin doğasında (biyolojik-psikolojik) onu kadını ezmeye iten bir yan keşfedip sonra da bu sabit doğayı aşmak nasıl mümkün olacaktır?
Kızkardeşlik Mümkün Mü?
Feminizm, dünyayı kadın-erkek ikiliği temelinde algıladığından kadınların ayrı bir toplumsal grup olarak erkek egemen sisteme karşı ortak mücadele yürütmesini hedeflemektedir:
“Kadınların ayrı bir toplumsal grup olduÄŸunu vurgulamıştık… bizlerin ezilmiÅŸlik konumlarımızı kavramamız ve çözümler geliÅŸtirebilmemiz, salt bizim sahip çıkabileceÄŸimiz bağımsız bir kadın hareketinin yaratılması ile mümkün olacaktır. Tek tek kadınlar olarak yaÅŸadığımız ve cinsiyetimizden kaynaklanan kadınlık sorunları ezilmemizin ortak paydasını ve bir bütün olarak bizleri birleÅŸtiren temeli oluÅŸturuyor. DoÄŸduÄŸumuz günden baÅŸlayarak öğrendiÄŸimiz ortak kadınlık rollerinin, bizim ezilmemizin hem ifadesi olduÄŸunu, hem de ezilmiÅŸliÄŸini gizlediÄŸini düşünüyoruz.” (Kaktüs, 1988, S:1, s.12)
Kadınların erkek egemen sistem karşısında ortaklığına vurgu yapan en önemli kavram “kızkardeÅŸlik” kavramıdır. Feminizm ikinci dalgası içinde kadın hareketlerinin farklı kimlikler etrafında kimi zaman birbirlerine karşı da olacak ÅŸekilde bölünmesi ve parçalanmasından sonra bu kavram daha da tartışmaya açık hale gelmiÅŸtir. Özellikle de postmodernizmin etkisiyle herkes yeni kimliklerini keÅŸfederken bu kimlikler yeni bölünmelerin kapısını araladığı oranda ortak hareket zeminini de ortadan kaldırmıştır:
“…kadınlar arası birliÄŸi oluÅŸturan temelin ortak ezilmiÅŸlik olduÄŸunu söyledik. Åžimdi ise kadınlar arasında bir çeÅŸitlilik ve farklılık olduÄŸunu vurgulamak istiyoruz. Feminizm ve örgütlenme biçimleri, bu çeliÅŸki yani birlik/çeÅŸitlilik üzerinde yükseliyor. Kadınların cinsiyetlerine baÄŸlı kimlikleri, bu kimliÄŸi tamamlayan ırk, sınıf, din, yaÅŸ gibi öğelerle birlikte oluÅŸuyor. Ayrı dinlerden, sınıflardan, kültürlerden olmamız, her birimizin kendi kadınlık konumuna vereceÄŸi yanıtları belirtiyor… Bölünmüşlüğümüzü görmezden gelmek, genel olarak kadınlar arası bir özdeÅŸliÄŸi varsaymak, dolayısıyla Bağımsız Kadın Hareketi’ni tek bir politik birlik içinde eritmek, bizi, sekterlik, dışlayıcılık ya da eylemsizlik gibi açmazlara götürebilir. Bağımsız Kadın Hareketi’nin çok parçalı, çok sesli, türdeÅŸ olmayan kadınların oluÅŸturacağı bir hareket olacağına inanıyoruz. Bu anlamda farklı grupların uygulayacağı politikalar arasında farklılıklar olması da kaçınılmaz.” (Kaktüs, 1988, S:1, s.13)
Bütün kadınların (farklı sınıflara mensup) ezilmeden aldıkları payın farklılığını başka bir tartışmanın konusu olarak bir yana bırakalım; insanlığın yaşamını yüz binlerce yıldır belirlediği söylenen ataerkil sistemin birlik olmayı bile başaramamış bir kadın hareketiyle bertaraf edilmesinin mümkün olamayacağı ortadadır. Hatta kadının özgürlüğü bağlamında önemli bir kazanımın bile parçalanmış bir hareketin harcı olmadığı açıktır. Kısacası feminizm geldiği noktada kadın özgürlüğü açısından ciddi kazanımlar elde etme imkanına bile sahip olmayan, postmodernizmin kimlik siyasetiyle zehirlenmiş ve böylece etkisizleşmiş bir harekete (böyle denilebilirse) dönüşmüş; bırakalım kadının kurtuluşu gibi büyük bir projeyi, kendisi sadece bir kimlik olmuştur.
Bu yazı çerçevesinde ilk olarak feminizmin kadının ezilmesinin maddi kaynaklarını ortaya koyamadığını, dolayısıyla da temellerini bilmediÄŸi ezilmeye son verme imkanının da olmadığı tartıştık. Kadının ezilmiÅŸliÄŸini erkek egemen sistemde ve erkeklerin çıkarları temelinde algılayış , bu dünyada kadın ve erkeÄŸin ayrılmazlığı düşünüldüğünde bu ezilmiÅŸliÄŸi aÅŸmayı imkansızlaÅŸtırmaktadır. Feminizmin kadının kurtuluÅŸu mücadelesindeki baÅŸarısını tartmak için yürüttüğümüz ikinci bir tartışmada hangi güçleri, sorunun kaynağı olarak gördükleri ataerkil sisteme (bazen ek olarak da kapitalizme) karşı harekete geçirdiÄŸini ele aldık. Bütün kadınları aynı kotada eriten “kızkardeÅŸlik” kavramını bir kenara bırakan (bunu feminizm-Marksizm baÄŸlamındaki diÄŸer yazılarımızda detaylı olarak tekrar tartışacağız) üçüncü dalga feminizmin kendisini küçük, parçalanmış; bir hareket olma niteliÄŸini kaybetmiÅŸ bir noktaya indirerek kadının özgürlük mücadelesinde giderek daha çok bir çıkmaz sokaÄŸa dönüşmektedir. Feminizm ve Marksizm temelli incelemelerimize bu yazı ile bir giriÅŸ yaptığımızı, farklı konulardaki tartışmaları gelecek sayılardaki yazılarımızda sürdüreceÄŸimizi belirterek bitirelim.












