- Barışa Karşı mıyız? Sürece Nasıl Yaklaşmalı? - Kasım 25, 2025
- Okur Mektubu: Eğitim Sisteminin Ötekileştirilmiş Öğretmenleri - Kasım 22, 2025
- Şili Seçimleri Sağın Güçlenişini Ortaya Koydu – V. U. Arslan - Kasım 19, 2025
Türkiye’de gündem bir süredir Kürt sorunun çözümü için oluşturulan meclis komisyonunun İmralı’ya giderek Abdullah Öcalan ile görüşüp görüşmeyeceği meselesine kilitlenmişti. Bahçeli bu konuda ittifak ortağı Erdoğan’ın sessizliğine karşı Salı günü grup toplantısında yaptığı konuşmada “Gerekirse üç arkadaşımla İmralı’ya giderim” restiyle tavır almaya zorladı, nitekim çok geçmeden Erdoğan İmralı’ya gidilmesinin önünü açmak zorunda kaldı.
Yaşananlar Cumhur İttifakı içindeki çatlakları görünür kılsa da, mevcut aşamada ittifakı dağıtmak ne Bahçeli’nin ne de Erdoğan’ın çıkarına. Erdoğan’ın Bahçeli’yi öne sürüp gönülsüz bir profil çizmesi, kendisini yıpratmama stratejisiyle açıklanabilir. Yıpranma kaygısı olmayan Bahçeli şimşekleri üzerine çekerken, Erdoğan sürecin getirilerinden faydalanıp riskini ortağına bırakıyor; yani gülü seviyor ama dikenine katlanmıyor. Sürecin yöntem ve hızı konusunda fikir ayrılıkları olduğu görülüyor ama bu, sürecin Erdoğan’a rağmen ilerlediği anlamına gelmez. Belli ki Erdoğan, Öcalan’ın meşrulaştırılmasına karşı var olan yaygın toplumsal tepkiyi gözeterek konumlanıyor.
CHP de aynı kaygıdan yola çıkarak İmralı’ya gitmeyeceğini duyurdu. Aksini yapsaydı CHP krize sürüklenecekti. Ama bu sefer de AKP-MHP cephesi, CHP ve Özgür Özel’e bu oyun bozanlığın bedelini ödetmek isteyecektir. Nitekim Kemal Kılıçdaroğlu, derhal bir video yayınlayarak İmamoğlu tutuklamalarını imalı bir tarzda desteklemekle kalmadı İmralı’ya gidilmesi gerektiğini söyledi. KK böylece göreve hazır olduğu mesajını bir kez daha rejime iletti. Bu saatten sonra CHP’nin başına yeni işlerin açılmasını bekleyebiliriz.
DEM Parti’den İmralı’ya gitmeme kararı alan CHP’ye yönelik oldukça yüksek perdeden eleştiriler geldi. Tuncer Bakırhan “Ana muhalefet partisi İmralı’ya gitme konusunda olumsuz oy kullandı. Bu tarihi anın gölgesinde bu büyük bir eksiklikti. Bizim beklentimiz bu değildi. CHP’nin üye vermeme kararı Kürtleri kırmıştır, yaralamıştır. Tam da yüz yıllık bir yarayı sarmak için şimdi sorumluluk almayacaksak ne zaman sorumluluk alacağız. Bunu bir yere not ettik ama halen beklentilerimiz devam ediyor.” ifadelerini kullandı.
DEM Parti açısından mesele anlaşılır. Öcalan, devlet katında muteber bir muhatap olarak değerlendiriliyor. Öcalan’ın liderlik kapasitesi güçleniyor, sözü dinleniyor… Ama bundan sonrası için koca koca “ama”lar beliriyor. Bir tarafta Öcalan’ın öne çıktığı bir süreç var ama diğer tarafta birbirlerine kopmaz şekilde bağlı olan Türkiye’deki demokratik haklar ve Kürtlerin ulusal hakları meselesi var.
Türkiye’deki demokratik hakları tırpanla biçen bir AKP-MHP iktidarı var. Hukukun bittiği, çeteleşen bir düzen var. Hapishaneleri dolduran gazeteci, öğrenci, siyasetçi gerçeği var. Üstelik bununla yetinmek istemeyen tek adam rejimini daha da sertleştirmek ve bunu saltanata çevirmek isteyen bir siyasi irade var. Şimdi bu koşullarda Kürtlere demokrasi ve özgürlük gelecek öyle mi?
Tamam meseleye ülke genelinde değil de Kürtlerin ulusal ve demokratik hakları etrafında bakalım. Öcalan’ın yürüttüğü süreç sonucunda Kürtlere ne verilecek? AKP-MHP cephesinin bırakalım protokolü, şeffaflığı herhangi bir vaadi bile yok! Yoksa asıl dert Rojava’daki SDG yapılanmasının Şam’a entegre edilmesinin Öcalan’ın kolaylaştırılmasıyla halledilmesi mi? Yine İran’da olası bir rejim değişikliği durumu için bir ön alma çabası mı var?
Üstelik DEM Parti bu süreç vesilesiyle muhalefet yapmaktan imtina ediyor. Öcalan artık DEM Parti’nin politikalarının esas belirleyicisi durumunda ve perspektifi açık. Öcalan’ın görüşme notlarında geçmişte Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder gibi öne çıkan figürlerin yaklaşımlarına dair eleştiriler çok net. Eylül ayında basına düşen notlarda Öcalan şu ifadeleri kullanmıştı: “…Seni başkan yaptırmayacağız’ meselesi Selahattin ve Sırrı’nın hatasıydı. Seni başkan yaptırmamaya çevirmelerine gerek yoktu. Erdoğan’ı karşıya almalarına da gerek yoktu. Demokratik ittifaklarına, çalışmalarına, cepheyi genişletmeye odaklanmalıydılar. Olmadı. Selahattin de hatasını anladı sanırım. Sırrı’yı bu arada bir kez daha rahmetle anıyorum.”
2019 yerel seçimlerini hatırlayacak olursak Öcalan’ın CHP ile ittifak kurulmasına mesafeli olduğunu biliyoruz. Öcalan, Munzur Üniversitesi Öğretim Üyesi Ali Kemal Özcan aracılığıyla seçimden iki gün önce paylaştığı mesajıyla HDP’ye yerel seçimlerde tarafsız kalması çağrısı yapmıştı. Ancak bilindiği üzere Kürt seçmen büyük oranda CHP’nin adayı Ekrem İmamoğlu’nu destekleyerek kazanmasının önünü açmıştı.
Bugün gelinen noktada Öcalan’ın istediği çizginin DEM Parti’ye hakim olmaya başladığı görülüyor. Demirtaş ise uzun zamandır geride bırakılan bir figür haline geldi. Erdoğan’ın Demirtaş’a özel bir husumet beslediği bilinen bir durumken Demirtaş’ın mücadeleci çizgisinin “sorun” olarak görüldüğü ortadadır.
Dahası AKP’nin anayasa değişikliği, Erdoğan’a üçüncü dönem başkanlık gibi bir dizi gündemi daha var. Ayrıca İmamoğlu davasından CHP’nin kayyuma verilmesi ya da kapatılması gibi bir dizi plan için DEM Parti’nin açık ya da örtülü desteği gerekiyor. En azından DEM Parti sessiz kalmalı.
Kürt ulusal hareketi tarafından, sürece dair soldan gelen eleştirilere her fırsatta “barış ve demokrasi” istiyorsanız ön koşulu sunulmaktadır. Herhalde aklı başında hiçbir özne “barış ve demokrasi” olasılığına doğrudan kapıyı kapatmaz. Ama birisi Bahçeli’nin süreci başlattığı günle bugün kıyaslarsa Türkiye’den demokratik haklar ve özgürlükler konusunda feci bir geriye sıçrama yaşadığını görecektir. Çeteleşmenin, yağmanın, talanın önünün böylesine açıldığı bu ülkeye Bahçeli öncülüğünde demokrasi ve insan haklarının geleceğini düşünmek için fazla iyimser olmak gerekir.
Öyle ya niye duruyorlar? Köklü ulusal haklar bir yana Bahçeli’nin çok övdüğü Ahmet Türk bile Mardin’e geri atanmıyor, kayyım gaspı sürüyor. Demirtaş hakkında onca mahkeme kararına rağmen tutukluluk sürdürülüyor. Örnekler çoğaltılabilir. Dolayısıyla bugün “barış ve demokrasi”nin önünü kimlerin tıkadığının altını iyi çizmek gerekir.
Bölge Denklemleri
Türkiye’de Kürt sorunu konusunda rejimin attığı adımları Suriye ve bölgenin jeopolitiğinden ayrı düşünemeyiz. Rejim için iki mesele Kürt sorununun geleceğini şekillendirmede önem arz ediyor: Suriye’de Rojava ve YPG’nin Şam yönetimiyle bütünleşip, bütünleşemeyeceği; İsrail’in Ortadoğu politikaları.
10 Mart’ta Mazlum Abdi ile Şara arasında imzalanan anlaşma ile Suriye’de yapbozun tamamlanması için bir adım atılsa da Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’nin Suriye ordusuna nasıl entegre edileceğine dair tartışmalar sürüyor. Ekim 2025’te Trump’ın Ortadoğu Özel Temsilcisi Tom Barrack ve CENTCOM Komutanı Brad Cooper’ın katılımıyla yapılan görüşmelerde ise SDG’nin ayrı birlikler halinde orduya entegre edilmesi konusunda uzlaşmaya varılmıştı. Bununla birlikte PYD’nin federatif bir Suriye içerisindeki özerklik talebine Şam yönetimi ile birlikte Türkiye kesin olarak karşı çıkıyor. Erdoğan 1 Ekim’de şu açıklamayı yaparak böyle bir adıma karşı sessiz kalmayacaklarını açıklamıştı: “Hem Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması hem de sınırlarımız ötesinde bir terör yapılanmasının oluşmasının engellenmesi için tüm diplomasi kanallarını kullandık… Diplomatik girişimler cevapsız kalırsa Türkiye’nin politikası ve pozisyonu açıktır.” Erdoğan rejimi bir yandan aba altından sopa gösterirken diğer taraftan YPG’nin ve Rojava bölgesinin Suriye merkezi yönetimi ile entegrasyonu hızlı bir şekilde tamamlamasını istiyor.
Türkiye egemen sınıflarını asıl kaygılandıran konu elbette İsrail’in özellikle güneyde Dürziler üzerinden attığı adımlar. İsrail’in Suriye Kürtleri ile ilişki şimdilik Dürzilerle kurduğu ilişki düzleminden farklı. Zira ABD Suriye’nin kuzeyinde doğrudan söz sahibi ve Trump yönetiminin de şimdilik Türkiye’yi karşısına alacak adımlar atması gerçekçi görünmüyor. Ancak sürecin bir ayağı da Suriye meselesinde işi şansa veya iyi niyete bırakmamaya dayanıyor. Öcalan’ın Rojava üzerindeki etkisi Erdoğan rejimi için bir faydaya dönüştürülebilir. Nitekim milletvekillerinin İmralı’ya gerçekleştireceği ziyaretin esas başlıklarından biri de Suriye ve Rojava meselesi olacağı önceden ortaya çıkmıştı. Milletvekillerinin Öcalan’a silah bırakma çağrısının YPG’yi kapsayıp kapsamadığı, Suriye’de demokratik entegrasyon ile neyin kastedildiği gibi sorular yönelteceği belirtilmişti.
Rojava Meselesi ve Kürt Ulusal Hareketinin Yönü
Son olarak Rojava başlığını açmakta fayda bulunuyor; zira ANF’de Fırat Dicle imzasıyla yayınlanan “Rojava sosyalizmin son durağı, demokratik sosyalizmin ilk adımıdır” başlıklı yazı Kürt ulusal hareketine son dönemde yön veren ideolojik zemini de somutlaştırmaktadır. Yazı en başından belirtmek gerekirse SSCB tarihine ve Marksizm’e ilişkin tarihsel tutarlılıktan yoksun pek çok ayrıntı barındırmaktadır. Bunları tek tek ele alıp cevap vermek bu yazının amacını da boyutlarını da aşacaktır. Dileyen okuyup kendi değerlendirmesini yapabilir.
Öcalan 27 Şubat’ta PKK’ye silah bırakma çağrısı yaptığı mektubunda PKK’nin SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte bir anlam sorunuyla karşı karşıya kaldığını şu sözlerle dile getirmişti: “1990’larda reel-sosyalizmin iç nedenlerle çöküşü ve ülkede kimlik inkarının çözülüşü, ifade özgürlüğünde sağlanan gelişmeler, PKK’nin anlam yoksunluğuna ve aşırı tekrara yol açmıştır. Dolayısıyla ömrünü benzerleri gibi tamamlamış ve feshini gerekli kılmıştır.”
Bu yönelim tabii ki bugünün meselesi değildir. Öcalan ve Kürt ulusal hareketi SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, 90’lı yılların postmodern kimlikçi dalgasından fazlasıyla etkilenmiş ve direksiyonu “radikal demokrasi”ye doğru kırmıştı. Aslında o günden bu yana ideolojik manada değişen çok fazla şey olmadı. Stalinist karşı devrimle bir devlet kapitalizmine dönüşen SSCB’nin, Mao ve sonrasında Çin’in sosyalizm adına işlediği günahların faturası Fırat Dicle imzasıyla Marksizm’e kesilmektedir. Ancak ne yardan ne de serden vazgeçilmektedir. Bir yandan bölgede ABD ile işbirliğine muhtaçken, Rojava’da bir sosyalizm deneyiminin ne kadar mümkün olacağı ayrı bir tartışma konusudur. Ancak Kürt ulusal hareketi bir yandan bu bayrağı da elinden düşürmek istememektedir. Halen soldan referanslara ihtiyaç duymaktadır. Marksizmi lafzi düzeyde de olsa tekrarlamak işine yaramaktadır.
Buradan ders çıkarması gerekenler bellidir. Kürt ulusal hareketi bugün Türkiye solu üzerinde önemli bir dominasyona sahip. Sendikalar üzerinde gücü var. Dolayısıyla vadedebileceği çok şey var. Solun, onunla kurulan ilişki biçimini alacak verecek üzerinden hesaplayarak ideolojik ilkelerin bu denli tahrif edilmesi karşısında sessiz kalması yanlış olacaktır.
Sonuç olarak
Barışa karşı mıyız? Hayır! Kürt ulusal hareketinin Erdoğan rejimiyle masaya oturmasından daha doğal bir durum bulunmuyor. Ancak süreç meselesinin salt Kürt sorununun çözümüyle ilintili olmadığı ortadadır. Erdoğan’ın geleceğinin nasıl şekilleneceğiyle, bölge politikaları ile doğrudan bağlantılıdır. Devrimciler olarak bunun Türkiye emekçi sınıflarına getireceği maliyeti göz önüne almak da bizler açısından, Kürt ulusal hareketinin muhataplarıyla masaya oturması kadar doğal bir durumdur. Kürt halkının barış ve demokratik hak taleplerinin sonuna kadar yanındayız! Ancak bu tutum Kürt ulusal hareketinin temsilcilerinin reel politika alanında atacağı adımlara yönelik eleştirileri dışlamamaktadır.
Enternasyonalizmin bir gereği olarak ezilen Kürt halkıyla ve temsilcileriyle baskılar karşısında omuz omuza durma gerekliliğini dışlamadan ulusal hareket ile bambaşka yollardan yürüdüğümüzün altını bir kez daha çizmemiz gerekiyor.













