Sosyalizm Kazanacak!
/ Devrimci Perspektif / Türkiye Kapitalizmi Sınıfta Kaldı – V.U. Arslan

Türkiye Kapitalizmi Sınıfta Kaldı – V.U. Arslan

on 4 Temmuz 2016 - 12:00 Kategori: Devrimci Perspektif, Ekonomi, Kuruluş Belgeleri, V. U. Arslan

n_67964_1

Türkiye egemen sınıfları, imparatorluk arka planından olsa gerek başından beri dünyada sözü geçen bir ülke olma hedeflerini ortaya koymuşlardı. Bu, bazen muasır medeniyetler seviyesi, bazen patronlar kulübü AB’ye katılım ve son olarak da neo-Osmanlıcı hayaller şeklinde ifade edildi. Gelgelelim bu iddiaların hepsinin içi boştu. Bir yanda burjuva devletin üst basamaklarındaki ulusalcı elitler, diğer yanda toplumsal parazitlikten başka bir şey bilmeyen kısa yoldan devlet olanaklarıyla zenginleşmiş Türkiye büyük sermayesi. Bu düzenbazlar, bırakalım büyük başarıları, tarihsel bir fiyaskodan başka bir şey olmadıklarını ispatladılar. Bu fiyaskonun ülkeye armağanı ise AKP rejimi oldu.

AKP rejimi ise geçmiştekilerin hepsinden iddialı. Safsata slogan 2023 Büyük Türkiye, sözde bu iddiayı yansıtırken sadece trajikomik olabilir. Komik çünkü neo-Osmanlı hayalleri, o kadar boş ki şimdiye kadar sadece rezillik ve gülünçlük kaynağı olabildi. Gelecekten de kimse daha farklı bir performans beklemiyor. Trajik çünkü TC geleneğinin
bugüne kadar getirdiği kırık dökük parlamenter geleneği tek adam rejimine geri dönüşü andıracak şekilde çözülüyor. Burjuva cumhuriyetin eskiden beri mayasında olan yoksulluk, yolsuzluk, kalitesizlik, zorbalık düzeni bugün daha da pespaye bir şekle bürünerek tel tel dökülüyor. Türkiye’de burjuva düzen, adına sistem diyeceğimiz bir yapı kalmayacak şekilde keyfiliğe ve bayağılığa teslim olmuş durumda. Türkiye’deki kapitalistlerin yapabildiği tel şey ise esnaf mantığıyla yeni rejimden ne koparırsak kar mantığı gütmek ve burjuva cumhuriyetin yarım yamalak yapılarının çözülmesini seyretmek.

TÜRKİYE’DE KAPİTALİSTLERİN GÜDÜKLÜĞÜ

Türkiye’de sermayedarlar hep kısa yoldan devletten aktarılanlarla büyüdü, semirdi. Geçmişte Rum ve Ermeni mallarına çökme işinden büyük vurgunlar elde ettiler, başından beri devlet himayesi gördüler ve birer kene gibi emekçi halkın kanını emdiler. Emekçiler 1960 ve 1970’lerde devrimcileştiğindeyse arkalarındaki büyük abileri ABD’nin desteğiyle bu ülkenin emekçilerini ve gençlerini katlettiler. Geri kalan dönemlerdeyse kendilerine burjuvalık kapılarını açan ulusalcı bürokrasiyle “ülkede kimin borusu ötecek” kavgasına tutuştular. 21.yy’a girildiğinde uluslararası desteği arkasına alan büyük sermaye, bu kavgada üstünlüğü ele geçirecekti, ama demokrasi şampiyonu ilan edilen eski İslamcılar eliyle. Ulusalcılar tasfiye edilmesine edildi, ama büyük sermaye o kadar kaypak ve basiretsiz ki kendi zaferlerini tarihsel bir kazanıma dönüştüremedi, bunun yerine devletin yeni efendisi olan AKP ve RTE’ye kapılanmaya ve onunla iş tutmaya yöneldi. Türkiye büyük sermayesi bir kez daha ne kadar güdük olduğunu ortaya koymuş oldu.

Servetini devletin doğrudan ya da dolaylı olarak yönlendirdiği kaynaklardan elde eden Türkiye büyük sermeye sınıfının hazırcı ve kaypak olması eşyanın tabiatı gereği idi. Askerin başını çektiği ulusalcı bürokrasiye 1990’lar boyunca ancak Radikal vb gazeteler vasıtasıyla üç beş liberal aydın üzerinden ses çıkarabilenler 2000’lere gelindiğinde AB ve ABD desteğiyle AKP’ye arka çıktılar. ABD menşeli Gülen cemaatinin Ergenekon dalgalarıyla olağanüstü bir dönemi başlatmasını da tıpkı RTE gibi onayladılar. Ardından tek adam rejiminin yükselişini fark etseler de ortam sertleştikçe boyun eğip yeni döneme adapte olmaya çalıştılar. Ufak tefek sorun çıkaranlar da kısa yoldan çark etmek zorunda kaldı, yalakalıkta sınır tanımayanlar ise ödüllendirildiler. Diğer taraftan AKP’nin zenginleştirdiği yandaş sermayenin roket hızıyla yükselişini de sineye çekmek zorunda kalacaklardı. Nitekim AKP karşısında büyük abi ABD bir şey yapmadıkça da kendi başlarına hareket etme kabiliyetleri yok. Nasıl geçmişte orduyu sineye çekiyorlarsa şimdi de  RTE’yi sineye çekmek zorundalar. Az gelişmiş ülke burjuvalarının tipik özelliği acizliğidir.

GÜDÜKLÜĞÜN EKONOMİK ARKA PLANI

Türkiye’de büyük sermaye önce Rumler ve Ermenilerin mallarına konarak zengin oldu. Tek parti döneminde iktidara yakın olmanın ve gerekli bağlantılara sahip olmanın avantajlarını kullanabilenler köşeyi döndüler. Cumhuriyet, toprak ağalarıyla iyi geçindi ve onlardan milli burjuvazi devşirmeye çalıştı. İthalat ayrıcalıkları bir takım zenginlere
verildi ve bunlar bu işin ticaretiyle büyük zenginlik elde ettiler. Uluslararası tekellerin Türkiye’deki acenteciliğini yapmak da bugün olduğu gibi o dönemde de risksiz ve çok karlı bir işti. Emekçilerin büyük zorluklarla ürettiği toplumsal fazla bu şekilde ulusal ve uluslararası burjuvazi tarafından hortumlanıyordu. İktidarın izlediği serbest piyasa politikasından da devletçilik politikasından da kazanan kapitalistler oluyordu, zira iktidar kaynak dağıtımının uygun yollarıyla bu beslemeyi hep sürdürdü. Zamanla Kemalist bürokrasinin içerisinden de kapitalistler devşirildi. Burjuva cumhuriyetin milli müteşebbisleri bu şekilde yaratıldı. 2.Dünya Savaşı sonrası uluslararası sermaye ile bütünleşmenin yollarını geliştiren kapitalistler bu dönemde daha çok tarım ve ticaret üzerinden işlerini ilerletirken 27 Mayıs sonrası yine devlet kaynakları ve desteğiyle sanayiciliğe sıçradılar. Gümrük duvarları ve vergi avantajlarıyla korunan kapitalistler dışarıdan yüksek teknoloji ara malını ithal ederler (ithalat ayrıcalığı yine devrede) ve ülke içerisinde bunların montajını gerçekleştirirler.

Ülke içerisinde tekel durumunda oldukları için büyük vurgun yaparlar, devlet bu malların satışından vatandaşın cebinden yüksek oranda vergi alır, yabancı tekeller de rakipsiz oldukları bir iç pazara yüksek fiyatla ara malı satmaya
devam ederler. Sömürü çarkı bu şekilde devam eder… Daha sonraki dönemde de vurgunculuğun yeni modelleri gelişir. İhracat teşvikleri, özelleştirmeler, kamu ihaleleri emlak vurgunları ve inşaat işleri… Türkiye’de kapitalistler tarih boyunca riske girmeden kolay para kazanma yolunu tuttular. Bugün de hizmet sektöründen para kazanmayı tercih etmekte, emlak piyasası ve inşaat işlerinden köşeyi dönmenin yollarını aramaktadırlar. Uzun uzun yıllar vurgunculukla dev holdingler haline gelenler bile emlakçılık, perakendecilik gibi işlerle yolunu tutmaya bakıyor.

Lokomotif sektörlerden olduğu söylenen otomotiv sektörü gibileri esasında montaj sanayisi olduğu için çok az katma değer yaratabiliyor. İhracat şampiyonları diye reklamı yapılanların içi tamamen boş, net ihracatçı bile değiller. Üretimin en önemli girdileri, en başta da yüksek teknoloji gerektiren ara malları ithal ediliyor. En basit örnek, Türk markası adı altında satılan televizyonların en önemli parçası olan paneller Türkiye’de üretilememekte, Samsung gibi markalardan ithal edilmektedir. Sonra da bu satılan TV’ler ihraç olarak kayda geçirilmektedir. Yani Türkiye’deki montaj sanayisi üretimin can damarı olan yüksek teknolojili ara mallarını üretememektedir. Türkiye’de nitelikli bir
üretim yoktur, mevcut üretim teknolojik atılımın çok gerisindedir. Türkiye’de payı sürekli gerilemekte olan sanayi, montaj ve hafif-orta sanayiye dayanmaktadır. Neticede nitelikli iş olanakları da yaratılamıyor. AKP döneminde sanayi yatırımları iyice azalmış, var olan düşük nitelikli sanayinin ekonomideki payı da düştükçe düşmüştür. Tekrarlanan krizler yüzünden 1990’la boyunca bastırılmış tüketim harcamaları AKP döneminde serbest kalmış tüketim harcamaları ve borçlanma patlama yapmıştır. Az üreten, ürettiği de nitelikli olmayan bir ülkede mevcut tüketim kalıplarının sürdürülmesi imkansızdır. Hanehalkları ve şirketler boğazlarına kadar borç batağına saplanmış durumdadır.

TEK REKABETÇIİ ALAN: UCUZ VE SAVUNMASIZ EMEK

Türkiyeli kapitalistlerin tek rekabetçi olduğu alan var o da düşük ücretlerle çok uzun çalışan ve örgütsüz-savunmasız durumdaki işçi sınıfıdır. Bu durumun kendisi başlı başına zaten kalkınmanın mümkün olmadığı anlamına geliyor. İşçi sınıfı hizmet sektöründe, montaj sanayinde ve orta-küçük sanayide düşük ücretlerle çok uzun saatler ömür tüketmek zorunda. Asgari ücretle geçinmek zorunda olan milyonlar var. Taşeronda çalışan milyonlar, kayıtsız çalışan milyonlar, doğru düzgün işi olmayan milyonlar, diplomalı işsiz milyonlar var. Bütün bunların dışında sayıları
milyonları geçen göçmen işçiler, insan onurunu ayaklar altına alan koşullarda yok pahasına sömürülüyorlar. Türkiye’de Türk, Kürt ve Arap işçilerin sadece çok küçük bir kısmı 8 saatlik işgünü kuralına göre çalışıyorlar. Çalışma
saatleri 10-12-14 saat şeklinde uzamakta çoğu örnekte haftanın 6 ya da 7 gününe tekabül etmektedir. Ücretler düşüktür, hayat pahalıdır. Bu koşullarda genç bir işçinin kendisi için güvenli ve nitelikli bir gelecek kurması imkansızdır.

Türkiye’de kayıtlı ve kayıt dışı şekilde çalışan (ki çalışanların yarısı kayıtdışı şekilde çalışmakta) 5 milyonu asgari ücretli olarak çalışıyor. Türkiye, şirket karlılıkları konusunda Avrupa birinci liginde yer alırken sıra emekçilerin ücretlerine geldiğinde ise Bulgaristan, Slovenya, Romanya, Makedonya gibi ülkelerin yer aldığı, asgari ücretin en fazla 500 Euro olduğu üçüncü ligde yer alıyor. Patronların başarısının bir sırrı da emekçilere yoğun sömürü koşullarını dayatabilmesinde yatıyor. Ülkede 2016 yılında Türk-İş 4 kişilik bir aile için açlık sınırını 1375, yoksulluk sınırını 4478 lira olarak açıklarken TÜİK’in resmi rakamlarına göre bile yoksulluk sınırı altında yaşayan hanehalkı oranı yüzde 22,4. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın (ASPB) 2015 bütçesi sunum kitapçığında yer alan veriler ise daha vahim olan tabloyu ortaya seriyor. Aylık 270 liranın altında gelire sahip olanların dahil edildiği muhtaç kategorisine nüfusun yüzde 39’u giriyor. 70 milyonluk ülkede, Bütünleşik Sosyal Yardım Hizmetleri Bilgi Sistemi yoksulluk envanterinde muhtaç hane sayısı 8 milyon, kişi sayısı  da 30,5 milyon olmuştur.

0,,17637969_401,00

Aktif nüfusun çok az bir kısmı iş yaşamına katılıyor. Sayısı milyonları geçen işsizler ordusu bulunmaktadır. Resmi rakamlarda gösterilen %10’luk oranlar gerçeklerden çok uzaktadır…Gizli işsizlik gerçeği sürekli gözden uzak tutulmaya çalışılıyor. 2016 Şubat ayında DİSK-AR, TÜİK verilerinden yola çıkarak gerçekleştirdiği değerlendirmesinde işsizlik oranının gerçekte %17 olduğunu; işsiz sayısının ise 6 milyona yaklaştığını açıkladı. Aktif nüfus içinde iş yaşamına dahil olamayan bir başka önemli kesim ise kadınlar. 2015’te AB istatistik kurumu Eurostat’ın verilerine göre Avrupa’da çalışan kadın ortalaması %62 iken Türkiye’de %30’u aşabilmiş değil. Kadınlar iş yaşamından koparılıp eve hapsedilmek istendikleri gibi çalışanlar açısından da oldukça eşitsiz bir tablo var. İstahdam edilen 8 milyon kadın çalışan sadece %45’i kayıt altında; ücretleri ise erkeklere göre düşük. İşten çıkarılma söz konusu olduğunda da ilk kapı gösterilenler onlar oluyor. Türkiye’de kadınların %65’i “ev hanımı”; İslamcı iktidar da bu oranı artırma derdinde, işverenler de bu yönde desteği eksik etmiyor tabii.

İşçi sınıfının çok zor koşullar altında çalıştığı ortadadır. Ne var ki direniş kanalları ya hiç yoktur, ya da var olanlar kapatılmıştır. Mevcut sendikaların büyük kısmı hükümet ve patron sendikası olmuşken geri kalanların da hakim bürokratik kavrayış nedeniyle süreci tersine çevirecek herhangi bir perspektife ve risk alacak pozisyona sahip değildir. Bu durumda örgütsüz yığınlara dönüşen işçilerin mücadele etme şansı sıfırlanmaktadır. Neticede işçi sınıfı mücadelesi zayıflamakta emekçileri ilgilendiren esas gündemler kimlik kutuplaşmalarının gürültüsünde unutulup
gitmektedir. İnsani boyut ise içler acısıdır. İşçi cinayetlerinde her yıl binlerce emekçinin can vermekte ve çok daha fazlası sakat kalmaktadır. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesinin yükselmesi dışında bu karanlık tablodan çıkmak mümkün değildir. Devrimcilerin tarihi sorumluluğu budur.

KARNE ORTADA

turkey-democracy-under-erdogan-rule-daesh-oil-isis-censorship-dictatorship

Erdoğanistan’a (Eski Türkiye’ye) giriyorsunuz.Buraya tüm umutlarınızı bırakarak giriniz.

Ekonomik görünüm: Zayıf. Türkiye’de vurguncu kapitalistler o kadar avantaya rağmen nitelikli, katma değerli, teknolojik alt yapısı yüksek bir üretim yapamıyor. Tek başarıları işçi sınıfının örgütlülüğünü çözmek ve sömürüyü yoğunlaştırmak. Türkiye’nin uzun uzun yıllar dar gelirli bir ülke olarak kalması garantilendi.

Siyasi Görünüm: Çok zayıf. Burjuva partiler çözüldü, meydan İslamcı eskisi AKP’ye kaldı. Egemen sınıfın ulusalcı-Kemalist elitleri iktidardan tasfiye edilirken ipin ucu kaçtı burjuva cumhuriyetin bütün kurumsallığının çözülmesi gündeme geldi. Tek adam rejimi 1930’lardan sonra bu sefer farklı bir karakterde olmak üzere yeniden inşa edilirken parlamenter sistem çökertiliyor.

Demokrasi Görünümü: Çok Zayıf. Burjuva cumhuriyet kurulalı beri neredeyse bir asır geçti ama hala 12 Eylül Anayasası ile ülke yönetiliyor. AKP döneminde üstelik işleyiş birçok alanda daha da geriye gitti. Medya susturuldu, ifade özgürlüğü ve toplumsal muhalefet baskı altında.

Temel İnsan Hakları: Zayıf. Türkiye’de insanın değeri hiç olmadı zaten. Yargısız infazlar, işkenceler, hürriyetten alıkoyma burjuva cumhuriyetin her döneminde yaygınca gerçekleşti. Bugün de durum pek farklı değil. AKP döneminde polis terörü hayatın her alanına yayılarak genişledi.

Kürt Sorunu: Çok Zayıf. Kürt isyanları 100 yıl önce de vardı bugün de var. Üstelik 2015- 16’da birçok Kürt şehrinde kent savaşları verildi, veriliyor. Son bir yılda birçok Kürt kenti yıkıldı, binlerce insan canından oldu. Kapitalist düzen Kürt sorununu çözmekte tam anlamıyla sınıfta kaldı.

Toplumsal Uyum: Zayıf. Kapitalistler Türkiye’de vatandaşlık temelinde bir toplumsal uyum yaratamadı. Tersine derin çelişkilerini örtmek için etnik, mezhepsel ve diğer kimlik ayrışmalarını körükledi. AKP döneminde bu durum en uç noktalara kadar ulaştı. Etnik gerilimin yanı sıra IŞİD vb Selefi nefretin taşıyıcıları toplumda ciddi bir toplumsal zemin elde etti.

Kadın Hakları: Çok Zayıf. Türkiye kadınlar için çok zor bir ülke. Yıllar geçtikçe durum ilerlemek yerine daha da kötüye gitti. AKP toplumu zoraki şekilde muhafazakarlaştırmak isterken hedefte kadınlar var. Kadınları eve kapatılmak isteniyor. Kadın cinayetlerinde rekorlar kırılıyor. Kadınların bu kadar arka plana itildiği bir ülkenin kapitalist anlamda da ilerlemesi mümkün değil.

Eğitim: Çok Zayıf. Türkiye’de eğitimin niteliğinin berbatlığı bir yana eğitimli genç nüfus için nitelikli iş imkanları sağlanamıyor. Salt çökmekte olan taşra kentlerinde para dönsün diye üniversiteler açılıyor ve öğrencilere yolunacak kaz gözüyle bakılıyor. Eğitim sistemi adım adım özelleştirilirken emekçi halkın gittiği okullar dinselleştiriliyor ve nitelik daha da geriliyor.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı