Sosyalizm Kazanacak!
/ Gündem / Sürgün Acısı – Ezgi Yılmaz

Sürgün Acısı – Ezgi Yılmaz

on 4 Aralık 2015 - 21:18 Kategori: Gündem, Kültür-Sanat

Ahmet Kaya, otuz beş metrekarelik bir lojman dairesini paylaşan yedi kişilik bir ailenin en küçük çocuğu o2072_2larak Malatya’da 1957’de dünyaya gelir. Tahtalardan ve elektrik tellerinden yaptığı bağlama ilk enstrümanı olur Ahmet Kaya’nın. İlk dinleyicileri de tavuklardır. Daha sonra altı yaşına bastığında babası, üzerinde kendinin küçük bir vesikalık resminin olduğu bağlamayı hediye eder. Bu defa elinde gerçek bir bağlama vardır ve dinleyicileri işçilerdir. 10 yaşından sonra yazları plakçıda çalışmaya başlar. Bu dönem her açıdan cafcaflı bir dönem dünya açısından da Türkiye açısından da. Siyahlara eşitlik-özgürlük mücadesi,Vietnam Savaşı,uzaya gitme yarışı,Beatles, Anadol, Cem Karaca, Mayıs ’68 Paris, Elvis Presley, Jimi Hendrix, Bülent Ecevit, Süleyman Demirel, TİP… Altmışlar resminin birer parçası bütün bunlar.Savaştan çıkmış bir dünyada değişen politik atmosfer müzikte Rock&Roll rüzgarları estirip herkesi içine katmıştır ve Türkiye’de yeni bir müzik tarzının yükselişine neden olur. Kalamış’tan yükselen gitar sesleri ve Sultan Ahmet’te Katmandu’ya gitmet üzere Pudding Shop’ta buluşan Hippilerin günleri başlamıştır. İşte Ahmet Kaya’nın İspanyol paçalı, saçları favorileri uzun solcularla/devrimcilerle ilk defa tanışması da bu zamanlara denk gelir.

60’larda başlayan ve 70’lerde hızla devam eden kırdan kente göçler beraberinde büyük şehirlerde gecekondulaşmayı yaratmış ve gecekondulardan yükselen ses beraberinde yeni bir kültürü de oluşturmaya başlamıştır. Kaya ailesi de 72’de ekonomik sıkıntılardan dolayı Malatya’dan İstanbul’a, bir gece kondu mahallesine, Kocamustafapaşa’ya taşınır. Böylece Ahmet Kaya’nın yolu çağlayan derelerden motorların yırttığı maviliklere çıkar. 7 notayla harikalar yaratan Kaya’nın yıllar sonra gözünün içine baka baka “Bu vatan bizim, ellerin değil!” diye şarkı söyleyecek olan Serdar Ortaç ise o sıralar iki yaşında kundakta bebedir daha… 70’ler olanca hızıyla başlamıştır;15-16 Haziran Direnişine tanıklık edilmişmiş, ardından 61 Anayasasına “bol geldiği” için pens atılmış,Ayşe tatile çıkmıştır ve takvim yaprakları 6 Mayıs 1972’yi gösterdiğinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam sehpasında halkların kardeşliğini haykırır. O günden yıllar sonra aynı şeyleri söyleyen Ahmet Kaya’nın da payına düşen çatal bıçaklar ve sürgünde ölüm olacaktır.

İstanbul büyük umutları karşılayamamış üstelik yanında yeni dertleri de getirmiştir. Yoksulluk tüm yakıcılığıyla devam ederken, büyük şehirlerden göç eden insanlar her gün daha da ötekileşmektedir. “Doğu’dan gelmiş köylüler kentleri istila etmektedir(!)”. Daha ilk günden kolilerin üzerinde Malatya yazdığı için küçümsendikleri bir kentte ne yaparsa yapsın onlar gibi olamayacağını fark etmesi çok zamanını almamıştır Ahmet Kaya’nın. Ailesine katkıda bulunmak için orta ikide okulu bırakarak çalışmaya başlar. Pek çok işe girer çıkar, işportacılık yapar ancak bağlamayı asla bırakmaz. Bir yandan “hatasız kul olmaz”lar çalınırken diğer yandan “eşkıya dünyaya hükümdar olmaz” kasetleri satılır işportalarda. Türkiye’de müziğin çehresi yeniden değişmektedir. Yükselen gitar seslerine bağlama da eklenmiştir artık. Kefenin bir tarafında Ajda Pekkanlar, Müşerref Akaylar yer alırken diğer tarafında Ruhi Su, Âşık Mahsuni, Âşık İhsanî, Aşık Yoksulî, Zülfü Livaneli, Timur Selçuk vardır. Yükselen sınıf mücadelesi ve sol da kendi müziğini oluşturmaya,içinden yeni müzisyenler çıkarmaya başlar. Bir bir yeni ağıtlar eklenirken repertuara öte yandan marşlar da yerini alır. Ancak Ahmet Kaya’nın müziği bunların hiç birine benzememektedir. Kendi kendine öğrendiği bağlamayı hiçbir metod bilmeden çalmaktadır. O dönem, hayranı olduğu Ruhi Su’nun Boğaziçi Üniversitesi’ndeki bir dinletisine gider ve dinletiden sonra bir yolunu bulup “usta”nın yanına ulaşmayı başarır. “Ruhi Su besteleri”ni kendisinin nasıl yorumladığını göstermek istemektedir Ruhi Usta’ya. Ruhi Usta’nın en bilinen eserlerinden “Mahsus mahal” isimli şarkıyı çalar. Usta, şarkıyı yarıda kesip bağlamayı elinden alır ve kızarak “Öyle at teper gibi bağlama çalınmaz, kavga edilmez bağlamayla, bağlama ile meşk edilir.” der. Ancak Ahmet Kaya bağlamanın teline hınçla,öfkeyle vurmaya, devrimci türküler ve marşlar çalmaya devam eder. 1978’e gelindiğinde Ahmet Kaya artık 21 yaşına gelmiştir; ‘77 Ş(K)anlı 1 Mayısı çoktan yaşanıp faillerinin hala bulunamadığı o günlerde Kaya annesinin ihbarı üzerine askere alınır. On sekiz aylık askerliğin ardından Emine Kaya ile evlenir. Böylece 70’lerin sonuna da artık gelinmiştir. Her on yıllık zaman dilimini darbeyle kapatan Türkiye bir kere daha rutinini bozmamış ve siyasi iktidarsızlık ve üniversitelerdeki karışıklık (!) nedeniyle asker yönetime el koymuştur. 12 Eylül sabahı askerî marşlarla öperek uyandırılır paşalarca. Aslında niyetlerini açıktan belli etmişlerdir. Sınıf mücadelesi ve devasa bir güce erişmiş sol hareket bertaraf edilerek azgın neo-liberalizm politikaları için dikensiz gül bahçesi yaratılacaktır. Bu süreçte Ahmet Kaya’nın birçok arkadaşı yakalanır, kimisinden bir daha haber alınamaz, kimisi on yıl sonra çıkabilir cezaevinden. Ahmet Kaya Halk Bilimleri Derneği’yle bağlantılı olması ve bir kaç kere de yasa dışı(!) afiş asmaktan gözaltına alınmış olmasından dolayı alınmayı beklediği günler geçirir. O tutuklanmaz ancak tanıdığı pek çok insan ya hapishanelerde ya yurt dışında ya da kayıptır. 12 Eylül, ardında bıraktığı işkenceden geçmiş binlerce insan için yıllarca atılamayacak bir yılgınlık hissi yaratmıştır. Bu dönemde eşi Emine bir gün hiç habersiz birkaç aylık kızını da alıp gider ve boşanırlar. Böylece bir kere daha yalnız kalır Ahmet Kaya. 1984’e gelindiğinde müzik şirketlerinin kapısını aşındırır ancak kimse albümünü yapmaya girişmez.

Hiçbir türe benzemeyen, toplumcu şarkılar korkutur firmaları. Birkaç arkadaşının yardımıyla Hodri Meydan Kültür Merkezi ve Bilsak’ta bir konser düzenlerler. Konser afişiyle yıllar önce Ruhi Su’dan yediği azara cevap verir: “Bağlama Böyle de Çalınır!” . Beklenilen üstünde bir ilgiyle karşılaşan Ahmet Kaya, arkadaşlarının ve annesinin de küçük katkılarıyla soluğu o sıralar cezaevinde olan Selda Bağcan’ın kardeşi Sezer Bağcan’ın yanında alır.Uzun uğraşlar sonucu albüm kızı Çiğdem’e yazdığı şiir “Ağlama Bebeğim” adıyla çıkar. Ve albüm henüz çıktığı ilk haftadan toplatılır ve Ahmet Kaya gözaltına alınır. Hakim o çok uzaklardaki güzel yerler neresi diye sorar… Kısa yargılama sürecinin ardından sansür kalkar ve satış yasağının kalktığı haberi üzerine albüm satışları patlar. Daha önceki hiçbir tarza benzemeyen şarkıları binlerce insanın sesi olur. İkinci albüm çalışmaları sırasında Gülten Hayaloğlu ile tanışır ve şiirleriyle müzik yaşamına yön verecek olan Yusuf Hayaloğlu’yla tanışmasına az bir zaman kalmıştır. Albümlerin yanı sıra bir çok yerde tek başına konserler verir ve pek çok kere konserde göz altına alınır. Bu arada Gülten Hayaloğlu’yla evlenirler. Bir gün Gülten bir idam mahkûmunun Nevzat Çelik’in annesine yazdığı Şafak Türküsü şiiriyle çıkagelir. Hapishane önlerinin evladından iki satır bekleyen ana babalarla dolu olduğu o günlerde üçüncü albümü Şafak Türküsü adıyla çıkar ve artık Ahmet Kaya şarkılarıyla kendinden bahsettiren biri olmuştur. Çok satan listelerinin zirvesine oturan bu adamın 12 Eylül yenilgisinin sonucu olarak çıkan arabesk müzikle devrimci müziğin harmanı olan herkese yabancı müziğine de bir kategori çoktan bulunmuştur: Özgün Müzik.

O yıllarda Yusuf Hayaloğlu Şişli’deki küçük atölyesinde tasarım, yontu ve grafik işleri yapmaktadır. Hayaloğlu Ahmet Kaya’nın hayatına girişini şöyle ifade ediyor. “Ahmet Kaya,damatla alakası olmayan bir damat adayı olarak girdi hayatıma.Gülten getirip bana tanıştırdı. İlk görüşmeye kucağında rakı şişesiyle gelince baştan kanım ısındı…”. Ahmet Kaya’nın ısrarları sonunda bir gün Yusuf Hayaloğlu ilk şarkı sözü denemesini önüne koyar.Sözler şimdilerde de dinlenen yıllardır dillerden düşmeyen “Hani Benim Gençliğim” dir. Ahmet kaya sözleri okur okumaz ağlamaya başlar ve gecesine şarkıyı besteler. Böylece Hayaloğlu’nun kendi deyimiyle resimlerle, şiirlerle, bestelerle beslenen; seyahatlerle, konserlerle, çekimlerle süslenen ve kırgınlıklarla, kavgalarla, ayrılıklarla uslanan ve fakat en derin yürek hücrelerine kadar sızmış muhteşem bir dostluğa yaslanan bir yolculuk başlamış olur.

Ahmet Kaya ancak 1990’da çok geniş bir alanda konser verme şansını bulur.Gülhane Parkı’ndaki konsere yaklaşık 150.000 insan katılır. Ancak konserde polisin havaya ateş açması sonucu çok sayıda insan yaralanır. Ve Ahmet Kaya’nın o gün taktığı, seyircilerden gelen kırmızı-yeşil-sarı fuları “Kürt” simgesi olması gerekçesiyle tekrar yargılanır. Konserler polis aramalarıyla başlayıp,polis müdahalesi ve Kaya’nın göz altına alınmasıyla sonlanır olur.

Özel kanalların kurulmasıyla Ahmet Kaya televizyonlarda boy göstermeye başlar. Artık kendini kendisi anlatabilecektir. Aynı zamanda ardı ardına yeni besteler de gelmektedir; Yorgun Demokrat, Başkaldırıyorum, Resitaller I-II, Başım Belada albümler birbirini takip eder. 90’larda müzik büyük bir değişim geçirir ancak Ahmet Kaya muhalif çizgisinde devam etmektedir. Diğer yandan Kürt halkının mücadelesi 90’larda yoğunlaşır. “Kürt kart kurt,Kürtçe yok” diye devlet bas bas bağırdıkça Kürtler mücadelesine devam eder. Kaya kardeşçe yaşamın mümkün olduğu, Kürtlerin varlığının, dilinin ve kültürünün kabullenilmesi gerektiğini, üniversite kapılarının başı kapalı kadınlara açılmasını söylediği o günlerde iyiden iyiye basının hedefi haline gelir. 10 Şubat 1999’a “o geceye” gelinir. Ahmet Kaya ısrarlar üzerine ve ödül alacağının önceden söylenmesi üzerine Magazin Gazetecileri Derneği’nin Princess Otel’deki kongre salonunda düzenlenen ödül törenine katılır. Gecede yılın en iyi sanatçısı ödülünü alır ve bir konuşma yapar. Kıyamet tam da o konuşmadan sonra kopar. Konuşmasında “Ben bu ödül için İnsan Hakları Derneği’ne,Cumartesi Anneleri’ne, tüm basın emekçileri ve tüm Türkiye halkına teşekkür ediyorum. Bir de bir açıklamam var: Şu anda hazırladığım ve önümüzdeki günlerde yayımlayacağım albümde bir Kürtçe şarkı söyleyeceğim ve bu şarkıya bir klip çekeceğim. Aramızda bu klibi yayınlayacak yürekli televizyoncular olduğunu biliyorum, yayınlamazlarsa Türkiye halkıyla nasıl hesaplaşacaklarını bilmiyorum.” der. Salona büyük bir sessizlik hakim olur. Ahmet Kaya hiç tavrını bozmadan şarkısını söyler ve elinde ödülüyle masasına dönerken önce yuhalanır sonra da havada çatal bıçaklar uçuşur. Neden? Çünkü Ahmet Kaya Kürt demiştir, Kürtçe demiştir. Kaya garsonların korumasında masasına ancak ulaşabilir. Sıradaki sanatçı(!) daha sonra günah çıkartırken herkesçe günah keçisi ilan edilen Serdar Ortaç’tır. Memleket onlarındır,ellerin değil..

Sonra devamında hainlere had bildirmek üzere bütün sanatçılar(!) sahneye fırlayıp hep bir ağızdan 10. Yıl marşını söylerler. O malum karede kimler yoktur ki. Salon bir Kürt sevicisinden(!), bir vatan haininden(!) temizlendikten sonra rezalet olanca coşkusuyla devam eder. Ancak Ahmet Kaya için esas olay 11 Şubat sabahıdır. Zira gazeteler olayı baş sayfadan verir ve Kaya “şerefsiz,vatan haini” ilan edilir. Yapayalnız geçmiştir sonraki günler.

Ahmet, stüdyosundan çıkmıyor ve geleceği göremediği için alelacele yeni albümdeki şarkıları kaydetmeye çalışıyordu. Çok aşırı kilo almaya başlamış ve cildinde problemler oluşmuştu. Dostlarının bir telefon açmamasına, bir merhaba dememelerine çok içerlemişti. İlk mahkemede Savcı, “Vatana İhanet” suçlamasıyla 13 buçuk yıl hapsini ister; Ahmet Kaya on iki sayfalık bir savunma yapar. Savunmasında, kendisini hiçbir yere ait görmeyecek kadar dünyalı, duygularını hiçbir biçimde daraltmayacak kadar evrensel yaşayan bir müzik adamı olduğunu, dünyanın bütün dillerini, dinlerini, uluslarını ve onların kültürlerini, inançlarını, şarkılarını sevecek ve onlara hoşgörüyle bakacak kadar büyük bir yüreğin sahibi olduğunu söyler. Aynı yılın Haziran’ında bir dosta bile veda edemeden,kırgın bir şekilde İstanbul’u terk eder. Ve Ahmet Kaya için Paris’te sürgün günleri başlar. Bir sene sonra da Paris’te Hoşçakalın Gözüm albümünü hazırlarken bir gece evinde kalp krizi geçirir. Memleketinden uzakta kalmaktan üşüyen bedeni ebediyen soğur. Okuduğunuz Ahmet Kaya’nın hikayesidir. Özlemlerle acılarla geçmiş hayatın hikayesi. Daha anlatamadığım nice insan,dile getiremediğim nice sürgün acısı var ki…

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı