Sosyalizm Kazanacak!
/ Emre Güntekin / Sokrates’ten Bugüne Değişen Bir Şey Yok – Emre Güntekin

Sokrates’ten Bugüne Değişen Bir Şey Yok – Emre Güntekin

on 2 Eylül 2017 - 15:58 Kategori: Emre Güntekin, Gündem, Yazarlar

Atinalılar!

Beni suçlayanların üzerinizdeki tesirini bilemiyorum; fakat sözleri o kadar kandırıcı idi ki ben kendi hesabıma onları dinlerken az daha kim olduğumu unutuyordum.” diyordu Sokrates meşhur savunmasının başlangıcında. Türkiye’nin yakın tarihinde öyle garip davalar yaşanıyor ki Sokrates’in dediğini hatırlamamak mümkün değil.

AKP iktidarında bu furya Ergenekon Davaları’nın bir cadı avına dönüştürülmesiyle başladı; KCK, Devrimci Karargâh, MİT Tırları ve Cumhuriyet Gazetesi davalarıyla devam ediyor. Kimisinde eski bir devrimci yıllar önceki işkencecisiyle aynı sanık sandalyesine oturtuldu; kimisinde ise Ahmet Şık örneğinde olduğu gibi her dönemin ruhuna uygun sanıklar üretildi.

Geçtiğimiz ay içerisinde Cumhuriyet Gazetesi Davası gerçekleştirildi. Bu dava, hem suçlamaların mesnetsizliği hem de bu suçlamalara dayanak oluşturan “sözde delil”lerin saçmalığı ile tarihe utanç davalarından birisi olarak not edilecektir.

Fakat bu dava tarihteki ilk örnek değil. Kuşkusuz normal dönemlerden geçmiyoruz. Tek adam diktası toplumun muhalif kesimlerinin üzerinde bir kılıç gibi sallanıyor. Bu tarz davalar da dönemin ruhunun birer ürünü. Sanıkların kişiliksizleştirilmeye çalışıldığı, hayali suçlamaların üretildiği, toplumda bir korku dalgasının yayıldığı davalar pek çok kez egemenler tarafından sahneye kondu. Böyle dönemlerde mahkemeler egemen gerçekliğin birer tiyatro sahnesine dönüşür. Kafka ünlü Dava romanında bu mahkemeleri şöyle tanımlar: “Mahkeme, inancından asla döndürülemez. Burada bir tuvale yan yana bütün yargıçların resmini yapsam ve siz de kendinizi bu tuvalin önünde savunsanız, gerçek bir mahkeme önündekine oranla daha çok şansınız olur.”.

Tarihte utanç davalarının ilk örneği bundan yaklaşık 2400 yıl önce gerçekleşti. Sokrates dönemin Atina şehir devletinde düzenin Tanrılarını reddettiği ve halka kötü örnek olduğu suçlamalarıyla yargılanır. Bu Atina’da büyük yankı uyandırır. Herkes nasıl olur da Sokrates’in böyle bir suçlamaya mahkûm edildiğini şaşkınlıkla karşılar. Sokrates’in kendisi hariç. Dava sonucunda Sokrates ölüme mahkum edildiğinde karısı Sokrates’e “Haksız yere ölüyorsun.” der. Sokrates’in cevabı ise basit olduğu kadar vurucudur: “Yoksa sen ölümü hak etmemi mi isterdin?” Sokrates günümüze öğrencisi Platon aracılığıyla ulaşan savunmasıyla dönemin Atina egemenlerini yerden yere vurur, adeta onun siyasi ve ahlaki çöküşünü ilan eder. Sokrates’in savunması ve idamı siyaset felsefesinde köklü değişimler yaratmıştır. Aynı zamanda Sokrates tarihe düşüncelerinden, erdemlerinden ödün vermeden son anına kadar felsefe yapmakta inat eden bir bilge olarak kazınmıştır.

900’lü yıllarda Arap yarımadasında bir dava tarihe bir başka utanç ekledi. Hallac-ı Mansur Abbasi halifeliğine karşı Karmatilerin isyanına destek vermek, hac anlayışına karşı çıkmak ve En-el Hak (“Ben hakkım!”) sözüyle Allah’a şirk koşmak gibi suçlamalarla ve tamamen Abbasi hanedanlığının siyasi baskılarıyla yargılandı, 912 yılında Bağdat’ta hapse atıldı. Hapiste olması Abbasi hanedanlığına yeterli gelmedi, çünkü Hallac tasavvufi görüşleriyle Abbasilerin savunduğu din anlayışını yerden yere vuruyordu. Vezir Hamid bin Abbas’ın baskılarıyla yeniden yargılandı, fakat dönemin kadıları delillerin yeterli olmadığını söylüyordu. Sonunda sahte suçlamalar ve delillerle Hallac-ı Mansur ölüme mahkum edildi. 26 Mart 922’de önce kırbaçlandı; elleri, ayakları kesildi; en son başı kesildi ve Dicle üzerindeki bir köprüde kesik başı günlerce sergilendi. Bedeni yakılıp nehre savruldu. Kimsenin kendisini ve kabullerini diğer her şeyi dışlayacak bir mutlaklık dairesi içinde görmemesi gerektiğini düşünen ve Tanrı ile insan arasındaki ilişkiye geniş bir perspektiften bakmayı savunan Mansur’un şu sözleri katledilişinin ardında yatan sırları barındırır: “Yeryüzünde hiçbir imansızlık yoktur ki, altında iman saklı olmasın; itaat yoktur ki, altında kendinden büyük isyan saklı olmasın ve kendini tamamen ibadete adama hali yoktur ki, altında saygıdan feragat hali olmasın; sevmek iddiası yoktur ki, altında edepsizlik saklı olmasın. Fakat ulu Tanrı, kullarına istidatlarına göre muamele eder.”

Ortaçağ Avrupası’nda özgür düşünceye savaş açanların en önemli silahı Engizisyon Mahkemeleri idi. Papa Innocentius 1252 yılında resmi bir mektup yazarak işkenceyi yasallaştırmıştı. Mahkemeler de başından sonuna kadar birer işkenceler bütünüydü. Sanıklar mahkemeden aylar öncesinde bir zindana kapatılır ve psikolojik bir yıkıma sürüklenmeye çalışılırdı. Sadece bununla da kalmaz sanıkların direncini kırmak için her türlü fiziksel ve psikolojik işkence yapılırdı. Kişinin suçsuz olup olmadığına yargılamada değil bu işkencelerdeki dayanıklılığına göre karar verilirdi. Mahkemelerde ne kişinin kendisini savunmasına izin veriliyor ne de suçunu öğrenme hakkı bulunuyordu.

Engizisyon mahkemelerinin en önemli amacı Ortaçağ’da kilisenin öncülüğündeki egemenler tarafından kurulan statükonun devam etmesini sağlamaktı. Bu nedenle her türlü özgür düşünce, pozitif bilimle uğraşmak mahkeme tarafından suç addedilebiliyordu. Bu mahkemenin en önemli sanığı 1633 yılında Galileo Galilei oldu. Dünyanın yuvarlak olduğunu, gezegenlerin ve yıldızların evrene hizmet ettiğini iddia eden Galilei ancak suç işlediğini itiraf ederek ölümden kurtulabildi. Herkes Galilei’den sonuna kadar direnmesini beklerken onun savunmasındaki son sözleri şöyle oldu: “Ben, ‘Güneş evrenin merkezindedir’ dediğim için yargılanıyorum ve bu tür aykırı görüşleri nefretle kınıyorum, lanetliyorum. Aynı zamanda Kutsal Katolik Kilisesi’ne yapılan tüm yanlışları da…” Fakat Galilei diz çökerken şunu da ekliyordu: “Eppur, si muove!” (Ama yine de Dünya dönüyor).

Bu mahkemelerde daha dirençli duranlar da oldu. Galile’nin teslimiyetine rağmen aynı dönemde aynı görüşleri savunan Giordano Bruno, düşüncelerine sonuna kadar sadık kaldı ve bu nedenle yakılarak katledildi.

Geleceğe Giordano Bruno’nun şu sözlerde hayat bulan direngenliği kaldı: “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım. Ölümümü bildirirken siz benden daha çok korkuyorsunuz…

Zaferin elde edilebilir olduğunu düşünerek mertçe savaştım. Ne yazık ki ruhumun gücü bedenimden esirgenmiş. İnanıyorum ki gelecek kuşaklar gerçek uğruna savaşmayı tüm yaşam zevklerinden üstün tutacaklardır.”

Engizisyon mahkemelerinin ise işkence yöntemleri…

1894 yılında Fransa’da tarihe gariplikleriyle geçen ve Marksist yazına bile konu olan bir dava açıldı. Fransız istihbaratı Paris’teki Alman büyükelçiliğinin çöplerinde Fransa’nın milli güvenliğiyle alakalı imzasız bir yazı bulur. Yazı Fransız ordusunda subay olarak görev yapan Yahudi kökenli Alfred Dreyfuss’un el yazısına benzetilir ve adına dava açılır. Askeri mahkemede yargılanan Dreyfuss uydurma delillerle ve suçunun ne olduğunu bilmeden ömür boyu hapse mahkûm edilir ve uzak bir adaya sürgün edilir.

Fakat dava burada bitmez. 1898 yılında Emile Zola mahkemeyi gündeme getirir ve askeri mahkemeyi “Suçluyorum!” başlıklı bir açık mektupla topa tutar. Bu kez mahkeme Zola’yı bir yıl hapse mahkûm ederek ateşe benzin döker. Dava tüm Fransız kamuoyunun gündemine girer ve toplum insan hakları savunucuları-özgürlük yanlıları ile “vatanın ve devletin yüksek menfaatini ön planda tutanlar” arasında ikiye bölünür. Kamuoyunun basıncı ile Dreyfuss’un suçlanmasına neden olan belge yeniden incelenir ve sahte olduğu anlaşılır. 1899’da yapılan yeniden yargılamada Dreyfuss’un cezası 10 yıla indirildi. Fakat bu bile kamuoyunu tatmin etmedi. Bu ara Dreyfuss’un suçlanmasına neden olan sahte belgeyi üreten subay intihar eder. Kamuoyu baskısı ile Dreyfuss serbest bırakılır fakat hala suçlu sayılır. Ancak 1904 yılında tamamen aklanır. 1906 yılında bütün itibarı iade edilir ve yeniden orduya alınır.

İmzasız belge ile insan suçlamak… Ne kadar tanıdık değil mi?

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Türkiye’nin yakın tarihi en başta da belirttiğimiz gibi utanç davalarıyla dolu. Tarih bu davalarda yargılananları geleceğe taşırken, yargılayanların sonları pek parlak olmadı.

Sokrates’i, Hallac-ı Mansur’u, Giordano Bruno’yu, Dreyfuss’u yargılayanları hatırlayanınız var mı?

Gelecekte Cumhuriyet Davası akla geldiğinde yeni nesiller yargılayanlardan değil, Ahmet Şık’tan ve savunmasından ilham alacaklardır. Tarihin böyle kötü bir huyu var, her zaman adaletten, özgürlükten, eşitlikten yana olanlar ve direnenler hatırlanır.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı