Sosyalizm Kazanacak!
/ Devrimci Perspektif / Küresel Ölçekte Çin-ABD Rekabetinin Dinamikleri – Emre Güntekin

Küresel Ölçekte Çin-ABD Rekabetinin Dinamikleri – Emre Güntekin

on 30 Haziran 2020 - 22:06 Kategori: Devrimci Perspektif, Emre Güntekin

Günümüzde emperyalist rekabet dünyanın hemen her yerinde durmaksızın sürüyor. Askeri ve ekonomik güç olarak küçük büyük fark etmeksizin egemen sınıflar bu küresel av sahasından kendi paylarına düşeni kapmaya çalışıyorlar. Ancak artık emperyalist-kapitalist sistem içerisinde bazı denklemlerin değişmeye başladığı, geriden hızla yükselerek gelen Çin ve Rusya gibi büyük emperyalist güçlerin ABD hegemonyasında açtığı gediklerle kendisini gösteriyor.

Piramidin alt katmanlarına inildikçe Körfez rejimlerinin, İran ve Türkiye gibi ülkelerin doğrudan veya vekilleri aracılığıyla inisiyatif alarak özellikle Ortadoğu’da hegemonya mücadelesinde ön plana çıktıkları göze çarpıyor.

ABD 90’lı yılların başında SSCB’nin çöküşüyle birlikte kendini rakipsiz ilan etmiş ve dünyayı kendi çıkarları etrafında yeniden şekillendirmeye girişmişti. Balkanlarda 90’larda ABD ve NATO ittifakı eliyle yapılan müdahaleler kanlı bir etnik savaşın ve katliamların önünü açmıştı. Aynı şekilde Ortadoğu’da Clinton döneminden başlayarak Irak üzerinden yeniden şekillendirme süreci başlatılmıştı. 11 Eylül’ün ardından Bush yönetimi tarafından yürütülen Afganistan ve Irak savaşları hem cihatçı çetelere varoluş alanı yaratmış hem de Ortadoğu coğrafyasının istikrarsızlaştırılmasında rol oynamıştı.

2008 krizinin arifesinde Obama’nın iktidara gelişiyle ABD’de ve tüm dünyada yeni bir beklenti dalgası oluştu. İlk kez bir siyahî, Beyaz Saray’a çıkarken, Obama’dan en büyük beklenti Bush döneminde trilyonlarca dolara mal olan savaşlara son vermesi ve barışın önünü açmasıydı. ABD’de krizle birlikte evlerini ve işlerini kaybeden milyonlarca insan için Obama’dan beklenen ise krizin emekçi sınıflar üzerindeki yükünü hafifletmesiydi. Sonuç kocaman bir hayal kırıklığı oldu. Bu hayal kırıklığı sadece Obama konusunda beklentisi olan emekçi sınıflara değil, egemen sınıflara da ait. ABD’li egemenler Obama’nın görevde olduğu sekiz yıl boyunca Suriye’de, Gürcistan’da, Ukrayna’da Rusya’nın askeri güç kullanmaktan çekinmeyişini, trilyonlarca dolar para akıtılan bir savaş sonucunda yerle bir edilen Irak’ın İran etkisine girmesini, Uzak Asya’da Çin’in ekonomik ve politik nüfuz alanının genişlemesini gıpta ile izlediler. Öte yandan 2008 krizinin yükü trilyonlarca dolarlık kurtarma paketleriyle büyük kapitalist tekellerden alınarak emekçi sınıfların üzerine atılmıştı.

Aslında bu kısa muhasebe bizi şu soruya bağlıyor: Amerikan hegemonyası çöküyor mu? Amerikan egemen sınıflarının gözlerinde bu korkuyu 

uzun süredir görebilmek mümkün. Pew Research Center tarafından yapılan bir araştırmada ABD’nin bütün devletler üzerinde bir güce sahip olduğuna dair görüşe 2011 yılında Cumhuriyetçilerin % 52’si, Bağımsızların % 33’ü, Demokratların % 33’ü katılırken; 2014 yılında bu oran Cumhuriyetçiler için % 37’ye, Bağımsızlar için % 26’ya, Demokratlar için de % 25’e düşmüş görünüyor[1].

Aynı araştırmada neredeyse her yaş grubunda ABD’nin küresel gücüne olan güvenin erozyona uğradığı görülebilir. Geçmiş yüzyılın hafızasına sahip yaşlı kuşaklar arasında güven görece daha yüksek çıkarken, genç kuşaklar arasında Amerikan hegemonyasına dair güvenin oldukça düşük olduğu görülüyor. Kısacası genç kuşaklar için “Amerikan rüyası”nın çekiciliği giderek azalıyor. Tersi şaşırtıcı olurdu. CBSNews’ta yer alan bir yorum bu durumu şöyle aktarıyor: “Büyük resesyon Amerikalıların inancını kaybettiği andır… Fakat bu rüya –Amerikan Rüyası kastediliyor. (yazar notu)- onlarca yıldır düşüşteydi.”[2] Bugünün gençleri Amerikan rüyasının en parlak zamanlarında yaşayan Babyboom kuşağının aksine dünyaya gözlerini ekonomik bir çöküş altında açtılar; ayrıca daha fazla işsizlik, daha fazla yoksulluk, daha fazla borç altında geleceklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyalar.

Britanyalı tarihçi Paul Kennedy 1987 yılında yayınladığı Büyük Güçlerin Yükselişi ve Düşüşü (The Rise and Fall of the Great Powers) eserinde dönemin iktisadi verilerinden hareketle ABD’nin düşüşe girme eğiliminde olduğunu belirtiyordu. SSCB’nin dağılmasının arifesinde böyle bir iddia deli saçması olarak okunabilirdi. Ancak, Kennedy’nin haksız olmadığı bugün çok açık. Amerikan medyasında gelecek beş yılın tahayyülüne bakmak yeterli:

Beş yıldan kısa bir süre içerisinde, Çin Tayvan’ı geri alacak ve ayrıca Doğu ve Güneydoğu Asya’nın büyük kısmını daha sıkı bir etki alanının içerisine getirecek. Türkiye ve Suudi Arabistan nükleer silah geliştirecek ve bölgede egemen oyuncular haline gelecekler. Rusya, Litvanya ve Estonya dâhil olmak üzere komşu devletlerin sınırlarını kemirmeye devam edecek ve NATO, Birleşik Krallık gibi birkaç ikiyüzlü ilişki dışında, güvenilirliğini kaybedecek. Doğu Avrupa’nın bazı bölgeleri faşizme dönecek. NAFTA kâğıt üzerinde kalacak, fakat bu ebedi bir müzakere altında olacak ve yarımkürede ilişkiler yıpranacak[3].

2008 Krizi ve Çin

Çin ile ABD arasındaki rekabetin boyut değiştirmesinde 2008 krizi önemli bir dönemeç oldu. Kriz dönemleri, kapitalist ekonomiler arasındaki bağımlılık ilişkilerini gözlemlemek açısından oldukça yararlıdır. 2008 krizinin oluşumu ve sonrasında Çin’in dünya ekonominin büyümesi açısından ne denli önemli bir role sahip olduğu ve ABD ile Çin ekonomilerinin nasıl bir bağımlılık ilişkisine girdiği açık bir şekilde ortaya döküldü. ABD’li egemenler 2000’li yıllarında başında Çin’i uluslararası kapitalizme kurumsal olarak eklemlemenin kendileri açısından daha faydalı olacağını öngörüyorlardı ve bu doğrultuda Çin’in 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasını desteklediler. Böylece hem Çin’in ucuz işgücü olanaklarından yararlanarak kârlılıklarını artıracaklar hem de Çin’in devasa iç pazarına düşük gümrük vergileriyle ulaşma imkânı kazanacaklardı. Örgüte 1986 yılında başvuru yapan Çin üye olmak için 15 yıl beklemek zorunda kalırken, bu süreçte yabancı sermayeye zaten kapılarını açmıştı. Öte yandan gümrük vergisi oranları %50’lerden %15’lere kadar düşürülmüştü[4]. Fakat durum ABD’nin beklediğinin tam tersi şekilde gelişti: Çin DTÖ’ye üye olduğu yıldan itibaren ihracatını yıllık ortalama %25 oranında artırdı, dahası yabancı yatırımcıyı hızlı bir şekilde ülkesine çekerek Batılı ekonomilerde işsizlik oranlarının yükselmesine yol açtı. Economic Policy Institute’un araştırması 2001-2017 yılları arasında ABD’nin Çin’e ve diğer ülkelere karşı verdiği ticaret açığının 3,4 milyon kişinin işsiz kalmasına neden olduğunu ortaya koyuyor. Bu rakamın % 74,4’ü ise imalat sanayisinde gerçekleşti[5].

ABD-Çin Rekabetinin Güncel Durumu

ABD ile Çin, Mao ile Nixon arasında 1970’lerin başında gerçekleştirilen ping-pong diplomasisinden bu yana birbirlerine sıkıntı çıkarmıyorlardı. Bu dönemde Çin’e yönelik ambargolar kaldırılırken, Mao 1970’lerde baş düşman olarak SSCB’yi ön plana alarak Batı’nın bilfiil destekçisi oldu. Deng Xiaoping döneminde Çin’in serbest piyasaya açılım süreci de Batı tarafından memnuniyetle karşılandı; hatta 1989’da piyasa reformlarına sert tepki gösteren Çin’li emekçi sınıflar Tiananmen’de başkaldırırken ÇKP yönetiminin gerçekleştirdiği katliamlar bütün Batılı dostları tarafından sessizlikle geçiştiriliyordu. 2000’li yıllara kadar bu ilişki büyük bir değişim yaşamadı. Baba Bush, Clinton ve oğul Bush dönemlerinde ABD için asıl hedef SSCB’nin siyasi nüfuzunda yer alan fakat onun çöküşüyle boşlukta kalan coğrafyaları yeniden şekillendirmekti. ABD egemen sınıfları on yılı aşkın bir süre boyunca dikkatlerini Balkanlara, Ortadoğu’ya ve Afganistan’a yönelttiler.

Ancak bu durum Çin’in özellikle iktisadi gücünün hızlı yükselişiyle değişmeye başladı. Obama dönemi politikalarını belirleyen konuların başında Çin’in, iktisadi yükselişiyle beraber, Amerikan hegemonyası için bir tehdit olarak görülmeye başlanması oldu. Amerikan yönetici sınıfları bir yandan 2008 krizinin ortaya çıkışında Çin’i olağan şüpheli ilan ederken, ABD’nin özellikle Asya’daki gücünü pekiştirme konusunda adımlar atmaya başladılar.

Hillary Clinton’ın 2011 yılında Foreign Policy’de yayınlanan America’s Pacific Century (Amerika’nın Pasifik Yüzyılı) başlıklı makalesiyle birlikte Obama yönetiminin Pasifik yöneliminin hedefleri de çizilmişti. Makalede yeni dönemde uluslararası politikanın geleceğinin ne Afganistan’da ne de Irak’ta aksine Uzak Asya’da şekilleneceği belirtilirken; ABD’nin politik, ekonomik ve askeri olarak bölgede merkezi bir rol oynaması gerektiği ifade ediliyordu. Clinton’a göre Asya’nın hızla büyüyen pazarları Amerikan sermayesi için eşi benzeri görülmemiş yatırım ve ticaret imkânları içeriyordu. ABD Pasifik coğrafyasına yönelik stratejisini 6 ayak üzerine kurmayı amaçlıyordu: İkili güvenlik ittifaklarını güçlendirmek, Çin dâhil yükselen güçlerle ilişkileri derinleştirmek, çok yönlü bölgesel kuruluşlar oluşturmak, yatırım ve ticareti artırmak, geniş tabanlı bir askeri varlık oluşturmak, “demokrasi ve insan haklarını geliştirmek”. Ancak Clinton’ın “Pasifik Yüzyılı” bölgede Çin ile ilişkilerin uyumlu bir şekilde kurulabileceğine ilişkin iyimser bir yaklaşım üzerine kurulmuştu.

Fakat Çin’in bölgesel yayılımının sınırlandırılması, beklenen iyimserlikle karşılanmayacaktı, özellikle de Xi Jin Ping’in iktidara gelişiyle beraber. Bunu sonraya bırakarak Obama dönemi Uzak Asya politikalarının önemli halkalarından biri olarak 2012 yılı Ocak ayında ilan edilen “Pivot to Asia” stratejisini ele alalım. ABD egemen sınıfları Afganistan ve Irak Savaşları süresince bu bölgeyi ihmal ettiklerini düşünüyorlardı. Uzun zamandır Afganistan ve Irak’ta yarattığı istikrarsızlıklarla boğuşan ve bu savaşlara trilyonlarca dolar akıtan ABD’li egemenler için süregiden savaşların ekstra bir getirisi olmayacaktı. Öte yandan toplumda da savaş karşıtı hassasiyet giderek büyüyordu. 21. yüzyıla iktisadi olarak damga vurması beklenen Uzak Asya’nın ABD çıkarları etrafında ve muhtemel rakip Çin’i frenleyerek şekillendirilmesi önem kazanıyordu. Bu strateji için ABD’nin bölgesel askeri ve politik ittifaklar oluşturulması ve bölge ülkeleriyle oluşturulacak ticari ortaklıklarla ABD’nin ekonomik bağlarının güçlendirilmesi öngörüldü. Ayrıca ABD ordusunun %60’ı da bu on yıl içerisinde Uzak Asya’ya ve Pasifik’e kaydırılacaktı.

ABD’nin Çin’i çevrelemek gibi devasa bir proje için tek başına kendi askeri gücü yeterli değildi. 1967’de “Asya’nın NATO”su olarak kurulan ASEAN’ın (Association of Southeast Asian Nations – Güneydoğu Asya Uluslar Birliği) mevcut durumuyla bu stratejiye uyum sağlaması zor görünüyordu. Nitekim bünyesinde Filipinler ve Vietnam gibi Güney Çin Denizi üzerinden Çin’le bölgesel rekabet içerisinde olan ülkeler olduğu gibi; Kamboçya ve Laos örneğinde olduğu üzere iktisadi ve politik olarak Çin’le sıkı bağlara sahip ülkeler de yer alıyor. Çin de bölgesel meselelerde mümkün olduğunca ASEAN’ın bir bütün olarak hareket etmesinin önüne geçmek için bu çelişkileri kullanıyor.                                                                       

ABD ise Çin’i çevreleme stratejisine uyum sağlama konusunda işlevsiz kalan ASEAN yerine bölgede tekil ittifaklarını güçlendirmeye daha fazla ağırlık verdi. Obama dönemi boyunca Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Filipinler gibi bölge ülkeleriyle ikili ilişkiler ilerletilmeye çalışıldı. Özellikle Japonya ABD açısından bölgede kilit önemde ve “nükleer şemsiye” rolünü üstleniyor. Güney Kore de özellikle Kuzey Kore üzerinden gelebilecek saldırılara karşı hava savunma sistemleriyle desteklenirken, Çin’in 400 mil açığında bulunan Jeju Adası’nda kurulan askeri deniz üssü bu projede önemli bir rol üstleniyor. ABD’nin Çin’e karşı özel önem verdiği ülkelerden birisi de Avustralya. Avustralya özellikle Güney Çin Denizi’ndeki ve Pasifik’teki emperyalist rekabete hem ABD’nin askeri üslerine ev sahipliği yaparak hem de en büyük silah müşterilerinden birisi olarak dâhil oluyor.

ABD 2016 yılında bölge ülkeleriyle ortaklığını kurumsallaştırma yolunda önemli bir adım attı: ABD, Kanada, Meksika, Yeni Zelanda, Avustralya, Singapur, Brunei, Şili, Peru, Vietnam, Malezya ve Japonya’nın katılımıyla Trans Pasifik Ortaklığı (Trans Pacific Partnership) kuruldu. Bu ortaklığın kuruluş amacı Obama tarafından şöyle dile getirilecekti: “Başkan olarak önceliğim daha çok sayıda çalışkan Amerikalının daha ileri gitmesini sağlamaktır. Bu nedenle yeni yüzyılda ekonominin kurallarını yazanın, Çin değil ABD olmasını sağlamalıyız… Şu anda Asya’daki ticaretin kurallarını Çin yazmak istiyor… Buna izin veremeyiz.”. Bu anlaşma kağıt üzerinde özellikle Güney Asya’da Çin’in iktisadi gücünü sınırlandırma işlevi görecekti. Fakat Trump daha başkanlık koltuğundaki üçüncü gününde ABD için “potansiyel bir felaket” olarak nitelendirdiği anlaşmayı sona erdiren bir kararnameye imza attı. 

ABD’nin Çin’i çevreleme stratejisi sadece ikili ilişkileri ilerletmek üzerine kurulu değil. Asya kıtasında var olan etnik ve dini gerilimlerin kaşınması ve bu yolla bölge ülkelerinin istikrarsızlaştırılması da bu stratejinin bir parçası. Türkmenistan, Tacikistan ve Özbekistan gibi Orta Asya ülkeleri ABD’nin radikal İslamcı-cihatçı devşirme merkezleri olarak öne çıkıyor. ABD tıpkı Soğuk Savaş döneminde SSCB’ye karşı yaptığı gibi, günümüzde de Çin’e karşı yeni “Afganistan”lar oluşturmaya çalışıyor. Suriye İç Savaşı’nda yaklaşık 18 bin Uygur cihatçı savaşırken, ÇKP rejimi bu unsurların gelecekte tekrar Çin’e dönmeleri ve Uygur sorununun derinleşmesi endişesini taşıyor.

Obama döneminde başlayan ve Trump’la birlikte gelişen ticaret savaşlarıyla iktisadi alana sıçrayan rekabet ABD açısından başarıyla sonuçlandı mı? Bugün bu soruya olumlu bir yanıt verebilmek zor. Çin ABD’nin Güneydoğu Asya’da yeni bir Soğuk Savaş süreci başlatmak istediğinin farkında. Özellikle 2012’de Xi Jinping’in yükselişiyle birlikte Çin hem kendi periferisinde hem de küresel ölçekte daha agresif adımlar atmaya başladı.

Xi Jinping’in “Chinese Dream”i

Yaşadığımız çağa özellikle büyük emperyalist güçlerin başına çöreklenen pragmatist, saldırgan ve aşırı milliyetçi figürler damga vuruyor: Trump, Putin, Erdoğan, Bolsonaro, Modi, Duarte, Orban… Her biri birbirinden birer parça taşıyorlar. Çin’in yeni kuşak lideri de öncekilerden belirgin özelliklerle ayrılırken, dünyadaki popülist-milliyetçi eğilimin taşıyıcılarından biri olarak öne çıkıyor.

Çin ekonomisi Hu Jintao-Wen Jiabao yönetiminde ciddi bir büyüme yakalamıştı ancak yakalanan büyüme hızları beraberinde ciddi sorunlar getiriyordu: Enflasyon, emlak balonu, devasa yerel borçlar, yolsuzluklar, sosyal eşitsizliğin derinleşmesi, emekçi sınıflardan yükselen tepkiler, düşünce ve ifade özgürlüğü üzerindeki baskılar, insan hakları ihlalleri, giderek yaşlanan nüfus, çevre kirliliği, Tibet ve Uygur bölgesindeki huzursuzluklar…

2008’de başlayan ABD merkezli çöküş Çin ekonomisi için artık bir yol ayrımının yaklaştığını gösteriyordu. Kırlardan kentlere doğru yoğun göçle beslenen ucuz işgücünün ilkel birikim zamanlarını aratmayan sömürüsüne dayalı ekonomik model doyum noktasına ulaşmıştı. Çin ekonomisi sonsuza kadar dış talebe dayalı olarak büyüyemezdi. Nitekim 2008 krizi dünya ticaretinde bir daralma yarattı. Emekçi sınıfların alım güçlerinin artırılması hem Çin ekonomisinin büyümesinin uzun vadede istikrar kazanması hem de alt sınıflardan yükselen tepkinin soğurulması açısından bir gereklilik haline gelmişti. Çin açısından ufukta SSCB tarzı bir çözülüş olasılığı görünmese de, geçmiş on yılda eski Sovyet coğrafyasında gerçekleşen Renkli Devrimler (ki bu satırların yazıldığı sıralarda ÇKP’nin başı Hong Kong’da patlak veren isyan nedeniyle dertte) ve 2010’larda yaşanan Arap Baharı adeta bir uyarı niteliği taşıyor.

Xi Jinping ve Le Kegianq ikilisi böyle bir ortamda Çin yönetiminin başına geldiler.

Yeni yönetimin rotası Kasım 2013’te gerçekleşen Merkez Komite 3. Plenumu’nda çizilirken; ekonomi, politika, kültür, sosyal düzen ve ekoloji alanlarında (Five in One) köklü reform kararları alındı. Reformlar tek bir amaca hizmet edecekti: Yeni bir “Chinese Dream” yaratmak… Xi Jinping’in ifadesiyle “Çin ulusunun büyük canlanışını gerçekleştirmek, Çin halkının modern zamanlardaki en büyük rüyasıdır. Buna ‘Çin Rüyası’ diyoruz. Çin Rüyası’nın temel çağrışımı ülkede refahı, ulusun canlanışını ve insanların mutluluğunu gerçekleştirmektir.”[6]

Çin Ekonomisinin Sancılı On Yılı

Bu doğrultuda yeni yönetimin ele alması gereken en önemli konu ekonomi idi. İki basamaklı büyüme rakamlarının Çin ekonomisinin aşırı ısınmasına yol açtığı ve ihracata dayalı büyüme modelinin uzun erimde sürdürülebilir olmadığı belli olmuştu. 2008 krizinin ardından ekonominin yavaşlaması, kredi musluklarının açılması ve büyük çaplı altyapı yatırımlarıyla aşılmaya çalışılmıştı. Bu politika geçici bir süreliğine rahatlama yarattı; hatta Çin yönetiminin uyguladığı canlandırma politikaları ekonomik büyümeyi kısa bir süreliğine hızlandırırken, uluslararası piyasaların da rahat bir nefes alabilmesine yol açtı. Bunda yerel yönetimlerin büyüme odaklı bakış açılarının payı büyük. Fatih Oktay bu durumu şöyle açıklıyor: “Çin’de, ekonomik büyümeye odaklı yerel yönetimlerin her zaman kaynak bekleyen ‘kazma vurmaya hazır’ projeleri olduğu için, harcamalar kararın neredeyse hemen ardından başlamıştı. Canlandırma programı çerçevesinde 2008’in son iki ayı için merkezi yönetimin sağlayacağı 100 milyar yuan tutarındaki kaynağa talip olan eyaletler bir ay içinde 25 trilyon yuan tutarında başlamaya hazır yatırım projesi ortaya koymuşlardı. Canlandırma programı, esas olarak yerel yönetimlerin proje iştah ve potansiyelinin önündeki barajın kapaklarını açmıştı.”[7]

Yerel yönetimlerin yatırım iştahı büyüme oranları üzerinde de pozitif etki yarattı. 2010 yılında uzun bir süre sonra ilk kez büyüme çift haneli rakamlara ulaşarak yıllık % 10,4 olarak gerçekleşti. Ancak kısa bir süre sonra programın sürdürülebilir olmadığı ve yeni problemleri beraberinde getireceği görülecekti. En büyük problem yerel yönetimlerin artan borçlanma oranı oldu. 2012 yılı sonunda yerel yönetimlerin borcu 17 trilyon yuan’a (3 trilyon dolar) çıkarken, bu rakam 2012 yılının GSYH’sının %33’üne eşitti[8]. Bu sadece resmi verilere yansıyan rakamları ifade ediyor. Finans sektörünün en büyük problemlerinden birisi “gölge bankacılık”. 2009 yılında gölge bankacılık sistemi aracılığıyla alınan borçlar GSYH’nın %30’una tekabül ediyordu[9].

Çin’in ekonomik performansı sadece içsel bir sorun olmaktan çıkarken, uluslararası kapitalist ekonomi için de önem arz ediyor. Çin’in küresel çaptaki hammadde tüketimine dair veriler incelendiğinde meselenin önemi açıklık kazanacaktır. 2015 yılı tüketimleri dikkate alındığında Çin’in, özellikle metal hammaddeleri tüketiminde, dünyanın geri kalanına denk bir kapasiteye sahip olduğu görülmekte. Diğer taraftan artan altyapı yatırımlarıyla birlikte kapasite kullanım oranında da düşüş yaşanmaya başlandı. Yatırım iştahı Çin’in birçok bölgesinde hayalet kentlerin ve fabrikaların oluşmasına yol açmıştı. 2013 yılında Çin’in konut stokunun %22’sini oluşturan 49 milyon konut umutsuz bir şekilde sahibini bekliyordu[10]. Bir başka örnek ise çelik üretim-tüketim oranlarının değişimi. 2009 yılında çelik üretim ve tüketim oranı neredeyse birbirine eşitti (577,1 milyon tona 576,3 milyon ton). Ancak 2015 yılına gelindiğinde toplam üretim miktarının %88’i üretimde kullanılmıştı. Öte yandan ihracatın tüketimi karşılama oranı 2009’da %3,9 iken, 2015 yılında bu oran %1,8’e düşmüştü[11].

Çin’in özellikle GSYH’nın neredeyse üçte birini oluşturan inşaat sektöründe yatırımları kısması uluslararası piyasalarda olumsuz etkisini hızla gösterdi. İnşaat sektörünün temel girdileri olan demir-çelik, çimento, cam gibi sektörlerde talep düşüşü yaşanırken, bu durum küresel hammadde fiyatlarında belirgin bir gerileme yarattı. Örneğin demir cevheri fiyatları 2014 yılında %46 oranında değer kaybetti[12]. Aşağıdaki grafik incelendiğinde 2015 ve 2016 yıllarında fiyatların dip noktalara ulaştığı gözlemlenebilecektir. Çin’in gerileyen dış ticareti özellikle ABD, Almanya ve Japonya gibi en önemli tedarikçilerinde ekonomik problemlere yol açsa da, asıl olarak gelişmekte olan ekonomilerde ekonomik krizlerin tetiklenmesinde önemli rol oynadı. Örneğin kırılgan beşli (Türkiye, Brezilya, Endonezya, Hindistan ve Güney Afrika) içerisinde yer alan ülkelerden Brezilya’nın Çin’e yaptığı soya fasulyesi ve demir cevheri gibi ürünlerdeki ihracatı 2015 yılında %4,8 azalırken Güney Afrika’nın Çin’e ihracatı %7,8 oranında düşüş gösterdi[13].

Çin ekonomisi 1978 ile 2013 yılları arasındaki 35 yıllık süreçte ortalama %10 civarında bir büyüme yakalarken, 2003-2007 yılları arasında bu oran %11,5’in üzerine çıkmıştı. Tarihte buna benzer bir büyüme hikâyesi bulmak zor: Bu oran 1870-1913 yılları arası ABD’de ortalama %4, Stalin Rusya’sında 1928-1939 yılları arasında %4,6, 1950-1973 yılları arasında Japonya’da %9,3 olarak gerçekleşmişti[14]. Ancak 2008 krizinin etkisiyle 2010 yılından itibaren – grafikte de görüleceği üzere – büyüme rakamlarında gerileme eğilimi başladı. Yıllık büyüme oranları 2013’te %7,7; 2014’te %7,4; 2015’te de %6,9 olarak gerçekleşirken, IMF tarafından Çin’in büyüme oranlarının, grafikte görüleceği üzere, uzun vadede düşüş eğiliminin devam etmesi öngörülüyor.

Ancak Xi Jinping’in “yeni normal” politikası büyümenin rakamsal çokluğundan ziyade, nasıl gerçekleştiğine odaklanıyor. Yıllık %7’lik büyüme rakamları normal olarak görülürken, büyümenin ekseninin emtia üretiminden ve altyapı yatırımlarından, Çin ekonomisinin modernize edilerek yapısal değişim ve inovasyona kaydırılması planlanıyor. Bunun başlıca ayakları olarak şu değişimler öngörülüyor: Tarımın modernizasyonu, kırlardan kentlere göçerek proleter saflara katılacak olan milyonlarca köylüyü istihdam edebilecek aşamalı bir kentleşme, çok uluslu şirketlerle girişilen ortaklıklarla birlikte endüstriyel üretimde ileri teknolojinin daha yaygınlaşmasını sağlayacak bir know-how transferi, çevre kirliliği yaratan sektörlerin minimize edilmesi, bankacılık sektörünün ve finansal piyasaların liberalizasyonu…

Yeni dönemde serbest piyasanın ekonomide ağırlığının artırılacağı açıklanmıştı. Daha öncede belirttiğimiz üzere devlet şirketleri ve yerel yönetimlerin her ne pahasına olursa olsun büyümeye odaklanan politikaları büyük bir borç dağı yaratmıştı. Xi Jinping yönetimi serbest piyasanın kaynakların etkin dağılımında rol oynayabileceği yönünde bir bakış açısına sahip. Devletin doğrudan yatırımcı rolünü oynaması yerine makro ekonomik planlamaya, kamusal hizmetlere, sosyal ve siyasal istikrarın ve çevrenin korunmasına ağırlık verilmesi yeni hedefler olarak belirlenmişti.

Çin ekonomisindeki temel değişim noktalarından biri olarak meta ihracına dayanan büyüme modelinin terk edilmesi olarak gösteriliyor. 2008 kriziyle birlikte zaten dünya ticaretinde gerileme yaşanmış ve Çin ekonomisi bundan olumsuz etkilenmişti. Çin ekonomisi sadece ihracata dayalı bir büyüme modeliyle geçmişteki parlak büyüme rakamlarını tekrar yakalayamazdı. Dahası ihracatın büyük çoğunluğu katma değeri düşük imalat ürünlerine dayanıyordu ve bu tüm dünyada adeta bir “Made in China” salgını yaratmıştı. Aklınıza gelebilecek her türlü ürünü diğer herhangi bir yerde bulabileceğinizden çok daha düşük maliyetle Çin’den elde edebiliyordunuz. Rejim, ekonomide sermaye yoğunluğu fazla sektörün ağırlık kazanmasına paralel olarak daha verimli bir işgücü ihtiyacı ve ücretlerin yükselmesinin gerekliliği ile karşı karşıya kaldı.

Çin’in işgücü maliyeti avantajının ortadan kaybolması ve imalat sektöründe Vietnam, Kamboçya ve Hindistan gibi ülkelere yaşanan kaçış ihracatın gerilemesindeki önemli etkenlerden birisi. Örneğin, dünyanın en büyük spor ürünleri üreticisi olan Nike Çin’deki üretiminin bir kısmını Vietnam’a kaydırırken, Vietnam 2010 yılında spor ayakkabı üretiminde %41’lik bir pay kaparak Çin’i geçmişti[15]. 2016 yılı itibariyle Meksika’da saatlik işgücü maliyeti Çin’den %40 daha ucuz hale gelirken, Çin’deki işgücü maliyeti Şili dışında bütün Latin Amerika ülkelerini geçti[16]. Aynı şekilde ABD’nin Güney eyaletleri de işgücü maliyeti açısından Çin ile giderek rekabet edebilir hale geliyorlar.

Meseleyi sadece Çin yönetiminin karşılaştığı iktisadi sorunlara çözüm bulma çabalarının bir sonucu olarak bakmamak gerekiyor. Çin’de ücretlerde yaşanan yükselişte 2011’den itibaren önemli bir yükseliş gösteren sınıf mücadelesinin rolü büyük. Aşağıdaki grafik incelendiğinde 2011-2016 yılları arasında işçi mücadelelerinde neredeyse on kata varan bir artış olduğu gözlerden kaçmayacaktır:

Çin’in İktisadi Yayılım Politikası: Krizle Boğuşan Avrupa’da Çin Etkisi

Çin ekonomisi yıllarca dünyanın atölyesi unvanını taşıdı ve meta ihracında dünyanın bir numarasına yükseldi. Fakat sadece bununla sınırlı kaldı mı? Çin bugün onlarca farklı ülkede doğrudan ve finansal yatırımlarıyla iktisadi olarak ciddi bir genişleme çabası içerisinde. Üstelik bu yatırımlar sadece Afrika ve Orta Asya gibi geri kalmış ekonomilerle sınırlı değil, Avrupa başta olmak üzere gelişmiş kapitalist ülkelere de ciddi bir sermaye akışı söz konusu. Aşağıdaki figürde de görüleceği üzere Çin’in 2017 yatırımlarından aslan payını Avrupa alıyor. 2016’da yaklaşık 40 milyar dolar olan Çin’in Avrupa yatırımları, 2017 yılında 90,6 milyar dolara fırladı.

Çin’in 2017 yılı Yabancı Doğrudan Yatırım Dağılımı

Çin bütün bu yatırımları sebepsiz yere yapmıyor. İktisadi gücü doğrultusunda yerel otoriteleri satın almak ve kendisine bağımlı kılmak, politik nüfuz alanlarını genişletmek ve özellikle Batı bloğunun çatlaklarını derinleştirmek Jinping Çin’inin diplomatik hedefleri arasında. Çin Avrupa’da bu konuda önemli adımlar atmış bulunuyor. 2018 içerisinde Xi Jinping’in Çekya ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı Milos Zeman’ın dile getirdiği “Çin’in yatırım genişlemesinin batmayan uçak gemisi”[17] olma hedefi, Çekya’nın bir NATO ülkesi olması nedeniyle ABD ve Avrupa’nın Fransa ve İngiltere gibi ABD’ye yakın olan müttefikleri açısından tedirgin edici bir sonuç.

Sadece Çekya değil. Geçtiğimiz on yılı ekonomik krizle boğuşarak geçiren Yunanistan da Çin ile iktisadi ilişkilerini ilerletiyor. 2008 yılından bu yana Çin’in Yunanistan’a yaptığı yatırımlar 8 milyar doları buldu. Belki de bu yatırımların bir karşılığı olarak Yunanistan, AB’nin BM’de Çin’deki insan hakları ihlallerine yönelik hazırladığı bir karar tasarısını veto etmişti[18]. Kısacası Çin’in parasal yatırımlarını siyasi kazanıma tahvil etme konusunda da başarı kaydettiğini söylemek gerekmektedir. Fakat AB’nin dominant ülkeleri, Çekya ve Yunanistan gibi benzer koşullara sahip ülkelerin, özellikle de Doğu Avrupa ülkelerinin, Çin’le etkileşimini sınırlandırmak için şimdiden ekonomik yatırım izleme ve kontrol mekanizmalarını güçlendirmeyi, ayrıca AB içerisinde Yunanistan’ın yaşattığı şekilde bir yol kazasının önüne geçmek için oylamalarda nitelikli çoğunluk sistemine geçmeyi gündeme almaya başladı[19]. AB’nin büyük ortakları da Çin’le geniş bir ticaret hacmine sahipler, fakat küçük ekonomilerin politik olarak da hızla Çin yönetimiyle yakınlaşması pek sıcak yaklaştıkları bir şey değil. Çin’in örtük olarak yapmaya çalıştığı şey ise AB ve genel olarak Batı dünyası içerisindeki ayrışmayı derinleştirmeye çalışmaktan ibaret ve sermaye ihracı bu konuda herhangi bir nesneden daha başarılı bir anahtar.

Kapitalist krizin etkisiyle birçok ülke yatırım iştahı yüksek Çin sermayesine kapılarını ardına kadar açıyor. AB’nin küçük ortakları bu ülkelere patronluk yapan, neoliberal reçeteler dayatan Almanya ve Fransa gibi ülkelerle ve Brükselli diplomatlarla aralarını giderek açıyorlar. Diğer taraftan Çin hem sermayesiyle hem de Çekya ve Yunanistan gibi ülkelerin ulusal gururlarını okşayarak kapıları kolayca açmayı başarabiliyor. AB’nin en sağcı siyasi figürlerinden birisi olan Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın Ocak 2018’de dile getirdiği şu sözler bu açıdan dikkat çekici: “Orta Avrupa altyapı sorunlarının üstesinden gelme açısından ciddi handikaplara sahip ve bu konuda hala yapılacak çok şey var. Eğer Avrupa Birliği finansal destek sağlamazsa, Çin’e yöneleceğiz.”

Çin’in özellikle Doğu ve Orta Avrupa ülkeleriyle ilişkisi 2012 yılında ilki düzenlenen 16+1 buluşmalarıyla kurumsal bir temele kavuştu. AB üyesi 11 ülkenin (Bulgaristan, Hırvatistan, Çekya, Romanya, Slovakya, Slovenya, Estonya, Letonya, Litvanya, Polonya, Macaristan) ve 5 Balkan ülkesinin (Arnavutluk, Bosna-Hersek, Makedonya, Karadağ, Sırbistan) bir araya gelmesiyle oluşturulan organizasyon, Çin’in Avrupa’nın ekonomik olarak geri kalmış ülkelerini periferisine çekmesinin bir aracı haline geldi. Çin, bu sayede endüstriyel ortaklıklardan altyapı yatırımlarına, tarımdan turizme kadar pek çok alanda ekonomik işbirlikleri kurmayı başardı. Fakat Çin’in hedefinin kısa ve orta vadede AB içerisinde bir parçalanma yaratmaya çalışmak olmadığının altını çizmek gerekiyor. Çin ekonomisi için önemli olan nokta Avrupa ile serbest ticaret ve yatırım kanallarının açık tutulması olacaktır.

“One Belt One Road”

(OBOR – Bir Kuşak Bir Yol) Projesi

Çin’in Xi Jinping döneminde dünya ekonomisindeki gücünü artırmak ve gelecek yüzyılı şekillendirebilmek için attığı en önemli adımlardan bir tanesi “Bir Kuşak Bir Yol Projesi”. Jinping projeyi ilk olarak 7 Eylül 2013’te Kazakistan’da ilan etmişti ve burada yaptığı konuşmada yaklaşık 2100 yıl önce Antik Çin tarihinde İpek Yolu’nu keşfeden diplomat olarak tarihe geçen Zhang Qian’dan referanslar vererek projeye tarihsel bir anlam atfetmişti.

Yeni bir hegemonyaya doğru - Mühdan Sağlam

65 ülkeyi kapsayan proje sıklıkla ABD’nin 2. Dünya Savaşı’nın ardından çöken Avrupa ekonomilerini yeniden ayağa kaldırmak için başlattığı Marshall Yardımları’na benzetiliyor. ABD 1947’de başlattığı yardımlar aracılığıyla hem savaş sonrası dönemde ekonomik olarak zor durumda olan ülkelerin SSCB’ye yakınlaşmasının önüne geçmiş hem de Batı dünyası üzerindeki hegemonyasını güçlendirmişti. Çin’in OBOR projesi ise ekonomik büyüklük olarak Marshall Yardımları’nın fersah fersah ötesinde. Projenin başarısı bir anlamda Çin’in gerileyen bir emperyalist güç karşısında yeni bir emperyal proje ortaya koyup bunu uygulayabilme yeteneğinin bir testi olacak.

Proje iki ana güzergâhtan oluşuyor: İpek Yolu Ekonomik Kuşağı ve Deniz İpek Yolu. Görselden de anlaşılacağı üzere İpek Yolu Ekonomik Kuşağı Çin’in doğu kıyılarından başlayarak biri Türkiye diğeri Rusya üzerinden Batı Avrupa’ya ulaşan iki rotayı kapsıyor. Projenin amacı bu rotalar üzerinde kara ve demiryolları, petrol ve doğalgaz hatları başta olmak üzere yapılacak diğer altyapı yatırımlarıyla birlikte klasik İpek Yolu rotasını yeniden canlandırmak ve Çin’i Batı dünyasıyla tam olarak entegre etmek. Diğer tarafta ise Deniz İpek Yolu Projesi kapsamında limanlar ve kıyı ağları aracılığıyla Güney ve Güneydoğu Asya’nın Doğu Afrika ve Güney Avrupa ile bağlantısının kurulması öngörülüyor. Bu doğrultuda Çin’in projeye kısa vadede 1 trilyon dolar harcaması, uzun vadede ise projenin maliyetinin 3 trilyon doları aşması bekleniyor. Bazı tahminler projenin, eğer Xi Jinping’in belirttiği hedefler gerçekleştirilmek isteniyorsa, maliyetinin 8 trilyon doları bulabileceğini öngörüyor[20].

Tabloda da görüleceği üzere Çin’in projeyi ilan etmesinin ardından yaptığı yatırımların tutarı 2017 yılına kadar yaklaşık 345 milyar doları bulsa da Çin yönetimi hala istediği seviyeyi yakalayabilmiş değil. Bugünkü hızın devam etmesi ve herhangi bir ekonomik çalkantı yaşanmaması durumunda Çin’in 1 trilyon dolarlık yatırım hedefini 6-7 yıl içerisinde yakalaması bekleniyor. Son yıllarda büyümesi yavaşlayan Çin ekonomisi açısından bu yatırımlar yeniden şaşaalı büyüme rakamlarına ulaşmanın ve Çin sermayesini uluslararası alana yaymanın bir aracı olarak görülüyor.

Çin, projenin finansmanını sağlamak amacıyla 2015’te Çin Yatırım AŞ, Çin İhracat ve İthalat Bankası ve Devlet Kalkınma Bankası’nın katılımıyla İpek Yolu Fonu’nu oluştururken; aynı yıl Asya Altyapı Yatırım Bankası yine Çin öncülüğünde kuruldu. Kurucuları arasında BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) ülkelerinin ve dört tane G-7 ülkesinin (Birleşik Krallık, Almanya, İtalya, Fransa) bulunduğu bankanın şu anki üye sayısı ise 93. Banka sermayesinin aslan payını %30’luk oranla Çin finanse ediyor.

ÇKP yönetiminin Çin’den başlayıp Avrupa’ya uzanacak bu kadar devasa bir projeye atılmasında Çinli kapitalistlerin hırslı kar iştahının ve emperyalist sistem içerisinde ekonomik güçleriyle orantılı bir rol kapma isteğinin payı büyük. Ekonomik olarak küçük ulusların ise bu proje ile Çin yörüngesine daha fazla çekilmesi amaçlanıyor. Fakat şimdiye dek birçok ülke Çin’in projeleri finanse etme isteğine rağmen çekinceli bir yaklaşım ortaya koydu. Özellikle Çinli egemenlerin aşırı borçluluğa sürüklemeyi bir kontrol mekanizması olarak kullanması geri kalmış ülkeleri çekinceye sürükleyen sebeplerin başında geliyor. Bu konuda Orta ve Güney Asya ülkelerinin durumları önemli örnekler içeriyor. Orta Asya ülkelerinden Kırgızistan’ın Çin’e olan borçları 2013-2018 yılları arasında 22 kat artarken, bu süreçte toplam dış borç içerisindeki payı %2’den %44’e yükseldi[21]. Güney Asya’nın ada ülkesi Sri Lanka 2007 yılında Çin’den aldığı kredilerle yaptırdığı Humbantota Limanı’ndan beklediği karı elde edemeyip borcunu ödemekte sıkıntı yaşayınca çareyi limanın %70 hissesini 99 yıllığına Çinli şirkete satmakta bulmuştu[22]. Afrika’dan Pasifik’e kadar 16 ülkenin Çin’e olan borçlarını ödeyemez duruma gelebileceklerine vurgu yapılıyor. Bunlar içerisinde yer alan Malezya ise yoğurdu üfleyerek yiyenlerden. Malezya, Bir Kuşak Bir Yol Projesi kapsamında alacakları kredileri ödeyemeyeceğini belirterek projeden çekilmişti. Kısacası, gelişmemiş ekonomiler açısından Çin ile böyle bir ilişkiye girmek iki ucu keskin bıçağı tutmaya benziyor.

Batılı kapitalistler açısından bundan daha önemlisi ise projenin Batı ittifakı çerçevesinde yaratacağı kırılmalar olacaktır. Nitekim Mart ayı içerisinde Xi Jinping Avrupa turunda İtalya gibi önemli bir AB-NATO ve G7 ülkesini projeye dâhil etmeyi başardı. Böylece İtalya projeye dâhil olan ilk Avrupa ülkesi olurken, her iki taraf için de bu gelişme bir kazan-kazan durumu olarak görülüyor. Çin açısından Avrupa’da kritik bir ülke ile işbirliği kurulurken, İtalya açısından ekonomik krizden IMF’siz bir çıkış için alternatif yaratılmış oldu. Her iki ülkenin çeşitli sektörlerde yaptıkları ikili anlaşmaların tutarı 22,6 milyar doları buluyor.

Bu yakınlaşma Almanya başta olmak üzere AB egemenlerini ve ABD’yi kızdırırken, İtalya-Çin arasında somut ilişkilerin ilerlemesinin gelecekte AB içerisinde yeni bir kriz yaratma potansiyellerinin bulunduğunu hatırlatmak gerekiyor. Zira Çin tıpkı Yunanistan’ın Pire Limanı’nı satın aldığı gibi, İtalya’da da Trieste Limanı’nı almak isterken bu durumun İtalya’yı AB içerisindeki Truva atına dönüştürebileceği belirtiliyor. Ancak İtalya’nın bu konudaki savunusu ise kendisini eleştiren Almanya ve Fransa gibi ülkelerin Çin ile ekonomik ilişkilerini ifşa etmek üzerine kurulu. Hem Fransa’nın hem de Almanya’nın Çin ile İtalya’nın olduğundan daha fazla ticaret hacmi bulunuyor.

Eski Kıtanın Yeni Patronu: Çin’in Afrika Sevdası

Afrika kıtası doğal zenginlikleriyle bugüne kadar emperyalist yağmanın odak noktalarından birisi oldu. Katliamlar, iç savaşlar, darbeler, açlık, susuzluk… Bunlar eski kıtanın sakinlerinin başından eksik olmadı. Çin ise özellikle II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana Afrika kıtasına özel bir önem addediyor. Soğuk Savaş döneminde Mao, ABD-SSCB çatışmasına mesafeli durarak “Üç Dünya Politikası” gereğince yönünü üçüncü dünya ülkelerine dönmüştü ve Afrika burada başat hedeflerden birisiydi. Afrika ülkeleri 1963 yılında Afrika Birliği Teşkilatı’nı kurarken, her iki emperyalist kutba da mesafeli duran ve Bağlantısızlar Hareketi içerisinde yer alan Çin ile ilişki kurmaktan kaçınmadılar. 1970’lerde ise Mao, o zamanki adı Rodezya olan Zimbabwe’de nüfusun %3’ünü oluşturan beyaz azınlığın iktidarına karşı Roberto Mugabe önderliğinde yürütülen gerilla mücadelesine büyük destek sağlamıştı. O zaman temelleri atılan ilişkilerin halen sürdüğünü belirtmek gerekiyor. 1990 yılından bu yana Çin dışişleri bakanlarının yılın ilk dış ziyaretlerini Afrika ülkelerine ayırmaları sembolik olmanın ötesinde anlamlar içeriyor.

2000’li yıllarla birlikte bu ilişkinin ekonomik boyutu Çin için daha fazla önem kazandı. Dünyanın imalathanesine dönüşen ve devasa büyüme rakamları yakalayan Çin için bu durumu sürdürebilmenin yolu hammadde ve enerji ihtiyacını güvence altına almaktan ve yeni pazarlar yaratmaktan geçiyordu. Afrika Çin açısından hem yatırım olanakları hem de hammadde ve enerji kaynaklarına ulaşım açısından büyük önem kazandı. Afrika’daki yatırımlarının %44’lük bölümünü enerji ve hammadde yatırımları oluştururken, ulaşım ve altyapı yatırımları %33 oranında gerçekleşt i. 

Çin özellikle Mısır, Nijerya, Cezayir, Güney Afrika gibi kıtanın en büyük ekonomileriyle ciddi ilişkiler geliştirdi. Kıta ile arasındaki ticaret 2002-2014 yılları arasında yaklaşık on kat artarak tepe noktası olan 215 milyar dolara yükselirken, 2000-2017 yılları arasında Çin hükümeti ve bankaları Afrika ülkelerine 143 milyar dolar kredi sağladı[23]. Bu kredilerin aslan payı ise 42,8 milyar dolarla Angola’ya gitti. Angola’nın Nijerya ile birlikte kıtanın en büyük petrol üreticisi ülkelerinden biri olması bunu tesadüf olmaktan çıkarıyor.

Çin ile Afrika ülkeleri arasındaki ekonomik ilişkiler tek boyutlu olmaktan öte Afrika ülkeleri için de çekici geliyor. Özellikle ABD ve Batı medyasında sıkça tartışılan Çin’in borçlandırma politikasının kıta için yeni bir kolonileştirme süreci yaratacağı söylemine rağmen, geçtiğimiz yıl Eylül ayında düzenlenen Çin-Afrika İşbirliği Forumu’na 50’ye yakın Afrikalı lider katılmıştı. Bu toplantıda Çin tarafından Afrika ülkelerinin gelişimi için önümüzdeki üç yılda 60 milyar dolarlık yatırım yapılacağı açıklanmıştı. Xi Jinping ayrıca yoksul Afrika ülkelerini borçlarından muaf tutacağını, kıta ülkelerinden ithalatı artıracağını, kıtasal bir serbest ticaret bölgesi yaratılmasını destekleyeceğini ve Afrikalı öğrencilere burs sağlayacağını açıklamıştı[24].

Çin’in Afrika kıtasında yaşayan halklar açısından imajı ise Afrikalı egemenlerin kafasındaki Çin imajı kadar parlak değil. Bu konuda yapılan kamuoyu araştırmalarında öne çıkan eleştiri noktaları Çin ile iş tutan Afrikalı liderlerin ve siyasetçilerin karıştığı rüşvet ve yolsuzluk vakaları, Afrika pazarına sürülen malların kalitesizliği, Çin’in altyapı yatırımlarının yarattığı ekolojik tahribat ve Çin yatırımlarının istihdam yaratmada yetersiz kalması gibi başlıklar etrafında yoğunlaşıyor. Örneğin Çin’in 2009 yılında Angola’da bulunan şirketlerinin çalışanlarının %70-80’ini Çinliler oluştururken, Çinlilerin özellikle Afrikalı yerlilerle teması minimuma indirecek şekilde kapalı bölgelerde yaşaması gerilimlere yol açıyor.

Çin’in Afrika ile olan ilişkisi sadece ekonomik bir mesele olarak da görülmemeli. Çin Asya coğrafyasında olduğu gibi Afrika’da da askeri ve politik hedeflerini son yıllarda yeni atılımlarla büyütüyor. Çin ilk denizaşırı askeri üssünü 2017 yılında Cibuti’de açarken, karşılığında Cibuti’de 60 milyar dolarlık yatırım yapma sözü vermişti. BM’ye üye olan 53 Afrika ülkesinin oyları da Çin açısından politik önem taşıyor: Tayvan’ın BM’ye tam üye olmasına engel olunması ve BM İnsan Hakları Konseyi’nde Çin’in insan hakları konusundaki karanlık sicili aleyhine karar alınmaması konusunda Afrika ülkeleri Çin’e büyük bir destek sağlıyor.

Sudan ve Zimbabwe gibi ülkeler kirli iç savaş geçmişleri nedeniyle Batı tarafından yaptırımlara maruz kalırken, bu durum Çin için çoğu zaman avantaja dönüşüyor; çünkü kendisinde bu yaptırımlara uyma zorunluluğu görmüyor. Bu ülkelere en önemli silah satıcılarından birisi olan Çin de elbette insan hakları ve demokrasi gibi konularda herhangi bir kıstas koymuyor.

Çin ayrıca Afrika ülkelerinin insan kaynaklarının gelişimi konusunda da destek sağlayarak bir anlamda emperyalist yayılmacılığını Afrika ülkelerinin kamuoyları nezdinde de meşrulaştırmaya çalışıyor: Her yıl binlerce profesyonel meslek sahibine (mühendis, doktor gibi), devlet memurlarına ve üst kademe askeri unsurlara yönelik eğitimler, Afrikalı genç girişimcilere verilen finansal destek Çin’in Afrika’daki politik etkisini artırmanın bir aracına dönüşmüş durumda. 2015 yılında yaklaşık 50 bin Afrikalı öğrenci Çin’de üniversite öğrenimi görüyordu[25]. Örneğin Afrikalı gazetecilerin de sıklıkla Pekin tarafından finanse edilen eğitim ve geziler için Çin’e davet edilmesi ÇKP yönetiminin Batı’nın anti-propagandasını kırmak için kullandığı araçlardan biri.

Öte yandan yukarıda belirttiğimiz verilerin arka planında, büyük güçler arasındaki emperyalist rekabet yakın geçmişte kıtadaki istikrarsızlıkları tetikleyen önemli bir faktör haline geldi. Çin ve Batılı emperyalist güçlerin yakın dönemde karşı karşıya geldikleri ve Afrika kıtası için önemli politik sonuçlar doğuran olayların başında Sudan’ın bölünmesi geliyor. Yaklaşık 3,5 milyar varillik rezerviyle Afrika’daki en büyük petrol rezervlerinden birine sahip olan Güney Sudan, ülkede 20 yıl süren iç savaşın ardından 2005’te yapılan barış anlaşmasında alınan karar gereği 2011’de bağımsızlığını ilan etti. Daha bağımsızlıktan önce Çin, Güney Sudan’ın petrol yatakları üzerinde önemli bir dominasyona sahipti. Çin Ulusal Petrol Şirketi (CNPC) 1997 yılında Büyük Nil Petrol İşleme Şirketi’nin kuruluşuna %40’lık bir payla ortak olarak destek vermişti.

Çin, bağımsızlığın ardından da Güney Sudan’a özel önem vermeye devam etti. CNPC Güney Sudan’ın başkenti Juba’da iç savaş tehlikesine rağmen ofis açtı ve yatırımlarını sürdürdü. Geçtiğimiz yıl yaşanan çatışmalarda 14 petrol işçisi yaşamını yitirmişti. Fakat Çin yönetimi çalışanlarının canına mal olsa da Güney Sudan’da kalıcı olma konusundaki ısrarının karşılığını aldı ve 2018 yılında ülkede petrol arama iznini kopardı. Bugün Çin ülkenin petrol yataklarının %75’i üzerinde söz sahibi ve günlük 133 bin varillik bir petrol üretimi gerçekleştiriyor[26]. Öte yandan Güney Sudan’a ekonomik olarak bu kadar yatırım yapan Çin’in 2013 yılında ülke iç savaşa sürüklendiğinde BM Barış Gücü kapsamında 700 asker göndererek ilk reaksiyon gösteren ülke olduğu da not edilmeli.

ABD kıtadaki en büyük yatırımcı konumunu koruyor olsa da Afrika’da Çin varlığının bu hegemonyayı epeyce zorlayacağı açık. Bunun nedeni sadece ekonomik, politik ve askeri güç değil. İki taraf ilişkilerinin “eşit şartlar dâhilinde” kurulduğu izlenimi vermek konusunda Çin yönetimi epey yetenekli. Geçtiğimiz yıl düzenlenen Çin-Afrika Forumu’nda Afrika Birliği dönem başkanı olan Rwanda Devlet Başkanı Paul Kagame’nin dile getirdiği şu sözler bunu yansıtıyor: “Afrika ve Çin arasındaki ilişkiler eşitlik, karşılıklı saygı ve iyiliğin paylaşılmasına dayanıyor.”

Çin’in kıtada nüfuzunu yukarıda sıraladığımız diplomatik ve ekonomik araçlarla artırdığı süreçte ABD cephesinde ise tepki mevcut. Trump’ın eski Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton’ın “Amerika artık kıtanın dört bir tarafında ayrım gözetmeksizin yardım sağlamayacak. Uluslararası forumlarda sürekli olarak ABD’ye karşı oy kullanan ya da ABD’nin çıkarlarına ters adımlar atan ülkeler cömert Amerikan yardımları alamamalı.”[27] minvalindeki açıklamaları Çin’in kıtada Afrika ülkeleri tarafından ABD ve Batı’ya nazaran neden daha tercih edilebilir bir hami ve müttefik olduğunu ortaya koyuyor.

Kaynayan Deniz: Çin-ABD Rekabetinin Sıcak Sahası Güney Çin Denizi

Dünyanın ekonomik ağırlık merkezi Uzak Asya’ya kaydığı ölçüde emperyalist rekabet de bu bölgede yoğunlaşıyor. Bölgedeki gerilimin en önemli ayaklarından birisi Çin’in Güney Çin Denizi üzerindeki tarihsel hak iddiası. Çin görselde de görüldüğü üzere 1947’den bu yana resmi olarak savunduğu Nine Dashed Line (9 Çizgi Hattı) politikası uyarınca denizin neredeyse tamamında hak iddia ediyor. Bu durum denize kıyısı bulunan Filipinler, Vietnam, Brunei, Endonezya, Singapur ve Malezya gibi bölge ülkeleri ile ABD’yi Çin’le karşı karşıya getiriyor. Geçmişte bu sorun sıcak çatışmalara da neden olmuştu: 1974 yılında Çin bu deniz üzerinde yer alan Paracel Adaları’nı Vietnam’dan güç kullanarak almıştı. 1988 yılında 74 Vietnam askerinin öldüğü bir çatışma sonrası Spratly Bölgesi, 1995’te Filipinler’e bağlı Palawan Adası’na yakın bir yerde olan Mischief Resifi Çin tarafından işgal edilmişti. 2000’li yıllar Çin ile bölge ülkelerinin deniz üzerinde anlaşma çabaları nedeniyle sessiz geçse de 2009 yılıyla birlikte tansiyon yeniden yükseldi. Vietnam ve Malezya’nın kıta sahanlıklarını 200 milin üzerine çıkarmak için BM Kıta Sahanlığı Sınırları Komisyonu’na başvurmaları Çin tarafından tepkiyle karşılanmıştı. 2012 yılında Çin pasaportlarında yer alan haritada Güney Çin Denizi tamamen Çin sınırları içerisinde gösterilirken; Vietnam ve Filipinler buna tepki göstermişti[28].

Güney Çin Denizi üzerine yaşanan paylaşım mücadelesi sadece basit bir karasuları genişliği meselesinden ibaret değil. 1980’li yılların başında Güney Çin Denizi ve Huanghai Denizi’nde 30 milyar ile 100 milyar varil arasında değişen ölçekte petrol ve doğalgaz rezervinin varlığı tahmin ediliyordu. Bu durum 1980 yılından itibaren bölge ülkelerinin petrol şirketlerinin yanı sıra BP, Total ve Chevron gibi petrol tekellerinin bölgedeki faaliyetlerini artırmasına yol açtı.

Güney Çin Denizi’nin bir başka önemi ise uluslararası deniz trafiği açısından taşıdığı önem. Yıllık deniz trafiğinin üçte biri Güney Çin Denizi üzerinden gerçekleşirken, her yıl yaklaşık 5 trilyon dolarlık ürün bölgeden geçiyor. Bölge ülkelerinin enerji ithalatlarının en önemli güzergâhı da burası (Çin’in enerji ithalatının %80’i, Güney Kore’nin üçte ikisi, Japonya ve Tayvan’ın %60’ı). Deniz ayrıca zengin balıkçılık olanakları nedeniyle de bölge ülkelerinin radarında.

South China Sea and Geopolitics of Islands | Geopolitica.RU

Hal böyle olunca Çin’in bölgede attığı adımlar ABD ve bölgesel ortakları cephesinde tepkiyle karşılanıyor. ABD ise bölgede ülkelerin kıta sahanlıkları dışında kalan alanlarda geçiş serbestliği talep ediyor. Sebebi hem ticari faaliyetlerini güvenli bir şekilde sürdürmek hem de askeri olarak bölgede var olabilmek. Bölgede her iki süper gücün de askeri yığınağı artırması son dönemde gerilimleri artırıyor. Çin deniz üzerinde yer alan adacıklara sivil ve askeri üsler inşa ederek, ABD de bölgedeki askeri yığınağını artırarak gelecekteki muhtemel bir çatışmanın temellerini döşemeye devam ediyor. Geçtiğimiz Mayıs ayında iki ABD gemisinin Spratly Adaları’nda bulunan Çin’e ait iki adanın karasuları içerisinden geçmesiyle tansiyon yükselmişti.

Geçmişteki dersler çıkarılacak olursa, bölgede II. Dünya Savaşı öncesi Japonya’nın agresif emperyalist saldırganlığının ve ABD’nin bölgedeki gücünü korumak adına yarattığı dehşetin insanlığa nasıl bir felaket armağan ettiğini hatırlıyoruz. Gelecekte Çin ile ABD arasındaki gerçekleşmesi muhtemel bir sıcak savaşın etkilerinin boyutunu kestirmek güç olacaktır.

Rekabetin Silahlanma Ayağı

Emperyalist rekabet kızıştıkça yansıması meselenin silahlanma boyutunda da görülüyor. SIPRI[29]’nin bu konuda her yıl yayınladığı veriler[30] aydınlatıcı. 2019 yılı içerisinde yayınlanan veriler 2018 yılı silahlanma harcamalarının 2017 yılına göre %2,6 artışla 1,8 trilyon dolara yükseldiğini gösteriyor. Toplam harcamanın %60’ını ise, silahlanmaya en fazla para harcayan 5 ülke gerçekleştiriyor: ABD, Çin, Hindistan, Suudi Arabistan ve Fransa. ABD ve Çin’in silahlanma harcamaları ise dünya toplamının yaklaşık %50’sine tekabül ediyor. SIPRI’nin raporunda dikkat çeken verilerden birisi 2009-2018 yılları arasında Çin’in silahlanmaya ayırdığı bütçedeki hızlı artış. Çin bu yıllar arasında gerçekleşen %83’lük artışla dünyada başı çekiyor.

Özellikle Xi Jinping’in iktidara gelişiyle birlikte Çin ordusunun modernizasyonu önemli hedeflerden biri olarak ortaya konmuştu. ABD’li egemenler de Çin’in askeri atılımlarını yakından izliyorlar. ABD Savunma İstihbarat Kurumu’nun 2019 yılı başında yayınlanan raporunda “Çin’in iki haneli ekonomik büyümesi son dönemde yavaşladı, ancak bu büyüme üst üste birkaç beş yıllık savunma modernizasyonu planlarını fonladı.”[31] denilirken aynı raporda  “Mümkün olan her yolla teknolojiye erişen Çin, donanma tasarımları, orta ve uzun menzilli füzeler ve hipersonik silahlar da (ses hızından defalarca daha hızlı olan ve füze savunma sistemlerine yakalanmayan füzeler) dahil olmak üzere bir dizi teknolojide lider konumuna yükseldi. Teknoloji erişimine çoklu yaklaşım sayesinde Çin Halk Kurtuluş Ordusu şimdi bazı en modern silah sistemlerine sahip. Hatta bazı alanlarda dünya lideri.”[32] uyarısı yapıldı.

Silahlanma aynı zamanda emperyalist rekabetin boyutları hakkında fikir veriyor. Çin, iktisadi açıdan ABD’nin tahtını zorlamasına rağmen askeri alanda halen alması gereken yol var. Askeri kapasitelerin basit bir karşılaştırması bunu ortaya koyuyor. Örneğin, ABD ordusu 2019 yılı itibariyle 20 adet uçak gemisine sahipken, Çin’in sadece 2 adet uçak gemisi bulunuyor. Ancak Çin 2035 yılı itibariyle bu sayıyı 6’ya çıkarmayı planlıyor[33]. Uçak gemileri sayısı bir ordunun küresel meselelere müdahale gücünü yansıtması açısından önemli ve Çin eğer ABD’nin küresel askeri gücünü yakalamak istiyorsa daha çok yol kat etmek zorunda.

Çin’in geliştirdiği balistik füze programları da ele alınması gereken başlıklardan biri. Güney Çin Denizi’ndeki rekabet bölgede ağır bir silahlanma yarışını da beraberinde getirirken, Çin bu programlara ciddi kaynaklar ayırıyor. Bir önceki bölümde bahsettiğimiz üzere Güney Çin Denizi’nde gelecekteki olası bir savaşın dinamikleri şekilleniyor. Çin belki de yüzyıllar sonra ilk kez bölgedeki en güçlü deniz gücü haline gelirken, Amerikan basınında Çin’in geliştirdiği füzelerin ABD için yaratacağı tehditlere dikkat çekiliyor. Reuters’in Nisan 2019’da yayınladığı bir araştırmadaki şu sözler dikkat çekici: “Çin’in güçlü ordusu niyetlerini gizlemede bir usta olarak kabul ediliyor. Fakat eğer rekabet bir savaşa dönüşürse onun Amerikan uçak gemilerini nasıl yok etmeyi planladığı bir sır değil.”[34]

Devamında ise 2017 Kasım’ında Zhuai’de yapılan bienalde Çin’in en büyük füze üreticisi olan, devlete ait Çin Havacılık ve Uzay Bilimleri Şirketi’nin hazırladığı animasyon aktarılıyor: Düşmana ait uçak gemisi, eskort gemileri ve saldırı uçakları Çin’in karasularına girer ve Çin’in geliştirdiği füzeler karşısındaki deniz gücünü yok eder. Araştırmayı yayınlayan David Lague bunun ABD’nin askeri gücüne bir uyarı olduğunu belirtiyor. Bu veri Çin’in ABD’yi askeri güç açısından yakalayabilmesinin imkânlarını da gösteriyor.

Rejimin amaçlarından biri de, özellikle ABD ile aradaki deniz gücü farkını kapatarak, Çin ordusunu geleneksel, insan gücüne dayalı ve kara savaşı odaklı bir ordu olmaktan çıkarmak. Xi Jinping’in 2015 yılında başlattığı “Made in China 2025” programının uygulama alanlarından birisi de bu amaca hizmet ediyor. Düşük katma değerli tüketim malları üretiminden katma değeri yüksek ve gelişmiş teknolojiye dayalı üretime geçişle birlikte Çin silahlanmayı kendi kaynaklarına dayanarak gerçekleştirmeyi amaçlıyor. Grafikte görüleceği üzere Çin’in silah ithalatında 2006 yılına göre yarı yarıya bir düşüş gözlemleniyor. “Made in China 2025” programıyla bunun daha da azaltılması öngörülüyor. Önümüzdeki on yılda Çin’in atılım yapması beklenen alanların başında dışa bağımlılığın yüksek olduğu uzay ve robot teknolojileri, uçak motorları, hava indirme araçları gibi askeri modernizasyona hizmet edecek unsurlar geliyor. Ayrıca bu alanlarda atılacak adımların ekonomik büyümeyi de forse etmesi hedefleniyor.

Ticaret Savaşları Kıskacında Dünya Ekonomisi

Kapitalist sistemin krizi derinleştikçe, sistem kendi paradigmalarından kopmaya devam ediyor. Trump’la beraber emperyalist-kapitalist sistemin zirvesinde kendine yer açmayı başaran ırkçı-sağ iktidarlar beraberinde kriz içine düşen ülkelerde korumacılığın tek çıkar yol olduğu yönündeki hafızayı da canlandırdı. Ek olarak Batılı ekonomilerin 2008 krizinden sonraki durgunluğu karşısında Çin’in hızlı büyümesini sürdürmesi korumacılığı besliyor. Bugünlerde, kapitalizmin yaklaşık 200 yıldır amentüsü haline gelen liberal serbest piyasa kavramı ticaret savaşlarının yarattığı gerilimle örseleniyor. Özellikle Çin ile ABD arasında gelişen bu iktisadi savaşın nasıl yol alacağı dünya ekonomisinin ve kapitalizmin temel kurallarının geleceği açısından belirleyici olacak.

2016 yılında “First America” (Önce Amerika!) sloganıyla başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump ve yönetimi için öncelikli hedeflerden birisi ABD’nin ticaret açığını kapatmaktı. Trump daha 2011 yılında henüz siyaset yolculuğunun başlarındayken Çin’in Amerika’nın dostu ve müttefiki olmadığına, aksine ABD’ye düşmanlık beslediğine dair argümanları dile getiriyordu. Başkanlık kampanyası boyunca Obama yönetimini Çin’in ABD’ye tecavüz etmesine izin vermekle suçluyordu ve bir tweetinde bunun dünya tarihindeki en büyük hırsızlık olduğunu dile getirmişti. Nitekim Çin ABD’ye karşı her yıl yüzlerce milyar dolarlık ticaret fazlası veriyor. Çin ve ABD 2017 yılı boyunca aradaki ticaret açığının kapatılması yönünde müzakereler yürütse de bu süreçten sonuç çıkmadı. Ticaret savaşının ateşlendiği 2018 yılına gelindiğinde Çin’in ABD karşısındaki ticaret açığı rekor düzeye ulaştı ve 323,3 milyar dolar olarak gerçekleşti[35]. Bu somut veri üzerinden hareket eden Trump, ABD’nin Çin ve dış ticaret açığı verdiği Almanya başta olmak üzere AB ülkeleri ve Meksika tarafından kazıklandığını sıklıkla belirtiyordu. Öte yandan Trump, ulusal güvenlik konusundaki endişeleri ön plana çıkararak Amerikan çelik ve alüminyum şirketlerini koruma yönünde adımlar attı. ABD’nin ticari koruma duvarlarını yükseltme kararı sadece Çin’i etkilemiyor. Gümrük tarifelerinden AB başta olmak üzere, ABD’nin 1994 yılında birlikte NAFTA’yı (Kuzey Amerika Açık Ticaret Anlaşması) kurduğu Meksika ve Kanada da etkilendi.

Trump, Merkel'e şeker fırlatıp giderken: Sana hiçbir şey ...

Özellikle Trump iktidara geldikten sonra AB ülkeleriyle arasının pek de iyi olmadığı biliniyor ve Haziran 2018’de G-7 Zirvesi’nde çekilen bir fotoğraf iki tarihsel müttefik arasındaki ilişkilerin ticaret savaşlarının ortasında nasıl zedelendiğini anlatır nitelikteydi. ABD’nin AB ülkelerine karşı verdiği ticaret açığı 2008-2018 yılları arasında %77,1 oranında artarken, Trump’ın başkan seçildiği 2016 yılında 169,3 milyar dolara ulaştı[36]. Bu açığın 68,2 milyar dolarlık kısmı Almanya’ya ait. Trump sık sık Alman otomotiv sanayisinin Amerikan pazarındaki etkinliğine eleştiriler yöneltiyordu.

Asıl önemli olan nokta ise ticaret savaşlarının nasıl sonuçlanacağı. Kazanan ve kaybeden kim olacak? Kapitalizm yapısal krizini aşabilmek için 1929 buhranından çıkış yolu açan korumacı politikalara yeniden dönüş mü yapacak?

ABD’de şimdiden Trump’ın uyguladığı gümrük vergilerinin Amerikan ekonomisi açısından yararlılığı sorgulanıyor. Burjuva medyada ticaret savaşlarının uzun yıllara yayılacağı, kısa vadede ABD’ye kazanç sağlasa da uzun vadede bunun hem ABD hem de dünya ekonomisinde daralmaya yol açacağı konusunda senaryolar hâkim. OECD’nin projeksiyonuna göre ticaret savaşları 2021 yılında dünya ekonomisinin oransal olarak %0,7; parasal anlamda yaklaşık 600 milyar dolar daha fazla daralmasına yol açacak[37]. Morgan Stanley’in analistleri ise anlaşma sağlanamadığı takdirde küresel ekonominin resesyona doğru sürüklenebileceği yorumunda bulunuyorlar. Kohl, Home Depot ve Wallmart gibi perakende devlerinin özellikle Çin’den ithal edilen tüketim mallarına bağımlılıkları, uygulanan yüksek gümrük vergilerinin gelecekte tüketiciye daha yüksek fiyatlar olarak dönmesine yol açacak. Bu firmaların da aralarında olduğu 600 şirket 14 Haziran’da Beyaz Saray’a bir mektup yazarak ticaret savaşlarının kendileri açısından pek parlak sonuçlar doğurmayacağı konusunda uyarıda bulundular[38].

ABD yönetiminin yüksek gümrük vergilerinin Amerikan halkına daha fazla iş olanağı yaratacağı iddiası ise fanteziden ibaret. Örneğin, çeliğe uygulanan gümrük vergilerinden kazanç sağlaması beklenen çelik üreticileri toplam 140 bin kişiyi istihdam ederken; hammadde olarak çelik kullanan şirketlerin toplam istihdamı 6,5 milyon kişi! Kâr oranları azalan çelik tüketicisi şirketlerin faturayı ilk çıkaracağı kesim Amerikan işçi sınıfının bu 6,5 milyonluk bölüğü olacaktır.

Tarihsel bir analoji yapmak gerekirse 1930’lara dönmek yerinde olacaktır. Herbert Hoover 1928’de başkan seçilirken, kampanyasının en önemli vaatlerinden biri borç içinde yüzen Amerikan çiftçisini kurtarmak için tarım ürünlerinde gümrük vergilerini yükseltmekti. ABD yönetimi 1930’da “Smoot-Howley Act” adıyla bilinen bir gümrük tarifesi politikasını yürürlüğe koydu ve 900 farklı üründe tarifeler %40’tan %48’e yükseltildi. Tarifenin amacı görünüşte Amerikan çiftçilerini ithal tarım ürünlerinin rekabetinden korumaktı. O dönemde de kapitalistler, burjuva ekonomistler ve medya çevreleri arasında yüksek gümrük tarifelerine ciddi karşıtlık söz konusuydu ve bunun uluslararası ticarete darbe vuracağı öngörülüyordu, nitekim öyle de oldu. Diğer ülkelerin de korumacı gümrük politikaları uygulamaya başlamasıyla birlikte dünya ticaretinde yaklaşık %65’lik bir düşüş yaşandı. Özellikle ihracata bağımlı ABD’li şirketler artan gümrük vergileri nedeniyle zarar ederken, bu durum Amerikan emekçilere, yükselen işsizlik rakamlarıyla yansıdı. Ayrıca çıkarları korunmak istenen çiftçiler ihracatın çakılmasıyla birlikte ellerinde fiyatları yerle yeksan olmuş ürünleriyle baş başa kaldılar.

Kapitalizm, 1930’lardaki krizin ardından ABD önderliğinde yeni bir dünya düzeninin ve iktisadi olarak doların imparatorluğunun kurumsallaşması (IMF, Dünya Bankası, NATO vs.) ile yeni bir genişleme evresine geçebilmişti. Bu ise II. Dünya Savaşı’nda çok kanlı bir bedelin ödenmesi pahasına mümkün olmuştu. Savaşın ardından korumacı duvarlar yıkılmış, 1970’li yıllardan itibaren de neoliberal ekonomik politikalarla sermayenin küresel olarak dolaşımının önündeki engeller minimuma indirilmişti.

2008 krizinden bu yana ise neoliberal modelin artık ne kadar işler olduğuna dair kuşkular artıyor. Krizin önüne geçebilecek yeni bir kapitalist ekonomik model henüz burjuvazi tarafından bulunabilmiş değil. Şimdilik tek yapabildikleri kendi ülkelerinin işçi sınıflarının haklarına daha fazla saldırıda bulunmak, sağcı-milliyetçi iktidarlar aracılığıyla korumacı politikalara daha fazla sarılmak!

Ticaret savaşlarını emperyalist rekabetten ayrı tutmamak gerekiyor. Nitekim ABD’nin emperyalist hegemonyası giderek zayıflarken, bunun yansımalarından birisinin de doların rezerv para birimi olarak sürdürdüğü hükmün daha fazla sorgulanması olduğunu görebilmek mümkün. Öncelikle emperyalist rekabette gücünü artırmak isteyen her ülke için kendi para biriminin rezerv para özelliği taşımasının önemli iktisadi avantajları vardır. Doların uluslararası olarak geçerli rezerv para olması sayesinde ABD’li şirketler herhangi bir para biriminin kur baskısına maruz kalmaksızın ticaretlerini kendi para birimleriyle gerçekleştirebiliyor ve borçlanabiliyor. ABD, dış ticaretinde ortaya çıkan açıkları kendi para birimi üzerinden ödeme yaparak kapatma imkânına sahip.

Öte yandan uluslararası finans piyasalarında başlıca değişim aracı olarak dolar kullanılıyor. 1995 yılında doların döviz alım-satımları içerisindeki payı %83 iken, bu oran 2016 yılında %85’e yaklaşmış. Tüm dünyada dolar ticari bir değişim aracı olmasının yanı sıra yatırım aracı olarak da kabul görüyor. Özellikle, yerel para birimleri en ufak bir krizde değer kaybeden Türkiye gibi ülkelerde. Sadece bireysel yatırımcılar ve şirketler değil, devletler de Merkez Bankası rezervlerinin büyük kısmını dolara ayırıyorlar. IMF’nin istatistiklerine göre 2015 yılında ülkelerin resmi döviz rezervlerinin %64’ünü dolar oluşturuyordu. ABD dolarıyla birlikte avro, sterlin, Japon yeni ve İsviçre frangı uluslararası ödemelerde kullanılan başlıca para birimleri olarak karşımıza çıkıyor. Bu ülkelerin finansal sistemlerinin uluslararası sermayeye açık olması, değerlerinin stabil olması, ülkelerinin ekonomik gücü ve yatırımcı güvenini kazanmış olması buna imkan tanıyor.

Uluslararası çapta, dolarla yapılan ödemeler ABD bankacılık sistemini bir durak olarak kullanmak zorunda. Bu durum ABD bankacılık sistemine hem işlem ücretleri olarak getiri yaratıyor hem de istihdam yaratıyor. Fakat bu kadarla sınırlı değil: ABD bu yolla doları politik bir sopa olarak kullanabilme avantajına sahip. İran, Küba, Venezuella örneğinde olduğu gibi hedef aldığı ülkelere ambargo uygulayabiliyor, yaptırımlarda bulunabiliyor veya Volkswagen örneğinde olduğu gibi diğer ülkelerin firmalarına yüklü cezalar getirebiliyor.

Çin’in günümüzde dünyanın en büyük dış ticaret hacmine sahip ülkesi ve en büyük ikinci ekonomisi olmasına rağmen, ülke para birimi RMB (Renminbi)’nin önünde rezerv para olmak için önemli bir engel bulunuyor. ÇKP (Çin Komünist Partisi) yönetimi ülkenin finansal piyasalara açılması konusunda ciddi kısıtlamalar uyguluyor ve RMB’nin değerinin kontrolünü sıkı bir şekilde elinde tutuyor. Yabancıların uluslararası alım satım işlemlerinde RMB’yi kullanması da yasal engellerle kısıtlanıyor.

ÇKP yönetimi 2009 yılında RMB’nin uluslararası rezerv para olarak kabul görmesi amacıyla bazı kısıtlamaları kaldırmıştı. Fakat ekonomik büyüklüğüne rağmen RMB’nin doların yerini alabilmesi uzak bir geleceğin konusu. ABD, İngiltere’den dünyanın patronluğunu devralırken aradan on yıllar geçmesi gerekmişti. ABD ekonomisi 1870 yılında İngiltere’den daha büyük bir ekonomi haline gelmişti; ancak dış ticaret hacmi olarak ancak II. Dünya Savaşı sonunda İngiltere’yi geçebilmişti. Tabii ki ABD’nin tahtı devralma sürecinde kapitalizm, insanlık tarihine iki dünya savaşı, bir büyük buhran, birçok kanlı iç savaş ve faşist diktatörlükler getirmişti. Kısacası, RMB’nin yürüyüşü de insanlığa benzeri kanlı hediyeler getirebilir. Bunun gerçekleşebilmesi için ABD emperyalizminin küresel ölçekte politik ve askeri hegemonyasının da kırılması gerekecektir.

Çin emperyalist piramidin zirvesinde yer almak isteyen her süper güç gibi kendi para birimini uluslararası alanda daha fazla kullanılır bir hale getirmek istiyor. Ancak kısa vadede doların imparatorluğunun yıkılışını izler miyiz, cevaplaması zor. Ancak doların rezerv para birimi haline gelmesinin on yıllarca süren, iki büyük emperyalist savaşa mal olan bir sürecin sonunda gerçekleştiği düşünülürse bu değişimin de insanlığa farklı bir sonuç getirmesi beklenmemelidir.

Sonuç Olarak

  1. yüzyıla ABD ve Çin eksenli emperyalist rekabetin damga vuracağı yavaş yavaş kendisini gösteriyor. Kapitalist kriz derinleştikçe sadece bu iki emperyalist güç arasında değil; Fransa’dan Rusya’ya Hindistan’dan Japonya’ya dek bu rekabetin parçası olan aktörler arası çelişkiler de hızla birikiyor. Burada aslolan ve geleceği belirleyen şey ülkeler arası işbirlikleri, müttefiklikler, stratejik ortaklıklar gibi yüzeyde görünen politik ilişkiler değil, her biri ayrı çıkarlara sahip olan egemen kapitalist sınıfların nasıl daha fazla kâr ve sermaye birikimi elde edebileceğidir.

Artık paradigma değişikliğine giden ve sadece kendi coğrafyasında değil Asya’dan Avrupa’ya Afrika’ya kadar yayılma eğilimi gösteren Çin için ABD’yi ve Batılı ortaklarını rahatsız etmekten başka bir seçenek bulunmamaktadır. Lenin emperyalistlerin dünyayı paylaşma eğilimine ilişkin şunları dile getiriyordu: “…Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar. Ve dünyayı mevcut ‘sermayeleri’, ‘güçleri’ oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka paylaşma biçimi olamaz.”[39]

Aynı şekilde ABD de Çin’in yükselişini durdurmak adına hem Uzak Asya’daki ortaklarını silahlandırarak hem de askeri yığınağını artırarak bölgedeki gücünü tahkim ediyor; öte yandan Sincan-Uygur ve Hong Kong gibi Çin’in zayıf karnı olan bölgeleri kaşıyor. Gelecekte emperyalistlerin dünyanın yeniden paylaşılması uğruna geniş çaplı savaşların, belki de bir üçüncü dünya savaşının önünü açmaları kaçınılmazdır. Fakat gelecekte böyle bir savaşın neye benzeyeceğini anlayabilmek için hayal gücünü kullanmaya gerek yok. Dünyanın hemen her yerinde mikro ölçekli çatışmalar bizlere gelecek savaşlardan kesitler sunuyor.

İki emperyalist rakip arasındaki iktisadi güç dengeleri özellikle son yirmi yılda hızlı bir şekilde Çin lehine değişirken, askeri gücü tartışılmaz olan ABD ise hegemonyasını bunu ön plana çıkararak korumaya çalışıyor. ABD askeri gücünün %60’ının Pasifik’e kaydırılması üzerine kurulu askeri strateji gelecekte Asya-Pasifik’in kaynayan bir kazana dönüşeceğinin işaretidir. Daha şimdiden burjuva medyada III. Dünya Savaşı’nı tetikleyebilecek en önemli çatışma alanlarından biri olarak bu bölge öne çıkıyor.

İktisadi kriz ve emperyalist rekabet bir diğer yansımasını devlet aygıtlarının birer birer ultra sağcı, ırkçı, şoven unsurların eline geçmesinde buluyor. Hemen her ülkede iktidarlar toplumsal meşruiyetlerini korumanın yolunu savaş politikalarında, iç veya dış düşmanlar yaratmada, sistemin çelişkilerinin sorumluluğunu göçmenler gibi ezilen toplumsal gruplara atmada arıyor. Büyük vaatlerle süslenen küreselleşmeci neoliberal politikaların yolu sol siyasal unsurların krize yanıt veremediği hemen her yerde kaçınılmaz bir şekilde Trump ve benzerlerine çıkıyor. Bu unsurlar sadece açık bir şekilde rekabet eden emperyalist güçler arasındaki çelişkileri değil, bugün müttefik olarak görünen ülkeler arası emperyalist çelişkileri de çıplak bir şekilde önümüze seriyor. Bakınız ABD-AB ilişkileri…

Emperyalist rekabet ve savaşlar konusunda devrimci Marksist program bellidir: Emperyalist savaşı iç savaşa çevirmek, sosyalizmin kızıl bayrağını her türlü burjuva uzlaşmacılıktan ve yurtseverlikten uzak tutmak… Gelecekte emperyalist rekabetin kızıştığı dönemlerde tutum alırken Çin’e yönelik yaklaşım belirleyici olacaktır. Bahsettiğimiz açık gerçeklere rağmen, Çin’in ve rejimin karakteri meselesi tartışması sonlanmış değil. Devrimci Marksist hareket içerisinde bile Çin konusundaki “batıl inançlara” rastlamak mümkün. Bu konuda açık olan bir nokta varsa o da Çin’in bir emperyalist güç olup olmadığını tartışmanın gereksizliğidir. Kimileri hala teorik gevezeliğin arkasına sığınarak “yozlaşmış işçi devleti” kırıntıları aradığı Çin’i nasıl aklayacağını düşünedursun, Çin emperyalizmine karşı açık bir tavır alınmadan gelecekte devrimci enternasyonalist bir tavır koymak giderek zorlaşacaktır. Devrimci Marksistler açısından tartışma götürmeyen bir gerçek var: Kapitalizm ayakta kaldığı müddetçe savaşlar insanlığın yakasından eksik olmayacaktır. Savaşlar sadece kanlı bir kıyımın ve dünyanın yıkımının değil, devrimlerin de kapısını aralayan önemli tarihsel dönemeçlerdir. İnsanlığın kaderine şekil verecek olan şey o gün geldiğinde savaşa ve krizlere karşı emekçi sınıfların mücadelesine öncülük edebilecek bir devrimci öncünün yaratılıp yaratılmadığı olacaktır.

Referanslar

[1]  Most Americans think the U.S. is great, but fewer say it’s the greatest, By Alec Tyson, 2 Temmuz 2014,  http://www.pewresearch.org/fact-tank/2014/07/02/most-americans-think-the-u-s-is-great-but-fewer-say-its-the-greatest/

[2]  How the Great Recession destroyed the American Dream, 9 Ağustos 2018, https://www.cbsnews.com/news/how-the-great-recession-destroyed-the-american-dream/

[3]  Tyler Cowen, The Decline and Fall of the American Empire, 30 Temmuz 2018, https://www.bloomberg.com/view/articles/2018-07-30/the-decline-and-fall-of-the-american-empire

[4]  Fatih Oktay, Çin: Yeni Büyük Güç ve Değişen Dünya Dengeleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, s.26

[5]  Report by Robert E. Scotts, Zane Mokhiber, The China toll deepens, 23.10.2018, https://www.epi.org/publication/the-china-toll-deepens-growth-in-the-bilateral-trade-deficit-between-2001-and-2017-cost-3-4-million-u-s-jobs-with-losses-in-every-state-and-congressional-district/

[6]  Jeremy Godkorn, The 25 key phrases of Xi Jinping, 14 Kasım 2016, https://supchina.com/2016/11/14/25-key-phrases-xi-jinping/

[7]  Fatih Oktay, Çin: Yeni Büyük Güç ve Değişen Dünya Dengeleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, 2017, s.210

[8]  A.g.y., s.212

[9]  A.g.y, 231

[10] A.g.y., s.228

[11] International Trade Administration, Global Steel Trade Monitor, Steel Imports Report: China, Nisan 2018

[12] The Impact of China’s Economic Slowdown on Commodities Markets, 3 Mart 2015, https://internationalbanker.com/brokerage/the-impact-of-chinas-economic-slowdown-on-commodities-markets/

[13] Alessia Amighini (ISPI and University Piemonte Orientale), China’s Economic Growth. Heading to a New Normal, 2015, https://www.ispionline.it/it/EBook/CHINA.POLICY.2015/CHINA.POLICY_Cap.3_EBOOK.pdf

[14] Hu Angang, Embracing China’s “New Normal”: Why the Economy Is Still
on Track, Mayıs-Haziran 2015, https://www.foreignaffairs.com/articles/china/2015-04-20/embracing-chinas-new-normal

[15] Dan Carroll, The 3 Countries Stealing China’s Business, 15 Haziran 2013, https://www.fool.com/investing/general/2013/06/15/the-3-countries-stealing-chinas-business.aspx

[16] Dmitriy Plekhanov, Is China’s Era of Cheap Labor Really Over?, 13 Aralık 2017, https://thediplomat.com/2017/12/is-chinas-era-of-cheap-labor-really-over/

[17] China Seeks Influence in Europe, One Business Deal at a Time, 12 Ağustos 2018, https://www.nytimes.com/2018/08/12/business/china-influence-europe-czech-republic.html

[18] Greece blocks EU’s criticism at UN of China’s human rights record, 18 Haziran 2017, https://www.theguardian.com/world/2017/jun/18/greece-eu-criticism-un-china-human-rights-record

[19] China’s Design on Europe and How Europe  should Respond, Economist, 6-12 Ekim 2018, s.11

[20] Willy Lam Wo Lap, Getting Lost in ‘One Belt, One Road’, 12 Nisan 2016, http://www.ejinsight.com/20160412-getting-lost-one-belt-one-road/

[21] Bişkek’te Çin Korkusu, 24 Nisan 2018, http://www.kazakistan.kz/biskekte-cin-korkusu/

[22] Ergin Yıldızoğlu, ABD-Çin gerginliği: Yeni Soğuk Savaş’a doğru mu?, 28 Aralık 2018, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46692891

[23] Chinese Loans to Afrika, China-Africa Research Initiative, http://www.sais-cari.org/data-chinese-loans-and-aid-to-africa

[24] Abdi Latif Dahir, China is doubling down on its “win-win” strategy in Africa, 04.09.2018, https://qz.com/africa/1377957/china-africa-summit-xi-jinping-cautions-against-vanity-projects/

[25] Lina Benabdallah, Spite Won’t Beat China in Africa, Foreign Policy, 23.01.2019, https://foreignpolicy.com/2019/01/23/spite-wont-beat-china-in-africa/

[26] Joseph Hammond, Sudan: China’s Original Foothold in Africa, The Diplomat, 14.06.2019, https://thediplomat.com/2017/06/sudan-chinas-original-foothold-in-africa/

[27] Bolton: ‘ABD Çin ve Rusya’nın Afrika’daki Etkisine Karşı Koyacak’, VOA, 13.12.2018, https://www.amerikaninsesi.com/a/bolton-abd-%C3%A7in-ve-rusya-n%C4%B1n-afrika-daki-etkisine-kar%C5%9F%C4%B1-koyacak-/4699617.html

[28] Cemre Pekcan, Uluslararası Hukuk Çerçevesinde Güney Çin Denizi Krizinin Değerlendirilmesi, 29.11.2019, https://dergipark.org.tr/download/article-file/391833

[29] Stocholm International Peace Research Institute – Stocholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü

[30] TRENDS IN WORLD MILITARY EXPENDITURE, 2018, Nisan 2019, https://www.sipri.org/sites/default/files/2019-04/fs_1904_milex_2018_0.pdf

[31] ABD ve Rusya’ya meydan okuyan Çin’in yüksek teknoloji ürünü 3 silahı, BBC Türkçe, 23 Ocak 2019, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46971092

[32] Pentagon: Çin dünyanın en gelişmiş silahlarına sahip, BBC Türkçe, 16 Ocak 2019, https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-46890648

[33] Minnie Chan, Guo Rui, China will build 4 nuclear aircraft carriers in drive to catch US Navy, experts say, 06.02.2019, https://www.scmp.com/news/china/military/article/2185081/china-will-build-4-nuclear-aircraft-carriers-drive-catch-us-navy

[34] David Lague, New missile gap leaves U.S. scrambling to counter China, 25.04.2019, https://www.reuters.com/investigates/special-report/china-army-rockets/

[35] Çin’in ABD’ye dış ticaret fazlası rekor düzeye ulaştı, 14.01.2019, https://www.bloomberght.com/haberler/haber/2188672-cin-in-abd-ye-dis-ticaret-fazlasi-rekor-duzeye-ulasti

[36] Office of the United States Trade Representative, https://ustr.gov/countries-regions/europe-middle-east/europe/european-union#

[37] Christine Romans, Here’s the worst-case scenario for the US-China trade war, 23.05.2019, https://edition.cnn.com/2019/05/23/economy/trade-war-economy/index.html

[38] 600 companies including Walmart, Costco and Target warn Trump on tariffs, 14.06.2019, https://edition.cnn.com/2019/06/13/business/trade-war-trump-china-walmart-target-costco/index.html

[39] V. I. Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, s. 90

 

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı