Sosyalizm Kazanacak!
/ Derya Koca / İsyankâr Bir Şair Olarak Orhan Veli- Derya Koca

İsyankâr Bir Şair Olarak Orhan Veli- Derya Koca

on 14 Kasım 2018 - 11:04 Kategori: Derya Koca, Gündem, Kültür-Sanat

Alaycı şiirlerin ustası Orhan Veli, politik kişiliğiyle pek az bilinen bir şair.  Romantik ve bugünden bakıldığından sıradan gibi görünen satırları, dönemin edebi bir isyanıydı. O, dönemin mücadeleci aydın geleneği içinde önemli tartışmaları başlatan bir isim olarak tarihsel bir yere de sahiptir. Ve ne yazık ki çok az bilinmektedir.

Orhan Veli, orkestra şefi bir babanın ve orta halli bir ailenin oğluydu.  Mütareke yıllarında ilkokulu Galatasaray Lisesinde yatılı okudu.  Çok küçük yaştan itibaren yaşamında edebiyat var olmuştu. Lise öğretmeni Ahmet Hamdi Tanpınar, çocukluk arkadaşları Melih Cevdet Anday ve Oktay Rifat’tı. Dönemin şair ve yazarları birbirleriyle erken yaşta dergi çevrelerinde arkadaşlık ediyordu.

Oktay Rifat, Orhav Veli’nin eşitlik ve özgürlük tutkusu içinde yaşadığını en yakınından bilen isimlerden biri olarak onu ve o yıllarda bir aydın olarak gelişimini şöyle ifade ediyordu:

“Orhan anasının karnından ileri bir adam olarak doğmadı. Toplum içindeki yeri, etrafını saran düşünceler onu daha çok geriliğe götürecek cinstendi. Ama Orhan önce kendini değiştirmekle işe başladı”

Başarılı bir akademik yaşam ya da para peşinde olmayan genç idealist Orhan Veli, İstanbul Üniversitesi Felsefe bölümünü bırakarak öğretmenlik yapmaya başladı. Bir yandan da şiir ve öykü yazıyordu. Dönemin en önemli dergilerinden olan Varlık dergisi başta olmak üzere pek çok önemli dergide Mehmet Ali Sel mahlasıyla şiirleri yayınlanıyordu. Bu dönemde Orhan Veli, heceyle şiir yazmaktaydı. Sade bir dil ve gündelik yaşam, şiirlerine egemendi. Tevfik Fikret, Nazım Hikmet gibi büyük şairlerin erken dönemde açtığı bu kapıdan Orhan Veli de geçmişti. 1941’den sonra ise Orhan Veli’yi biçim ve içerik üzerine yaptığı sanat tartışmalarının ateşli bir tarafı olarak görecektik. Bu yıllar onun kısacık yaşamında hem şairliğinin en verimli hem de en iddialı yıllarıydı.

GARİP

1941’de, ortaokul sıralarından beri tanışan Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat Horozcu ve Orhan Veli’nin şiirlerinin bir seçkisi olan “Garip” yayınlandı. Kitabın, akımın manifestosu niteliğindeki önsözünü kaleme alan Orhan Veli’ydi.  

Garip, o zamana kadar divan edebiyatını aşan ve sadelikten yana hececileri ve hatta kimi zaman uyaksız ve ölçüsüz yazmasına rağmen Nazım Hikmet’in şiirini dahi reddediyordu. Yepyeni bir sanatın kapısını aralamak onlar için, geçmişle tüm bağı koparmış yeni bir şiir yaratmaktı.  Şiirden, egemen sınıfların beğenilerinin sonucu yerleşen kalıplaşmış öğeler kaldırılmalı, şairaneliğe son verilmeli ve şiir toplumun çoğunluğuna seslenmeliydi. Bu amaç da yalnızca yeni yollar ve yeni araçlarla gerçekleştirilebilirdi.

Dönemin rüzgârında idealist bir kuşak boy vermişti. Nazım Hikmetler, Sabahattin Aliler, Orhan Kemaller bu yolu açmıştı. Dünyanın canlı sanatsal ikliminde akımlar hararetli tartışmalar yürütüyordu. Yeni sanat hareketleri ortaya çıkıyordu ve bunlar, dünya düzenine başkaldırmak üzere yeni olan her şeye büyük bir açlık duyuyordu. Dünyada Ekim Devriminin ardından hızla artam bu büyük sanatsal canlılık, Türkiye’de yansımalarını dolaylı yoldan bulmuştu. Fütürist Mayakovski Nazım Hikmet’in mayasında vardır örneğin. Garipçiler de aslında dönemin edebiyat tartışmalarının bir yüzünü taşıyordu. Fransız edebiyatını yakından bilen Orhan Veli, bu tartışmaları kendi özgünlükleriyle Türkiye’ye taşıyordu.  

Büyük ustaların, yıllanmış şairlerin dünyasında genç üç şair her şeyi reddedip yepyeni bir şiir için ortaya atılmışlardı. Garip’in önsözünde Orhan Veli şunları söylüyordu:

“….

Bugüne kadar burjuvazinin malı olmaktan, yüksek sanayi devrinin başlamasından evvel de dinin ve feodal zümrenin köleliğini yapmaktan başka hiç bir işe yaramamış olan şiirde, bu değişmiyen taraf; müreffeh sınıfların zevkine hitap etmiş olmak şeklinde tecelli ediyor. Müreffeh sınıfları yaşamak için çalışmaya ihtiyacı olmayan insanlar teşkil ederler. O insanlar geçmiş devirlerin hâkimidirler. O sınıfı temsil etmiş olan şiir lâyık olduğundan daha büyük bir mükemmeliyete erişmiştir. Ama yeni şiirin istinat edeceği zevk, artık, ekalliyeti teşkil eden o sınıfın zevki değil. Bugünkü dünyayı dolduran insanlar yaşamak hakkını mütemadi bir didişmenin sonunda buluyorlar. Her şey gibi, şiir de onların hakkıdır, onların zevkine hitap edecektir. Bu, mevzuubahis kitlenin istediklerini eski edebiyatların aletleriyle anlatmaya çalışmak demek de değildir. Mesele bir sınıfın ihtiyaçlarının müdafaasını yapmak olmayıp sadece zevkini aramak, bulmak, sanata onu hâkim kılmaktır. Yeni bir zevke ancak yeni yollarla, yeni vasıtalarla varılır. Bir takım nazariyelerin söylediklerini bilinen kalıplar içine sıkıştırmakta hiç bir yeni, hiç bir san’atkârane hamle yoktur. Yapıyı temelinden değiştirmelidir. Biz senelerden beri zevkimize, irademize hükmetmiş, onları tâyin etmiş, onlara şekil vermiş edebiyatların, o sıkıcı, o bunaltıcı tesirinden kurtarabilmek için, o edebiyatların bize öğretmiş olduğu her şeyi atmak mecburiyetindeyiz”

Sıradan insanın, gündelik insanın; gerçek yaşamın şiirlerinin dili de gerçek olmalıydı. Sıradan insan nasıl yer içerse, nasıl yürür, nasıl gezinir, nasıl sever, nasıl geçinirse öyle sade. Bu yüzden geçmişin tüm edebi yöntemlerini; söz sanatlarını ve biçemini radikal biçimde reddetmişti:

“Yazının peyda olduğu günden beri yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış. Hayran oluğumuz insanlar bunlara bir kaç tane daha ilâve etmekle acaba edebiyata ne kazandıracaklar? Teşbih, istiare, mübalâğa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.”

Bu nedenle şiir akla seslenmeliydi:

“Şiir bütün hususiyeti edasında olan bir söz san’atıdır. Yani tamamiyle mânadan ibarettir. Mâna insanın beş duygusuna değil, kafasına hitabeder. “

Geçmiş ise tamamen yıkılmalıydı:

“…eskiye ait olan her şeyin, her şeyden evvel de şairanenin aleyhinde bulunmak lâzım.”


Sanatın İsyan Yılları

Bu sözler aslında o dönem Garipçiler için biricik bir pozisyon değildi. Dünyada benzeri akımlar vardı. Hatta Andre Breton’un öncülüğünü yaptığı sürrealizme de aynı yıkıcı sanat ilhamının bir parçası olarak olumlu yaklaşıyorlardı. Dadaistler de benzeri saiklerle ortaya çıkacaktı. Avantgard sanat ise Ekim Devrimi’nde zaten sanatın zincirlerinin kırıldığı dönemin en büyük destekçisi olarak bu yaratıcı dönemin selinde akmıştı: Sanatta yenilik ve sınırsız bir deneysellik rüzgârı esiyordu.

Oktay Rifat, kısacık yaşamında pek çok farklı biçimler deneyen ve Türkiye’de bu tartışmaları açan cesur şair  Orhan Veli için şunları söylüyordu:

“Orhan, Fransız şairlerinin birkaç nesillik şiir macerasını kısacık ömründe yaşadı. Türk şiiri onun kalemi sayesinde Avrupa şiiri ile atbaşı geldi. Ve birkaç neslin belki arka arkaya başarabileceği bir değişmeyi o birkaç yılın içinde tamamladı”

Kendi satırlarından da belki Orhan Veli bu değişimi şöyle ifade ediyordu: 

“Büyüdüm, işsiz kaldım, aç kaldım;

Para kazanmak gerekti;

Girdim insanların içine,

İnsanları gördüm.

Ne yârdan geçerim, ne serden;

Ne denizlerden, ne gökyüzünden ama…

Bırakmıyor son gördüğüm

Bırakmıyor geçim derdi.

Oymuş, diyorum, zavallı şairin

Görüp göreceği.”

Türkiye’de Nazım Hikmet’in dizelerine ve ömrüne, Sabahattin Ali’nin ise öykülerine giren halk, Garipçiler ile birlikte sokaktaki halleriyle ele alınıyordu.  Orhan Veli’nin şiirleri dışında çok az şiirde sıradan insanların gündelik yaşantısının sadeliği şiire bu kadar girebilmişti. Ve bu şiir aynı zamanda eskinin artığı gibi gördükleri biçimsel tüm gelenekleri bir kenara atmak iddiasındaydı.

Orhav Veli- Oktay Rifat- Melih Cevdet arkadaşları Şinasi ile birlikte


“Yazık Oldu Süleyman Efendi’ye”

Genç Garipçiler, sansasyonel bir tartışmanın kapısını açmıştı. Orhan Veli’nin Kitabe-i Seng-i Mezar şiirindeki “Yazık Oldu Süleyman Efendi’ye” mısrası geleneksel kalıpların şairleri için büyük olay olmuştu. Hele ki şiirde sıradan bir insanın ayağındaki nasırdan bahsediliyor olması bir sanat eserine bayağılık bulaştırmak olarak görülmüştü. Şiir şöyleydi:
               I

Hiçbir şeyden çekmedi dünyada
Nasırdan çektiği kadar
Hatta çirkin yaratıldığından bile
O kadar müteessir değildi;
Kundurası vurmadığı zamanlarda
Anmazdı ama Allah´ın adını,
Günahkar da sayılmazdı.
Yazık oldu Süleyman Efendiye

II

Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir akşam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kılındı, gömüldü.
Duyarlarsa olduğunu alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince…
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.

III

Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzgar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigar.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yaz işiyle:
´Ölüm Allah´ın emri,
´Ayrılık olmasaydı

Nasır polemiğine girenlere Orhan Veli ise o bilinen alaycılığıyla şöyle cevap vermişti: “Hayatından daha büyük manevi ıstırapları olmayan bir insan için nasırın mühim olduğunu telakki ediyorum”.


Bir Garip Orhan Veli

Orhan Veli, sıradan bir memurun, beş parasız bir şairin ve özgürlük arayan bir sıradan adam olarak yaşadı. Muhalif olduğu için sık sık işsiz kaldığından kendisi de parasızlıktan mustaripti. Şair ruhu memurluğu kabul edemiyordu. Özgürlük, denizlere açılmak, gündüz düşlerini ferah bir yaşam düşü ile birleştirmek onun için yaşadıklarını yazmaktı:

“Bedava yaşıyoruz, bedava;

Hava bedava,

bulut bedava;

Dere tepe bedava;

Yağmur çamur bedava;

Otomobillerin dışı,

Sinemaların kapısı,

Camekanlar bedava;

Peynir ekmek değil ama acı su bedava;

Kelle fiyatına hürriyet,

Esirlik bedava;

Bedava yaşıyoruz, bedava”

Orhan Veli’yi özel kılan, sınıfsal uçurumları bu kadar yalın anlatan ve yoksulluğu şiirinin merkezine koyan tavrıydı. Aşkları da, kedileri de, sokakta gezenleri de derin bir biçimde ayrıştıran yoksulluk Orhan Veli’nin şiirlerinden çıkıp çıkıp gelmektedir:

“Ama hepiniz, hepiniz…

Hepiniz geçim derdinde.

Bir ben miyim keyif ehli içinizde?

Bakmayın, gün olur, ben de

Bir şiir söylerim belki sizlere dair;

Elime üç beş kuruş geçer;

Karnım doyar benim de.”


Cımbızlı Şiir

Orhan Veli,  Melih Cevdet ve Oktay Rifat üç yol arkadaşıydı. Sadece şiirde değil, o şiiri savunuşta ve daha iyi bir dünyanın özleminde de ortaktı. Dönem, oldukça zor bir dönemdi. Faşizmin dünyada yükseldiği; devletin, aydınların ensesinde bittiği; dünyada sanatın ağır bir karamsarlıkla savrulduğu dönemlere girilmişti. Zaman zaman hüznü ve dönemin ağırlığını hissettiğimiz Orhan Veli yine de şiirlerinde alaycılığı hiç bırakmadı:

Ne atom bombası

Ne Londra Konferansı

Bir elinde cımbız,

Bir elinde ayna;

Umurunda mı dünya!” 

Döneminin sanatçı ve aydınları için de zor günlerdi. Orhan Veli’nin tartışmalarını ilk kez okuyanlar o dönemlerde kendisini çok merak ettiğinden “Ben Orhan Veli” şiirinde kendisini  anlattığı şiirde bile iktidara laf atmaktan geri durmamıştı:


duydum ki merak ediyormuşsunuz
hususi hayatımı,
anlatayım:
evvelâ adamım, yani
sirk hayvanı falan değilim.
burnum var, kulağım var,
pek biçimli olmamakla beraber.


ne İngiliz kıralı kadar
mütevazııyım
ne de bay celal bayar’ın
ahır uşağı kadar aristokrat.
ıspanağı çok severim.
puf böreğine hele
bayılırım.
malda mülkte gözüm yoktur.
vallahi yoktur.”

Sait Faik-Orhan Veli- Sabahattin Eyüboğlu


Dönemin Aydını Olarak Orhan Veli

Kanık, Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu’nda tercümanlık yapıyordu. 1947’de, Hasan Ali Yücel’in döneminden sonra, dönemin aşırı sağcı rüzgârının sirayet ettiği bakanlıktan istifa etti. Akabinde Orhan Veli, kendisi gibi işsiz kalan Bedri Rahmi Eyüboğlu, Abidin Dino, Necati Cumalı, Sabahattin Eyüboğlu, Oktay Rifat ve Melih Cevdet isimlerle “Yaprak”  dergisini çıkarmaya başladı. Muhalif bir dergi olarak Yaprak’ın politik, kültürel ve sanatsal anlamı büyüktü ve başta Orhan Veli olmak üzere yazarlar büyük fedakârlıklar gösteriyorlardı. Ancak yine de uzun ömürlü olamadı. Oysa Orhan Veli paltosunu ve hatta Abidin Dino’nun hediyesi olan resimleri bile satmak zorunda kalmıştı. Aydın sorumluluğunun  toplumda ses getirdiği dönemdi.

Orhan Veli Kanık,  yıkılan imparatorluğun son kuşağındandı. Bu kuşak, kendi içinden cumhuriyetin ilk aydınlar kuşağını da çıkarmıştı.  Dönemin solcu aydın tipi muhalif ve beş parasızlığı göze almış saygın bir karakterdi. Açlardan, yoksul ve işsizlerden bahseden; hatta eşitlik ve hürriyet isteyen sevdiği kadını şiirlerine işleyen Orhan Veli de bu gelenek içinde saygın bir yer edinmiştir. Sesi soluğu çıkmayan aydın ve sanatçılara da çatmaktan geri durmuyor, lafını esirgemiyordu. Hatta, savaş yıllarının orta yerinde bile şiirlerinde isyan dizeleri ve özgürlük özlemi eksik olmuyordu:

“Hakkınız var, güzel değildir ihtimal
Mübalâğa sanatı kadar
Varşova’da ölmesi on bin kişinin
Ve benzememesi
Bir motorlu kıtanın bir karanfile,
«Yârin dudağından getirilmiş».

Halktan yana üreten sanatçıların kolayca “komünist”likten hapsi boylayacağı yıllardı. Orhan Kemal,Nazım Hikmet,Sabahattin Ali… Sanatçılar, bu şiirlerin bir bedeli olduğunu biliyordu. Orhan Veli buna rağmen yazmaya devam etti. Hatta çalkantılı yıllarda geçen kısacık ömründe Nazım Hikmet’in serbest bırakılması için de 3 günlük açlık grevine katılmıştı. Bu, sanatçıların ülkede dâhil olduğu ilk dayanışma açlık greviydi. Orhan Veli, aynı yıl, 1950’nin kasım ayında, üzeri kapatılmamış bir çukura düştü ve iki gün sonra yaşamını yitirdi. Öldüğünde 36 yaşında gencecik bir şairdi. Cesur bir sanatçı kuşağın yaratıcı şairiydi.  Kısacık ömrüne şiirin, öykünün ve özgürlük düşünün tutkusunu sığdırmıştı.  Namuslu bir yürek işçisi olarak yaşama çok erken veda etti “Bir Garip Orhan Veli.” 

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı