Sosyalizm Kazanacak!
/ Devrimci Perspektif / Sınıf Hareketinin Karanlık Dönemi: 12 Eylül Darbesi – V.U. Arslan

Sınıf Hareketinin Karanlık Dönemi: 12 Eylül Darbesi – V.U. Arslan

on 12 Eylül 2016 - 16:56 Kategori: Devrimci Perspektif, Tarih, Türkiye Devrimci Geleneği, V. U. Arslan

12 Eylül 1980 Türkiye tarihinin en önemli dönemeçlerinden birisidir. Egemenlerin gerçekleştirmek istedikleri neoliberal modele geçişin önündeki en önemli engellerden birisi olan işçi sınıfı mücadelesini ve devrimci hareketi ezmek için başvurdukları 12 Eylül darbesi sonraki kuşakların hafızasında derin izler bıraktı. Darbeden sonra devrimciler ve işçi sınıfının örgütlü kesimleri üzerinde kurulan baskılar, işkenceler, idamlar ve zindanlar egemenlerin sol hareketi tümüyle yok etmek amacıyla kaçınmadan devreye soktukları araçlar oldu.

Emekçi sınıfları vahşi kapitalizmin en ağır saldırısına mahkum eden, ülkeyi bir işkencehaneye çeviren ve uzun yıllar gitmeyecek bir yılgınlık hissi bırakan 12 Eylül rejimi üzerinden geçen 39 yılın ardından bile öfkeyle anılmaya devam etmektedir. 12 Eylül’ün acıları onun yarattığı yıkımın altında kalan kuşaklar tarafından günden güne aktarılmaktadır. Yenilgi psikolojisi mücadeleye atılan veya devrimci mücadelenin içerisinde yer alabilecek yeni nesillerin bilinçlerinde de yer etmektedir. Bugün örgütlenmenin önünde duran en büyük engel bu psikolojidir ve bunun aşılması ancak 12 Eylül’ün siyasal sonuçlarının, yenilginin nedenlerinin tutarlı bir şekilde sorgulanabilmesinden geçmektedir.

1970’lerde kapitalizmin altın çağı sonlanmıştı. 1970’lerin ilk yarısında patlak veren bunalım döneminin ana hatlarını kar haddindeki azalma oluşturuyordu. Sermaye de stratejisini buna göre belirledi. Bu strateji gereğince “kemer sıkma” yani ücretlerin düşürülmesi, istihdam güvencelerinin gevşetilmesi, sosyal devlet harcamalarının geriletilmesi ve buna benzer yollarla kar haddinin toparlanmasını sağlanacaktı. Bir başka deyişle bunalımın yükü işçilere ödetilmeye çalışılıyordu. Bu politikaların uygulanması içinse işçi sınıfının eylemliğini kırmak şarttı. Sermayenin uluslararası niteliği ve krizin boyutları düşünülünce çözümün tek bir ülkeyle sınırlı kalması beklenemezdi. Kriz Latin Amerika’ya, Uzak Asya’ya da sıçradı. Dolayısıyla kemer sıkma ve uyum politikaları tüm dünyada yaygınlaştı. Neoliberal politikaların hayata geçmesi için burjuvazi tarafından uygulanan politikalar; Amerika ve Avrupa’da işçi örgütlerinin zayıflatılması ve uygulanan ideolojik kuşatmadan, Türkiye gibi ülkelerde 12 Eylül rejimine benzer rejimlerin –Şili’de Pinochet rejimi gibi- vahşi yöntemlerine kadar geniş bir yelpazeyi kapsar. Yani 1980’de Türkiye’de yaşananlar dünyadaki genel gelişmelerden bağımsız değerlendirilemez.

Kapitalizmin durgunluk eğilimi Türkiye’ye 1977’de sıçradı. Devlet desteğine dayalı, iç pazara dönük ithal ikameci sermaye birikimi modeli yerli sermayenin ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak bir hal almıştı. Uluslararası sermaye ve yerli sermayenin çıkarları Türkiye’nin emperyalist pazara tam entegrasyonundan geçiyordu. Ancak bu yeniden yapılanmayı, keskin dönüşümü işçi sınıfının yoğun mücadelesine rağmen gerçekleştirmek mümkün değildi. Bunun için gerekli sert müdahale 12 Eylül’de ordu tarafından gerçekleştirilecekti ve 12 Eylül darbesinin sınıfsal açıdan hangi noktada durduğunun en yalın ifadesi kendini Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Halit Narin’in şu ifadesinde bulacaktı: “Bugüne kadar biz ağladık onlar güldü; şimdi sıra bizde.” Yeni model tartışmaları 1978’in ortalarına doğru iyice ayyuka çıkmıştı. Bu yeni model çerçevesinde işçilerin sosyal haklarının geri alınması, ücret ve maaşlarda önemli ölçüde gerilemeye gidilmesi zorunluydu. Bunun yanında sınıf hareketi iyice yükselmişti ve sosyal haklarda böyle bir duraklamaya fiilen izin vermiyordu.
Türkiye’de sınıf mücadelesi 1960’lardan itibaren gözle görülür bir canlılığa ulaşıyordu. 68 hareketinin tüm dünyayı saran rüzgarı Türkiye'de de gençlik hareketinin tepe noktasına ulaşmasını sağlamıştı. TİP kurulup parlamentoya girmiş; işçi sınıfının yoğun mücadelesinin bir sonucu olarak DİSK kurulmuştu. 1970 yılında sendika bürokrasisini paniğe düşüren, burjuvaziyi sıkıyönetime başvurmak durumunda bırakan niteliğiyle 15-16 Haziran işçi sınıfının gücünü gösteriyordu.
Yükselen sınıf mücadelesini ve sol muhalefeti bastırmak için 12 Mart 1971’de askeri cunta devreye girdi. 12 Mart cuntası sola ve işçi hareketine kısmi darbeler vurmakla birlikte; devrimci hareketi tümüyle ortadan kaldıramadı. 12 Mart’tan sonra Bülent Ecevit'in yönetiminde CHP, sınıf mücadelesinin sistemin sınırları içinde tutulması için burjuva düzenin imdadına yetişti ve emekçi sınıflarla, kendisini devrimci addeden pek çok örgütün desteğini arkasına aldı. Türkiye solunun ve sendikaların da "katkısıyla" kısa bir süre içinde yeni görüntüsüyle emekçi kitleler için bir çekim merkezi,  bir "umut" haline geldi.

12 Eylül’e gelene kadar birtakım hamlelerle uluslararası sermayeye eklemlenme politikaları daha “yumuşak” metotlarla uygulanmaya çalışıldı. Bu durumun en başat örneği 24 Ocak kararlarıdır. Bu kararlar, neoliberal modele geçişi sağlayacak olan kararlardı. Ancak bu kararları hayata geçirmek için onun somut koşullarını da yaratmak; yani işçi hareketini ve solu ezip geçmek, etkisiz hale getirmek gerekiyordu. Sonuçta 24 Ocak 1980’de alınan kararlar 12 Eylül’e kadar ancak bazı tamamlayıcı düzenlemeler olarak hayata geçirilebildi. Bu kararlar asıl ifadesini 12 Eylül darbesiyle bulacaktı. Egemen sınıfın geçiş denemeleri zayıf adımlardan öteye geçemedi. Bunun üzerine mevcut durumda bu yeni ekonomik modelin uygulanamayacağı ve çarenin olağanüstü bir müdahalede olacağı netliğe kavuştu. Bu müdahalenin gerçekleştirilmesi durumunda egemenleri asıl düşündüren mesele işçi sınıfının ve devrimci örgütlenmelerin nasıl tepki göstereceğiydi. Bu tepkinin boyutlarını anlayabilmek adına egemen sınıflar 70’li yıllar boyunca bir dizi provokasyon, katliam, suikast örgütlemekten çekinmediler. Bazıları gizli kontra örgütlenmeler aracılığıyla, bazıları da faşist hareket maşa olarak kullanılarak gerçekleştirildi.

Bu provokasyonların ilk örneği Türkiye tarihinde en büyük işçi gösterilerinden birisi olan 1 Mayıs 1977 olarak gösterilebilir. Kontra örgütlenmelerin eliyle gerçekleştirildiği ayyuka çıkan katliam sonucunda 36 kişi katledildi. 16 Mart 1978’de Beyazıt’ta 7 devrimci katledildi. Yine faşistler eliyle 1978 yılında Bahçelievler’de 7 TİP’li, Maraş’ta ise 118 Alevi katledildi. DİSK Başkanı Kemal Türkler bu dönemde suikaste uğradı. Tüm bu saldırılara karşın, devrimci hareket ve işçi sınıfı mücadelesi üzerinde etkin olan sendikal bürokrasi yönlendiren siyasal hareketler tepkiyi örgütleyemedi. Darbe öncesi devrimcilerin tepkisinin ölçüldüğü son sınav da Fatsa deneyimiydi. Fatsa’daki yerel yönetim anlayışı egemen sınıfı son derece rahatsız ediyordu. Devlet Fatsa’yı düşürmek için düzenlediği operasyonda da en ufak bir direnişle karşılaşmadı.

İşçi sınıfına ve devrimcilere yönelik saldırı politikası 12 Mart’ın ardından sol hareketin yeniden toparlanması üzerine egemenler tarafından tekrar devreye sokuldu. Bu politikanın temel direklerinden birisini de faşist hareket oluşturuyordu. Faşizmin yükselişiyle bir yandan solun muhtemel bir darbe karşısında nabzı yoklanıyordu. Bir yandan da terör eylemleri ve kitlesel provokasyonlarla toplumda otoriter devlet beklentisi yayma çabası görülüyordu. İş imkanları faşist militanlara tahsis ediliyordu ve faşistler sendikal harekete ve işçi hareketine karşı silahlı güç olarak kullanılıyordu. İskenderun Demir Çelik, İzmir Aliağa Petrol Rafinerisi, Seydişehir Alüminyum Tesisleri ve İzmir Tariş gibi alanlar hep aynı tip faşist örgütlenmenin görüldüğü yerlerdi. Bir yandan da İstanbul Profilo’da görüldüğü türden faşist militanların fabrika dışında öncü işçilere silahlı saldırılar yönelttikleri durumlarda söz konusuydu.

Şiddetini gittikçe arttıran faşist saldırılara karşı solun yükselttiği mücadele programı ve biçimleri tutarlılıktan uzaktı. Bu mücadele biçimi sınıf hareketinden uzaklaşıyor ve siyasal bilinci ilerletici bir noktada durmuyordu. 1977 yılıyla birlikte artan faşist saldırılara sol; sınıf mücadelesini temel alan cevaplar vermek yerine, misilleme ve küçük grupların çatışmasına dayanan bir pratikle cevap veriyordu. Faşist yapılanmanın en güçlü olduğu alan kitleselliğe ihtiyaç duyulmayan bu sokak kavgaları iken, işçi sınıfının faşizme karşı mücadelesinde kullanması gereken güç, üretimden gelen gücüydü. Faşizme karşı sınıf savaşının yükseltildiği bir örnek 16 Mart katliamından sonra düzenlenen “Faşizme İhtar Grevleri ve Yürüyüşleri” idi. Bu eylemlikler faşist hareketi yaratan, besleyen burjuvaziye indirilen darbelerdi. Ne var ki DİSK bürokrasisinin eylemleri bitirme kararıyla burjuvazi ve faşist hareket rahat bir nefes aldı. Sınıf devreye girdiğinde faşizmin nasıl etkisiz hale geldiğinin görülmesine rağmen sol, esasında burjuvazinin ekmeğine yağ süren siyasal perspektiften yoksun mücadele yöntemlerini kullanmaya devam ediyordu. Egemenler, Özel Harp Dairesi bünyesinde oluşturulan kontrgerillanın, faşist çetelerin eliyle uygulanan terörü, bir sağ-sol çatışması olarak gösterdi. Emekçi kitleler tam anlamıyla terörize edilmiş ne pahasına olursa olsun can güvenliğinin sağlanabileceği herhangi bir çözüme razı hale getirilmişti. Sürüp giden faşist terör kampanyaları, katliamlar ve toplumun her yanını saran şiddet nedeniyle “huzur” bir ana problem haline gelmişti. Bu durumda ordunun yönetime el koyması “huzurun sağlanması” toplumun içine sürüklendiği bunalımdan çıkabilmesi için en yakın çözüm yolu olarak gösterildi.

11 Eylül’ü 12 Eylül’e bağlayan gece radyoda, Kenan Evren adına; “TSK’nın İç Hizmet Kanunu’ndan aldığı yetkiye dayanarak emir komuta zinciri içinde ülke yönetiminin bütününe el koyduğu” duyuruldu. İşçi sınıfı ve devrimci hareket için uzun sürecek karanlık yıllar böylece başlamış oldu. 23 bin 677 dernek faaliyetten men edildi; 650 bin kişi gözaltına alındı. 50 bin kişi siyasi mülteci olarak Avrupa’ya sığındı; 7 bin kişi için idam cezası istendi. 517 kişiye idam cezası verildi ve 50 kişi idam edildi. Yaklaşık 200 kişi işkence edilerek öldürüldü. Türk-iş dışındaki tüm sendikalar kapatıldı. İşçi sınıfı sistemli bir baskı temelinde apolitize edildi. 12 Eylül’ün hemen ardından 24 Ocak kararları uygulamaya kondu. Parlamentarizme geri dönüldükten sonra da işçi ve emekçilerin bunalımın tüm faturasını ödemesi demek olan bu kararlar sorunsuz biçimde uygulanmaya devam etti.
12 Eylül öncesinde elde edilen demokratik haklar ve örgütlü mücadelenin kazanımları 12 Eylül askeri darbesiyle geri alınmıştır. Patronlar, sınıf mücadelesi yükseldiğinde istediği her politikayı rahatlıkla uygulayamaz. Emekçilerin biraz daha sömürülmesi demek olan planlar işçi sınıfının direnciyle karşılaştığında burjuvazi kendi yasalarını da ihlal ederek türlü saldırılara başvurur.  Sömürü düzeni ortadan kalkmadan onun yarattığı katliamlar da, barbarlık da ortadan kalkmayacaktır. Maraş’ın, Gazi’nin, Sivas’ın, Türkiye’de emekçi sınıflara indirilmiş en büyük darbe olan 12 Eylül’ün hesabını sormak için yapmamız gereken sınıf mücadelesini yükseltmektir.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı