Sosyalizm Kazanacak!
/ Devrimci Perspektif / Marksizm ve Din II – Güneş Gümüş

Marksizm ve Din II – Güneş Gümüş

on 17 Ocak 2014 - 17:43 Kategori: Devrimci Perspektif, Din, Güneş Gümüş

17 Ocak, 2014

Marksizm ve Din I ‘i okumak için tıklayınız.

Dinin Ortaya Çıkışı

İlk olarak Marksizmin dünyayı temel algılayış yöntemi materyalizmi kısaca açıklayarak başlayalım:

“Bizim hareket noktamızı oluşturan öncüller… gerçek bireylerdir, bu bireylerin eylemleri ve – hem hazır buldukları hem de kendi eylemleriyle yarattıkları- maddi yaşam koşullarıdır… İnsanlar, kendi geçim araçlarını üretirken, dolaylı olarak, kendi maddi yaşamlarını da üretirler. İnsanların kendi geçim araçlarını üretiş tarzları, her şeyden önce doğada hazır buldukları ile yeniden üretmeleri gereken geçim araçlarının doğasına bağlıdır… Bu üretim tarzı… bireylerin belirli bir faaliyet tarzını, onların yaşamlarını ortaya koyan belirli bir biçimi, belirli bir yaşam tarzını temsil eder. Bireylerin yaşamlarını ortaya koyuş biçimi, onların ne olduklarını çok kesin olarak yansıtır…” “Yaşamı belirleyen bilinç değil, tersine, bilinci belirleyen yaşamdır.” (1)

Varlığın düşünceye, doğanın tine (yaratıcı diye de düşünülebilir) önce geldiğini savunan Marksizm açısından din ilahi bir ürün değil, “henüz kendi düzeyine erişmemiş ya da daha önce kendini yitirmiş olan insanın öz-bilinci ve öz-duyumu”ndan öte bir şey değildir. Marks ve Engels’e göre “insanı yapan din değil, dini yapan insandır.” Din, yabancılaşmış bir dünyanın ürünüdür: “Bu devlet, bu toplum, tersine çevrilmiş dünya-bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır.”, “Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen yanılsamalı güneşten başka bir şey değildir.” (2)

Dinin bütünsel bir öğreti olarak değil de sihirsel düşünüş şeklinde ilk ortaya çıkışı avcı-toplayıcı olarak yaşayan ilk insanlara kadar gider. Bu dönemde (beslenme, barınma gibi) maddi yaşamı yeniden üretmek konusunda belirleyici olan insan iradesi değil doğadır; doğanın yaratacağı tüm değişiklikler bütünüyle ilk insanların yaşamını etkileyecektir. İnsanın doğayla ilişkisindeki edilgen durumu onun doğaya dair düşüncelerini de belirlemiş ve doğada yaşananları anlamadığı ölçüde insanlar “kendi doğaları ve kendilerini kuşatan dış doğa hakkında en ilkel, yanılgılarla dolu tasarımlardan” sihirsel düşünüşü ortaya çıkarmışlardır. Engels, dinin önce doğa güçlerinin ve sonrasında tarihsel gelişim içinde toplumsal güçlerin insanın karşısında yabancı güçler olarak belirlemesine dayanan serüvenini şöyle dile getirir:

“…her din, insanların günlük yaşayışını egemenlik altında bulunduran dış güçlerin, onların kafalarındaki düşlemsel yansımalarından dünyasal güçlerin içinde dünya üstü güçler biçimine büründükleri bir yansımadan başka bir şey değildir. Tarihin başlangıçlarında bu yansımaya uğrayan ve gelişmenin devamında çeşitli halklar arasında çok çeşitli ve çok değişik kişileştirmelere bürünen güçler, önce doğa güçleridir… Ama az sonra, doğal güçlerin yanı sıra bir o denli yabancı ve başlangıçta bir o denli açıklanmaz bir biçimde insanların karşısında dikilen güçler olan toplumsal güçler de işe karışır ve onları doğa güçlerinin doğal zorunluluk görüşlerinin tıpkısı bir doğal zorunluluk görünüşü ile egemenlikleri altına alır. Başlangıçta içlerinde yalnızca doğanın gizemli güçlerinin yansıdıkları düşlemsel kişilikler, böylece toplumsal öznitelikler kazanır, tarihsel güçlerin simgeleri durumuna gelirler.”(3)

İnsanların maddi yaşamlarını üretim biçimlerinde meydana gelen köklü değişimler düşünüş ve inanış biçimlerinde de değişimleri beraberinde getirmiş; sınıflı toplumların başlangıcını işaretleyen neolitik toplumda insan üretim süreçleri üzerinde denetimi artırmasıyla birlikte düşünüşü de daha sistematik bir biçim almaya ve düşünüş süreçlerinin yürütücüleri toplumdan daha çok ayrıksılaşmaya başlamışlardır. Dinin kurumsallaşmaya başladığı bu dönem, tarihin ilk sınıfı olarak din adamlarının ortaya çıkışına tanıklık etmiştir. Sınıflı toplumların ortaya çıkışıyla birlikte karşısında yenik düşülen doğanın yanı sıra sömürenler olmaya başlamış ve kendilerini öğüten vahşi sömürü çarkları karşısındaki yetersiz kalan sömürülenler “yanılsamalı bir güneşin” etrafında dönmeye devam etmişlerdir.

İlahi bir gücün ürünü olarak sunulan din, her ne hikmetse(!), toplumsal değişim süreçlerinde değişmeden kalmamış; sihirsel düşünüşten kurumsallaşmış dine, çoktanrılılıktan monoteizme doğru ilerlemiş ve her zaman bu geçişler önemli tarihsel değişim süreçlerine eşlik etmişlerdir. Örneğin tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışı dünya imparatorluklarının kurulmasına eşlik etmiştir:

“Ekonomik toplumsal siyasal bütünleşme kent devletinden ulusal devlete geçerken kalabalıklaşan panteon, imparatorluğa geçerken baştanrı ve başlıca tanrılar dışındakiler önemlerini yitirecek kadar büyür. Bunun üzerine imparatorluğun gelişmesi döneminde merkezi iktidar erkini (biraz da yerel tanrılara hoşgörü, onların saygınlığından yararlanma, onları imparatorluk panteonuna alma yollarıyla) yaygınlaştırıp siyasal örgütlenişini geliştirerek iyice sağlamlaştırdıktan sonra, imparatorluk sınırları içindeki ülkelerde yönetim ve inanç birliği gereksiniminden dolayı tanrıların azaltılması süreci işlemeye başlar. Bu yolla ilkin baştanrıcılığın güçlendirilip, sonra tektanrıcılığa giden yolda tanrıların sayısının azaltılması eğilimi gelişir.” (4)

Nasıl ki din insanın hükmedemediği öncelikle doğa, sonra toplumsal güçlerin karşısındaki yetersizliğinin bir sonucu olarak ortaya çıktıysa insan bu güçler üzerinde egemenliğini kurduğu, dinin sunacağı yalancı sığınağa gerek duymadığı zaman da öyle yok olup gidecektir:

” toplum tüm üretim araçları üzerine elkonması ve planlı bir biçimde kullanılması aracıyla, kendini ve tüm üyelerini şimdilik kendileri tarafından üretilmiş ama karşılarına ezici bir yabancı güç olarak dikilen bu üretim araçlarının onları egemenlik altında tuttuğu kölelikten kurtardığı zaman; yani insan yalnızca önerir olmaktan çıktığı ama düzenleyici de olduğu zaman, -işte ancak o zaman dinde yansıyan son yabancı güç ortadan kalkacak ve böylece artık yansıtacak hiçbir şey bulunmaması yalın nedeniyle, dinsel yansının kendisi de ortadan kalkacaktır.” (5)

İslamiyet’in Tarihsel – Maddi Kökenleri

Her ne kadar dinleri yaratan maddi temelleri ele aldıysak ve bu gerçekler İslam dini açısından da geçerliyse de içinde yaşadığımız coğrafyada yaratıcının son ilahi ilkeler bütünü olarak beliren ve önemli bir güç haline gelen bu dinin tarihsel ve maddi kökenlerini ve söylemlerini özel olarak incelemek gereklidir.

İslam dininin ortaya çıktığı 7. yüzyılda Arabistan yarımadasının içinde bulunduğu bölgede iki büyük düşman imparatorluk büyük oranda hakimdi: Bizans ve İran’da Sasani (Pers) imparatorlukları. Bu güçler, 6. yüzyılın başlangıcından itibaren kendi aralarında uzun ve yorucu bir dizi savaş yaşamış, bu savaşların ve kendi içlerinde gelişen ayaklanmaların sonucunda zayıflamışlar ve güçsüzleşmişlerdi. 7. yüzyıla gelindiğinde bu çatışma ortamı, iki imparatorluk arasındaki önemli uluslararası ticaret yollarının harap olmasına ya da en azından bozulmasına ve dolayısıyla güvenilir olmaktan çıkmasına neden olmuştu. Doğudan gelen değerli malların Pers imparatorluğundan geçerek Bizans’a ulaşmasını sağlayan İpek Yolu’nda gelişen bu durum, ticaret yollarında bir güzergah değişimine yol açmış; Arabistan yarımadasındaki kervan yolları bu sayede büyük bir ticari değer kazanmıştı. Özellikle Avrupa ile Çin ve Hindistan arasındaki ticaretin rotasında Arap yarımadasının ağırlığını artıran bu kayma büyük kazançlar elde etme şansı sunuyordu. Ancak bu çıkarlar büyük oranda ticaret yollarının (kervan yolunun) güvenliğinin sağlanmasına bağlıydı ki bu da İslam öncesinde Arabistan yarımadasında kabileler arasındaki çatışmaların durulmasını gerektiriyordu. Önemli ticaret yolları üzerindeki Mekke ve Medine’de ortaya çıkan İslam dini, peygamberi Muhammed öncülüğünde işte tam da kabileler arasındaki bölünmüşlüğü aşıp birliği sağlama gereğinin belirdiği bir dönemde hayat buldu. Muhammed sadece İslam dininin değil Medine merkezli Arap aşiretlerinin tek bir devlet otoritesi altındaki birliğinin de kurucusu oldu. İslamiyet bu yeni oluşacak devletin ve onun içinde şekillenecek toplumsal yaşantının ilkelerini belirliyordu.

İslam dini tarihsel gelişimi içinde devamlı bir değişim içinde olmuş; böylece de farklı çağ ve toplumlarda varlığını devam ettirebilmiştir. Kabile yaşantısının hakim olduğu ilk dönemlerde adalet vurgusu ağır basarken devletleşmenin tamamlanması ve artan yayılmacılık sonucu oluşan imparatorlukla birlikte değişen ihtiyaçlara uygun söylemler peygamber hadisleri ve ulema yorumlarıyla tamamlanmıştır. İslam dininde de bütün dinlerin özünde var olan muğlaklıkla hem sömürülene hem sömürene hitap eden yanlar bulmak mümkün olsa da terazinin bariz şekilde ağır basan yanı egemen sınıfların çıkarlarıdır. Bu konuya Kuran’dan ayetlerle açıklık getirelim.

İslamiyet, döneminin sömürü ilişkilerinin aldığı en acımasız biçim olan köleliğe karşı çıkmadığı gibi dinsel olarak onları özgür insanlarla eşit de görmez: “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu?” (Nahl 16:75). Tanrı’ya eş(şirk) koşmanın özgür insanların köleleriyle kendilerini ortak/eş saymasına benzetilmesi, insanlar arasındaki eşitsizliğin aldığı en acımasız biçim olan köleliğin meşru görüldüğünü ortaya koyar: “Allah, size kendinizden şöyle bir örnek getirdi: Kölelerinizden, verdiğimiz rızıklarda sizinle eşit haklara sahip olan ve birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekindiğiniz ortaklarınız var mı?” (Rum 30:28)

Kuran’da hem zengin hem de yoksullardan bahsedilmekte; yani zengin ve yoksulun, toplumsal eşitsizliğin varlığı kabul gördüğü gibi devamına da bir itiraz bulunmamaktadır. Bazı ayetlerde “Allah, dilediğine kat kat verir.” (Bakara 2:261), “Dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” (Al’i İmran 3:27) tarzındaki ifadeler yaratıcının isteği doğrultusunda zenginleşildiğini söyleyerek mülk sahiplerinin konumları meşrulaştırılmaktadır: “Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl 16:97) İslam dininde yaratıcı tarafından insanlar arasında eşitsizlik oluşturulduğu da söylenilmektedir: “Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, (çeşitli alanlarda) kimini kimine, derece derece üstün kıldık.” (Zuhruf 43:32) İslam’da zenginleri mal mülk meraklıları olarak tasvir eden ayetlere rastlanabilir: “Zalim olanlar ise yalnız kendilerine verilen refahın ardına düştüler.” (Hud 11:116) İslamiyet’te bir yandan da zengin ve yoksulu bir tutan ifadeler bulunmaktadır: “(Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.)” (Nisa 4:135) İslam dininde yoksuldan yana söylemler de yer almaktadır: “Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar. Durum böyle iken Allah’ın nimetini inkâr mı ediyorlar?” (Nahl 16:71) Burada belirtmek gerekiyor ki zenginlere ellerinin altındakilerden yoksullara fitre ve zekatla vermesi önerilse de bahsedilen dağıtımın malın 1/40’ı olduğu düşünüldüğünde yoksul ve zenginin eşit olmasının hiçbir şekilde mümkün olmadığı ortaya çıkmaktadır. İslamiyet’te yoksula düşen görev; isyan etmeden, dünya hayatının çilelerini bir sınav olarak görüp sabırla, itaatkar ve kanaatkar şekilde öbür dünyada hesaplaşmayı beklemektir: “Sizin yanınızdaki (dünya malı) tükenir, Allah katındakiler ise bâkidir. Elbette sabırlı davrananlara yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.” (Nahl 16:96) Zenginlere ise bu dünyada zevki sefa içinde yaşarken dişin kovuğuna dokunmayan hayırseverliklerle cennetin kapıları da açıktır. Ancak yine belirttiğimiz üzere diğer dinler gibi İslamiyet de ezen ve ezilene hitap eden söylemleri birarada içermekte, iyilik- hayır için çağrı yapıp faaliyet gösterenleri öven ifadelere yer vermektedir: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar; kurtuluşa erenlerdir.” (Al’i İmran 3:104)*.

Son olarak Engels’in İslam üzerine şu değerlendirmelerini verirken tariflediği süreçlerin bugünü de anımsattığını söylemeden geçmeyelim:

“İslam dünyasının ayaklanmaları, özellikle Afrika’da garip bir karşıtlık oluştururlar. İslamiyet, doğuluların, özellikle de Arapların yani bir yandan ticaret ve sanayiyle uğraşan kentlilerin, öte yandan göçebe Bedevilerin ölçülerine göre oluşmuş bir dindir. Ama bu dinde periyodik bir çatışmanın tohumu vardır. Zenginleşen ve tantanalı bir yaşayışa kavuşan kentliler, ‘yasa’ya uymada gevşeklik gösterirler. Yoksul ve yoksullukları nedeniyle katı töreleri olan Bedeviler, bu zenginliklere ve bu zevklere arzu ve açgözlülükle bakarlar. İmansızları cezalandırmak, dinsel törenler yasasını ve esas imanı yerleştirmek ve ödül olarak imansızların servetlerine el koymak için bir peygamberin, bir mehdinin yönetiminde birleşirler. Kuşkusuz, yüzyıl sonra cezalandırdıklarıyla aynı noktaya varırlar; yeni bir temizlik gereklidir… İran’daki ve başka İslam ülkelerindeki karışıklıklarda da böyle ya da hemen böyle oldu. Bunlar dinsel bir kılıf taşımalarına karşın, ekonomik nedenlerden doğan hareketlerdir. Ama başardıkları zaman bile, ekonomik koşullara dokunmuyorlar. Dolayısıyla, hiçbir şey değişmiyor, çatışma periyodik duruma geliyor.” (6)

Dine Karşı Mücadele

Marksistler, sınıf bilincinin yoksunluğuna delalet dini kişisel bir konu olarak ele almazlar. Sömürülenlere boyun eğip sabırla öteki dünyada rahata ermeyi öğütleyen din, sadece kitleleri pasifize etmekle kalmaz, sömürü sistemlerini de verili kabul ederek kitleler gözünde meşrulaştırmaya hizmet eder. Dolayısıyla dinle, “halkın üzerine indirilen koyu sisle” mücadele sömürü sistemlerine karşı mücadelenin de bir parçasıdır:

“Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, dinin aylasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisi anlamına geliyor.” (7)

Modern dinler, kitlelerdeki cahilliğin bir sonucu olmanın ötesinde sadece doğa değil sömürü sistemleri karşısındaki çaresizliğin de bir dışavurumu olduğuna göre** dine karşı mücadele salt propaganda ile yürütülecek bir çalışmaya indirgenemez. Kitleler ancak sınıf mücadeleleri ile, sömürücüleri alt edecek gücü kendilerinde bulduklarında ve sermaye düzenine karşı örgütlü, birleşik ve organize şekilde savaşımlarını yürütmeyi öğrendiklerinde, artık dinin yalancı güneşinin değil kendi mücadelelerinin güneşinin etrafında dönmeye başlarlar. Bu nedenle işçi sınıfının devrimci öncüsü ateizm propagandasını proletaryanın sınıf savaşımının gelişmesi görevine bağlı kılarak yürütmekle yükümlüdür.

Unutulmamalıdır ki inançlı işçileri devrimci saflara kazanmanın yolu kuru

bir ateizm propagandasından değil, sınıf savaşımının ilerletilmesi ile proletaryanın kendi mücadelesinin gücünün farkına varması ve kendi sınıf bilinciyle dünyayı kavrayışını yeniden kurmasından geçmektedir.

Marksizmin temel önermesi “tarihin, dinin, felsefenin ve bütün öteki teorilerin devindirici gücü, eleştiri değil, devrimdir.” olduğuna göre işçi sınıfının devrimci partisi de proletaryanın sınıf bilinciyle yürüteceği kendi mücadelesiyle aydınlatabileceği bilinciyle hareket eder. Bu nedenle de proleter devrimcileri açısından “ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir.” (8)

Marksistler proleter kitlelerdeki dinsel önyargıları kırmanın yolunun propaganda faaliyetlerinden öte onları sınıf mücadelesinin bir parçası yapmak olduğunun bilinciyle asla tanrıtanımazlığın kabulünü parti programına koymamışlardır. Dinsel inançlarını devam ettiren işçilerin partiye katılmalarını engel olabilecek böyle bir şart koşmayı bırakın proletaryanın devrimci partisi olarak “Tanrıya inançlarını koruyan işçileri Sosyal-Demokrat Partiye yalnızca kabul etmekle kalmamalı, onları özellikle kaydetmeye koyulmalıyız; onların dinsel inançlarının birazcık bile incitilmesine kesinlikle karşıyız, ama onları programımızın özüyle eğitmek için kaydederiz, programımıza karşı onların etkin bir savaşımına izin vermek için değil.” (9) perspektifine sahiptirler.

 

(1) Marks, K., Engels, F., Alman İdeolojisi, Ankara: Sol Yayınları, 2008, s.38-9, 46.

(2) Marks, K., Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Ankara: Sol Yayınları, 1997, s.191-3.

(3) Engels, F., Anti-Dühring, Ankara: Sol Yayınları, 2003, s.444.

(4) Şenel, Alaeddin, İlkel Topluluktan Uygar Topluma, Ankara: Bilim ve Sanat, 1995, s.267.

(5) Engels, F., age., s.445-446.

(6) Engels, F., İlkel Hıristiyanlığın Tarihine Katkı, Din Üzerine, Ankara: Sol Yayınları, 2002, s.294’deki dipnot.

(7) Marks, K., age., s.192.

(8) Lenin, Sosyalizm ve Din, Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları, 1994, s.13.

(9) Lenin, age., s.30.

 

* Örneğin bu ayet pekala, Kara Panterler örgütünün efsanevi liderlerinden Dhoruba Bin Wahad’a da ilham verdiği gibi düzenin haksızlıklarına karşı mücadele bayrağını açan sol söylemli İslamcı muhaliflere de hitap edebilir.

** “Bugün en derin din kökü, işçi sınıfının toplumsal olarak ayaklar altına alınmış olması durumu, ve sıradan işçiye en korkunç acı ve en yabanıl işkence ile, savaşlar, depremler vb. gibi en olağanüstü olayların çektirdiklerinden bin kat daha zalimcesine her gün, her saat çektiren kapitalizmin gizli güçleri karşısındaki görünüşte tümüyle çaresiz olması durumudur.” (Lenin, Sosyalizm ve Din, s.26) “Tıpkı yabanıl insanın doğaya karşı savaşımındaki güçsüzlüğünün tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzerlerine inanmaya yol açması gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı savaşımlarındaki güçsüzlüğü, kaçınılmaz olarak, ölümden sonra daha iyi bir yaşam inancına yol açar.” (Lenin, age., s.10)

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı