Sosyalizm Kazanacak!
/ Kültür-Sanat / Kelebeğin Rüyası: Hollywood'a Adanmış Bir Filmde Doğu Hikayesi

Kelebeğin Rüyası: Hollywood'a Adanmış Bir Filmde Doğu Hikayesi

on 13 Eylül 2014 - 01:27 Kategori: Kültür-Sanat

Yılmaz Erdoğan’ın son filmi Kelebeğin Rüyası, şu anda sinema salonlarında kendisine seyirci aramakla meşgul. 1940’larda geçen bir dönem filmi olan hikâye, genç yaşta veremde ölen şairler Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun hayatını ve onların edebiyat öğretmeni Behçet Necatigil’i anlatıyor.

Film 1940’larda geçince 2.Dünya Savaşı’na ve onun ülke içinde yarattığı uygulamalara değinmeden olmaz, diye düşünebilirsiniz. Ama filmde bu kısımlar üstü kapalı bir şekilde geçiştirilmiş. Peki, filmde ne var? 1940’ların Zonguldak’ı, maden ve maden işçileri, zorunlu çalışma kampları, savaşın yarattığı yoksulluk ve açlık, verem, şiir, aşk ve sefaletle birbirine kenetlenmiş dostluklar…

Filmin içindeki öğeler bu şekilde arka arkaya sıralanınca zihinlerde etkileyici bir hikâyenin kareleri canlanıyor. Asıl acıklı olan da bu kadar tarihsel öğenin Hollywood filmi havası yaratılma kaygısıyla heba edilmesi.

Zonguldak Maden İşçileri ve Zorunlu Çalışma Kamplarının Geçmişi

Maden işçilerinin çalışma koşulları ve ölümle karşı karşıya geldiği iş cinayetleri anlatmakla bitmez. Yeraltının isimsiz insanları, ülke tarihi boyunca birçok edebiyatçıyı ve şairi işçi sınıfının hikâyesini anlatmaya zorlamış, kendi tarihini kömürü zorla kayadan söker gibi yine kendisi yazmıştır. 90’larda Zonguldak’tan başlayan ve ülkeyi sarsan Büyük Madenci Yürüyüşü de bu tarihin en güzel destanıdır.

1941’de Zonguldak’ta başlayan hikâye ise, daha çok zorunlu çalışma yasası ve uygulaması kamplarla madene indirilen köylülerin hikâyesine odaklanmış. Odaklanmış demeyelim de, bu malzeme filme baharat olarak eklenmiş.

2. Dünya Savaşı, etkisi yıllarca ortadan kalkmayacak şekilde Avrupa’yı bir baştan bir başa parçalarken, savaşın dışında kalan ülkeler de kendine bir taraf seçip, savaş gidişatına göre saf tutmayı beklemekteydi. Bu dönemde ise Türkiye’de CHP’nin tek parti iktidarının yaşandığını, hükümette ise Nazilere nasıl bir sempati beslendiği malumunuzdur. 1938’de hükümetin Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu, Nazi hayranlığını gizlemeyen ve her fırsatta Nazizm fikrinin ‘Yüce Türk Ulusu’ uyarlamasıyla ülke içine palazlayanların başında gelmektedir. Hatta daha önce hükümette Eğitim Bakanlığı yapan Saraçoğlu’nun savaştan hemen önce neden bu konuma getirildiği, aynı dönemde Almanya Ankara Büyükelçisi olarak atanan Franz Von Papen’in kimliğinde gizlidir. Franz Von Papen, Hitler’in iktidara gelmesini hazırlayan Alman bürokratlarının en önemlisidir. (Bu şekilde Almanya’nın Türkiye’yi savaş sırasında sokmak istediği rolün önemine de dikkat çekmeden geçmeyelim.)

Nazilere karşı sempati sadece savaş sonrasında oluşacak zafer ortamını beklemekle kalmamakta, savaş sırasında Almanya’nın askeri ihtiyaçlarının ülke içindeki kaynaklardan temin edilmesine kadar uzanmaktadır. Aynı Saraçoğlu, 1942 yılında İnönü tarafından hükümeti kurmakla görevlendirilecek ve meclisten okuduğu hükümet programında “Biz Türk’üz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. Biz azalan veya azaltan Türkçü değil, çoğalan ve çoğaltan Türkçüyüz. Ve her vakit bu istikamette çalışacağız.” diyecektir.

Vedat Türkali, Güven adlı romanında bu dönemde Şükrü Saraçoğlu ve şürekasının Nazilere verdiği manevi ve maddi desteği, ülke içinde muhalefete yönelen baskının yansımalarını ve Cumhurbaşkanlığı koltuğunda tarafsızlık maskesi takınarak sessizliğe gömülmüş İnönü’nün ikiyüzlülüğünü çok iyi anlatmaktadır. Nazilere özenmenin en korkunç yöntemlerinden biri de ülke tarihinde yine Saraçoğlu ile anılacak olan Zorunlu Çalışma Kampları uygulamasıdır. İlk olarak 1933’te İmralı’da hayata geçirilen uygulama, ıslah edilebilecek mahkûmların İmralı’ya yeni inşa edilen devasa cezaevinde barınarak, korkunç yöntemlerle çalıştırılmasına dayanıyordu. Daha sonra başka yerlerde denenecek bu uygulama; Zonguldak’ta da ilk önce mahkûmların madene indirilmesi ile başlamış, filmde göreceğimiz şekilde, evlerinden ve ailesinden koparılan köylülerin madenlere tıkılması ve Nazilerin toplama-çalışma kampları uygulamasının benzerlerine kadar vardırılmıştır.

(Aynı Çalışma Kampları, 1942’de kabul edilen Varlık Vergisi ve Ermeni Sürgünü ile tekrar ülkenin azınlıklara yönelen kanlı tarihine kazınacaktır.)

Tarihsel dönemin resmini çizdikten sonra tekrar filme dönmek gerekirse. Filmde anlatılan Çalışma Kampları ve köylülerin durumu, uygulamanın arka planına bakmadan, insan olduğundan bile şüphe edilecek şekilde yansıtılan köylülerin durumuna acıma şekline indirgenmiştir. Köylüler zorunlu çalışmaya itilirken, ülke içinde muhalefetin nerede olduğu ve askerlerin idamlık mahkûm gibi madenlere tıktığı köylülere acımayla bakan halkın neden sesini yükseltemediği Y. Erdoğan’ın dert edip anlatacağı bir hikâye değildir elbet. Ama insan, en azından bu uygulamaya maruz kaldığı için malzeme edilen insanlar, bu kadar korkunç resmedilmeseydi demekten alamıyor kendini.

Savaşla Gelen Yoksulluk, Sefalet, Verem ve Salgın Hastalıklar

Filmde anlatılan hikâye ile anlatmak için kullanılan materyalin zıtlığına daha önce de değinmiştik. Bu kadar sefaletle anılan bir dönemin Hollywood tarzı zengin stüdyolarda çekilmesi ve her yandan bir bolluğun akması ve kusursuz bir güzelliğin resmedilmesi en kibar şekliyle tam bir saçmalık hissi veriyor. Ama şairlerin hayatları ile veremin bu hayata nasıl dâhil olduğu çok silik de olsa yoksullukla bağlanmaya çalışılmış. Bir yandan da yoksulluğun-sefaletin savaşla bağlantısı, savaşın sadece bir kelime olarak anılması dışına çıkamamış. Bir yandan inanılmaz bir lükse ve zenginliğe sahip hikâyenin asıl kahramanı Belediye Başkanı’nın kızı ile bir yandan şairler ve genel olarak halkın sefaleti aynı hikâyede anlatılmasına rağmen; birbirinden kopuk, alakasız ve havada asılı kalakalmış. Haksız ve emeksiz zenginliğe öfke şair Rüştü Onur’un ağzından bir cümleyle dökülürken, zengin ama iyi yürekli kızın bir davranışıyla aklanıvermiş.

Bu açıdan bakıldığında daha önceden Vizontele gibi yapımlara adını yazmış Y. Erdoğan’ın yükseldiği sınıfsal konuma oranla nasıl hikâyeler yaratabildiği ve tabii ki kendi isminin anılması için hangi kulvarlara gözünü diktiği de ortaya çıkmış oldu.

Şiir ve şairlere birkaç kelimeyle değinmek gerekilirse, Behçet Necatigil’in şiir gelişimi Kemalizm’e övgülerle başlarken; yoksulluğa, sefalete ve sınıf çelişkilerine öfke ile gelişerek değişmiştir. Ama yine de bir aşk şairi olarak anıldığını söylemekte yarar var. Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun kısacık hayatlarına sığdırdıkları şiirlere bakarak; sürekli kapıda bekleyen ölümün izini, ama bir yandan da yaşamın ve yaşamak istemenin ifadelerini görmek mümkün. İkisinin de şiirinde yoksulluğun izi ve öfkesi cesurca anlatılırken, aşkın ve sevginin neşesi kendini hissettirmektedir.

Oyunculuk açısından da tamamen görsellik ve şöhret kaygılarıyla başrole taşınan kadın ve erkek oyuncular kendi başarısızlıklarına gömülürken; yardımcı rollere yerleştirilen Mert Fırat ve Farah Zeynep Abdullah’ın zihinsel bir şölen sergileyip başrollerin üstüne basarak yükseldiğini söylemek abartı kaçmayacaktır.

0 YORUM YAP

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir