Sosyalizm Kazanacak!
/ Devrimci Perspektif / Erken Cumhuriyet Dönemi ve Din (II) – Güneş Gümüş

Erken Cumhuriyet Dönemi ve Din (II) – Güneş Gümüş

on 29 Mayıs 2015 - 14:49 Kategori: Devrimci Perspektif, Din, Gündem, Güneş Gümüş, Seçme Yazılar

Cumhuriyet rejiminin dinle ilişkisini değerlendirirken 1924-45 arası dönem radikal nitelikte bir evre olarak ele alınmaktadır. Ancak belirtilen dönem içindeki uygulamalara, kurucu kadronun açıklama ve yaklaşımlarına bakıldığında bu döneme aynı seyrini koruyan, homojen bir tavır atfetmek güçleşir. Kemalist rejimin bu süreç içinde de sonrasında da dinle çetrefilli (gitgelleri de içeren) bir ilişki olduğunu söylemek doğru olacaktır. Bu bağlamda Nur Betül Çelik, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem” adlı makalesinde Kemalist rejimin din konusundaki farklı stratejilerini tarifleyerek yeni bir değerlendirme çerçevesi sunmaktadır.

Nur Betül Çelik, Kemalist rejim açısından dinin konumunun kararsız ve muğlak olduğunu; bu durumun da rejimle Müslüman yurttaşlar arasındaki gerilimli ilişkiden kaynaklandığını belirtmektedir. Çelik, “Kemalist laiklik söylemi, bir yandan İslam’a karşı kuşkucu davranır ve dinin toplum hayatındaki rolünü sınırlamaya çabalarken, öte yandan da meşruiyetini sürekli baltalayan, yurttaşlarının kimliklerini inançları temelinde tanımlamakta oldukları gerçeği karşısında kırılgan” (2004: 86) olduğunu ifade etmektedir. Çelik, Kemalist rejimin, yeni kimlik ve düzen yaratma iddiasının yurttaşlar nezdinde istediği karşılığı bulamamasından kaynaklanan gerilimi aşmak üzere din konusunda üç farklı söylemsel stratejiye başvurduğunu söylemektedir.

Çelik’e göre Kemalizmin din konusundaki stratejilerinden ilki “İslam’ı Cumhuriyet’in gerçek düşmanı olarak yadsıyan dışlayıcı bir mantığa dayanır” (2004: 87) ve köktenci bir din yadsımasını ifade etmektedir. Kemalist rejimin bu çerçevede değerlendirilebilecek politika ve söylemlerine çeşitli dönemlerde rastlamak mümkündür. 1929 tarihli Uyanış dergisinde CHP Tokat milletvekili Refik Ahmet Sevengil’in “Allah’ı da sultanla birlikte tahtan indirdik. Bizim mabedlerimiz fabrikalardır” (Tanör, 2006: 277) ifadesi dine yönelik radikal bir yadsımayı göstermektedir. Benzer örnekler rejimin önde gelenleri tarafından da sunulmuştur. Bir dönem İçişleri Bakanlığı yapan Şükrü Kaya 1934’te TBMM’de “Dinler işlerini bitirmiş, vazifeleri tükenmiş, yeniden uzviyet ve hayatiyet bulamayan müesseselerdir” ifadelerini kullanırken meclisten sözlerine bravo nidaları ve alkışlarla karşılık verilmesi de dine yönelik köktenci bir yadsımayı örneklendirmektedir (Tanör, 2006: 269). Mustafa Kemal’in kendisinin de 1 Kasım 1937 yılında “bu (CHP programındaki) prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.” şeklindeki sözleri dine yönelik sadece dışlamayı değil reddiyeyi de göstermektedir.

Kemalist rejimin dini dışlamasının en çarpıcı biçimini din eğitiminin hasıraltı edilmesi, cami açılmaması, imam yetiştirecek okulların kapatılması gibi pratiklerde görmek mümkündür. Rejim, 1927’den başlamak üzere 1935’e kadar kademeli olarak din eğitimini okullardan kaldırmış; talep olmadığı söylemiyle imam hatip okulları ve ilahiyat fakülteleri de 1930’lar itibariyle kapatılmıştır. “Din eğitiminde 15 yıl kadar süren boşluk (devletin bizzat eğitim vermemesi, örgütlü olarak verilmesine de pek izin vermemesi)… hac ziyaretlerine döviz ayrılmaması, bazı cami ve mescitlerin hizmet dışı bırakılması, türbelerin kapatılması, dinsel yayınların kısıtlanması vb.” (Tanör, 2006: 287) yönünde politikalar dinin reddiyesinin sert örneklerinden olmuştur.

Çelik’e göre kullanılan ikinci strateji ise “dini bütünüyle yadsımak yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin herhangi bir inancı resmi din olarak tanımasının laiklik ilkesi gereği mümkün olmadığını vurgulayarak, dinin alanını sınırlamaya yöneliktir” (2004: 87). Bu strateji dinin alanını dünyevi işleri içermeyecek şekilde sınırlandırılması kadar dinin hurafeler, mitler ve dogmalardan kurtarılarak kabul edilebilir bir biçime getirilmesi çabalarını da içermektedir. Bu stratejinin “din devlet işlerine karışamaz, ama devlet din işlerine karışabilir, bunları düzenleyebilir ve denetleyebilir” biçiminde okunması da yanlış olmayacaktır.

Mustafa Kemal’in “Din, bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor;; kasta ve fiile dayanan taassupkar hareketlerden sakınıyoruz.” ve “Din lüzumlu bir kurumdur. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.” (Atatürk, 2012: 340 ve 337) sözleri de dini yok saymadan onu vicdan alanına sevk etme isteğini göstermektedir.

Kemalist rejim, dini maneviyat meselesi olarak ele almak ve böyle konumlamakla yetinmemekte; dini kabul edilebilir (cumhuriyet rejimine uygun) hale getirilmesine yönelik adımlar da atmaktadır. İslam dininin Kemalist ulus-devlete uygun hale getirilmesi bağlamında 1928’de Fuat Köprülü başkanlığında bir komisyon oluşturularak İslam dini reforma tabi tutulmaya girişilmiştir. Bu komisyonun çalışmaları sonucunda dinin ıslahı adına namaz ve ezanın Türkçeleştirilmesi, camilere oturmak için sıraların yerleştirilmesi, camiye ayakkabı ile girilmesi ve camide müzik çalınması gibi teklifler getirilmiştir. İslam’ı Protestanlaştırmaya yönelik bu teklifler ciddiye alınıp yaşama geçirilmese de 1932’de ibadetlerin Türkçeleştirilmesi hayat bulmuştur. Maarif Vekilliği de yapan Dr. Reşit Galip’in “Müslümanlık: Türk’ün Milli Dini” kitabına kaynaklık eden tezi ile Gökalp’in Osmanlı dönemindeki bu yöndeki projeleri ibadetin Türkçeleştirilmesinde etkili olmuştur. Galip, İslamiyetin Türklere has bir formunu üreterek dinin millileştirilmesini hedeflemektedir.

Kemalist rejimin dine yönelik müdahaleleri dini ibadetin biçimiyle sınırlı değildir; dinin içeriğinin biçimlendirilmesine dair de çaba gösterilmiştir. Din dersinin eğitim müfredatının içinde yer aldığı 1935’e kadar din derslerinde okutulacak kitaplar aracılığıyla “cumhuriyet çocuğunun” dini algısı şekillendirilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda Abdülbaki Gölpınarlı’nın (soyadı kanunu öncesinde Muallim Abdülbaki olarak geçen) hazırladığı Cumhuriyet çocuğu için din kitaplarında İslamiyet’in “makul bir din” olacak şekilde genç kuşaklara sunulmasının örneklerini bulmak mümkündür. 1929-30 öğretim yılına ait 5. sınıflar için din kitabında Cumhuriyet rejiminin laikliği İslam dininin bir parçası olarak anlatılmaktadır: “Dünya işlerini, milletin iradesi için konulan kanunlar tayin eder. Beşeri muameleler, bu kanunlara tabidir. Bu muamelelerin din ile alakası yoktur. Beşeri işlerde akıl ile ilim hakimdir. İslam dini dünyaya ait işlerde aklın ve ilmin hakimiyetini kabul eder” (Abdülbaki, 2012: 83). Bireyin dinsel ibadetinin nasıl olması gerektiğinin sınırları da çizilmektedir:  “Peygamber’i, boyun namaz kılar, oruç tutar, dua ederdi zannedenler yanılırlar. Namaz kılardı, fakat daima değil. Orucu da öyleydi” (Abdülbaki, 2012: 74).

Din kitaplarında ibadetin hangi dilde gerçekleşeceğine de yer verilmiştir: “Bir Türkün, anlamını bilmediği, anlamadığı Arapça ile Allah’a hitap etmesi, adeta papağanın konuşmasına benzer. Böyle bir hitap, böyle bir dua, elbette ruhtan doğmaz. Allah’a karşı samimi olmak, bütün duygularımızı, isteklerimizi, duyduğumuz, istediğimiz gibi söylemek için mutlaka Türkçe söylememiz, kendi anadilimizle hitap etmemiz lazımdır” (Abdülbaki, 2012: 101).

Din açısından iyi bir insan olmak bir yandan vatana hayırlı olmaya bağlanmakta diğer yandan da vatanın varlığı dinin var olmasının koşulu olarak dillendirilerek dinsel inanç milli kimliğin ikincil bir öğesi, destekleyicisi olarak sunulmaktadır:  “Türk milleti, bağımsız bir millet olmasa, ne hayır yapacak paramız kalır, ne de hayrı emreden dinimiz. En büyük hayır, vatana yapılmalıdır. Vatan, eski kafalı kör bağnazların zannettikleri gibi, dua ile korunmaz” (Abdülbaki, 2012: 53).

Nur Betül Çelik (2004: 87), Cumhuriyet rejiminin üçüncü stratejisi olarak “İslam değil; fanatikler ve fanatiklik reddedil”mesinden bahsetmekte ve bu stratejinin ikincisine yakınlığına işaret etmektedir. Bu strateji bağlamında inançları sömürenlere karşı sert bir söylem geliştirilmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın hazırladığı din kitaplarında dinsel fanatizme karşı çokça ifade bulmak mümkündür; genellikle de İslam dini ile fanatizmin, bağnazlığın bağdaşmadığı vurgulanmaktadır:  “İslamlık bağnazlığı yasaklar.”; “Müslümanlık, bağnazlık yolu değil, yenilik ve medeniyet yoludur.”; “Din sahtekarları, halkı aldatmak için, medeniyetin, ilerlemenin aleyhinde bulunurlardı” (Abdülbaki, 2012: 46, 68 ve 71).

Dinsel inançlar kabul görürken fanatizmin hedef tahtasına konulmasının örneklerini edebiyat yazınında da görmek mümkündür. Abdullah Özpolat’ın Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece (1928) ve Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye (1926) romanları üzerinden tartışma yürüttüğü “Bir ulus yaratmak: Erken dönem cumhuriyet romanında din adamının temsili” makalesi edebiyat dünyasında yansımasını bulan bu anlayışı anlatmaktadır. Özpolat, çalışmasında erken Cumhuriyet dönemine ait olan bu iki romanda din adamları ile öğretmenin yansıtılmasındaki karşıtlığı ele almakta ve bu eserlerde dar kafalılığın, geri kalmışlığın örneği olarak sunulan din adamına karşı ilerlemenin, modernleşmenin öğretmende sembolleştiğini ifade etmektedir (2012: 2473). Bu romanlarda dinsel yobazlığın, fanatizmin taşıyıcısı olarak çizilen din adamı birçok kötü özelliği (çıkarcılık, işbirlikçilik, düzenbazlık gibi) taşırken toplumun aydınlanması önünde engel olarak anlatılmaktadır. Öğretmen ise yenilikçilik, değişime açıklık, fedakarlık gibi iyi nitelikleri taşırken onun aracılığıyla ulus-devlet inşasının gerçekleşeceğinden dem vurulmaktadır.

Nur Betül Çelik’in Kemalizmin din konusundaki stratejileri rejimin bu konudaki salınımlarını göstermektedir. Ancak Çelik’ten farklı olarak, ikinci ve üçüncü strateji birbirinden ayrılmayı gerektirmeyecek kadar yakın ve bağlantılı olduğundan rejim açısından ikili bir salınım halinden bahsetmek daha uygun olacaktır: bir yanda daha radikal bir sekülarizm çizgisi (dinin yadsınmasını içeren) ile dinin kabulü temelinde onun ehlileştirilmeye ve de millileştirilmeye çalışılması. Cumhuriyet’in kurucu kadroları, tek parti iktidarı boyunca bu iki eğilim arasında gitgellerle din konusundaki tavırlarını oluşturmuşlardır. Bu eğilimlerin etkinliğine göre tarihsel bir dönemlemeye gitmek doğru olmayacaktır. Aynı dönem içinde, hatta aynı isimler tarafından bu iki farklı eğilimi yansıtan örnekler bulmak mümkündür. Hatta bu konunun ele alındığı bölümdeki alıntılar incelendiğinde bir eğilimi güçlü şekilde yansıtan ifadenin diğerine de açık kapı bıraktığını; kısacası aralarında geçişler olduğunu görmek mümkündür.

Eğreti Bir Kurum: Diyanet İşleri Başkanlığı

Türkiye Cumhuriyeti’nin en tartışmalı kurumlarından olan Diyanet İşleri Başkanlığı, 3 Mart 1924’te Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin yerine Başbakanlığa bağlı bir kamu kurumu olarak kurulmuştu. Fikir babalığını Ziya Gökalp’in yaptığı Diyanet, bir kamu kuruluşu olarak örgütlenmesi nedeniyle farklı tarafların eleştirilerini üzerine çekmiştir. Diyanet, Kemalist rejimin dini ehlileştirme yönündeki müdahalelerinde bir araç niteliğindedir:

“Diyanet İşleri Başkanlığı teknik bir kamu hizmeti kuruluşu olarak çalışıyor, rejimin talepleri doğrultusunda dinin kişileselleşmesine katkıda bulunuyordu. Yetkileri sınırlıydı, ruhani bir otoritesi yoktu. İslami kurallar öneremez, teolojik araştırma yapamazdı, dinsel mülk (vakıf) sahibi değildi. Kısacası DİB, laikleştirme politikasına dinsel meşruluk kazandırma görevi yüklenmişti. Bütçesi ve atamalarıyla tam bir devlet dairesiydi. Devlet, dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı DİB’yi kullanmaktaydı” (Tanör, 2006: 287).

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın faaliyetleri ibadet ve inanç alanına indirgenmiş; rejimin bu kurumdan beklentisinin iki yönde olmuştur: “’hurafelerden arındırılmış” dini bilgi ve kültür verme ile dinin devlete, cumhuriyet ideolojisine ve inkılaplara bir şekilde uzlaştırılması” (Kara, 2005: 190). Elmalılı Hamdi Yazır’ın Kuran tefsiri gibi Diyanet’in ortaya koyduğu eserler de bu amaca hizmet eder nitelik taşımakta; ibadetin Türkçeleştirmesine önemli katkılardan birisini oluşturmaktadır.

Diyanet’in kendisi Kemalist rejimin dinle kurduğu tek yönlü ilişkinin (din devlete karışamazken devletin dine müdahalesinin yaşandığı) bir örneğini sunmaktadır. Diyanet, rejimin isteklerine uygun şekilde hareket edip ürünler ortaya koyarken din politikasının belirlenmesinde neredeyse hiçbir etkiye sahip değildir. İbadetin Türkçeleştirilmesi ya da 1934’te Ayasofya’nın müze haline getirilmesi gibi önemli gündemlerde dahi Diyanet’e fikir sorma gereği hissedilmemiştir.

Yeni Cumhuriyet, Diyanet’i dine yönelik müdahalesinde bir araç olarak düşünmüş ve kendisi açısından kabul edilebilir bir dinin ortaya çıkmasında onun yardımlarından yararlanmıştır. Ancak bu kurum, bir yandan dini ehlileştirmeye çalışırken diğer yandan da dinsel inancı (hem de Sünni mezhebini egemen hale getirerek) kapsamanın aracı da olmaktadır. Bu durum, gelecekte farklı sonuçlara da kapı aralayacaktır: “Halifeliğin kaldırılması da, devlet katında Sünni damgasının son bulması anlamına gelebilirdi. Ne var ki DİB, Sünni öğretiyi esas aldığından bu gerçekleşmedi. Ama teknik hizmetler sunmaktan ileri gitmeyen sınırlı kapasiteli bir kuruluş olduğundan, tek parti döneminde bu sakınca kendini pek belli etmedi” (Tanör, 2006: 287).

1947 CHP Kurultayı

Erken Cumhuriyet dönemininin laiklik açısından dönemlendirilmesi yapılırken 1945 yılı daha yumuşak-ılımlı-pasif (nasıl ifade edilirse) bir laiklik anlayışına bir geçiş noktası olarak kabul edilmektedir. 1945, Türkiye tarihi açısından birçok açıdan dönüm noktalarını barındırır. Çok partili hayatın fiilen olmasa da resmen başladığı bu yıldan itibaren rejimin din konusundaki tavırlarında da kimi farklılaşmalar (yumuşama anlamında) Demokrat Parti dönemine geçmeden başlamıştır. Hatta laiklik konusunda rejimin kurucu partisi CHP içinden yükselen itirazlara 1945’den itibaren rastlamak mümkündür. 1945 yılında CHP içinde bir grup şu yönde değişimleri talep eden bir teklifte bulunmuştur: “1- Dünya işleri din işlerinden tamamiyle ayrılmış olan bir rejimde Diyanet İşleri Reisliği gibi bir teşkilatın yer almaması, 2- Kur’an ve din ibadetinin öztürkçe olarak tanzim ve tertibi. 3- İbadet yerleri Türk’ün geleneğine uygun bir tarza konularak Halkevlerinin ibadet yeri, ibadet yerlerinin de Halkevine benzer bir şekilde ifrağı. 4- Ruhbanlığın icabı olan her şeyin silinmesi ve ezcümle, sarık, cübbe gibi din tatbikatında kullanılan her nevi kıyafetin ilgası. 5-İbadet usul ve zamanların tanzimi. 6- Diyanet İşleri Reisliği yerine, Dil Kurumu’na benzer bir teşkilatın ikame edilerek, din teşkilatının devlet bünyesinden çıkarılarak millete mal edilmesi” (Sertel, 2009: 119).

Ancak rejimin din konusundaki tutumuna dair tartışmaların en ileri noktasına rejimin kurucu partisi içinden 1947’deki Yedinci CHP Kurultayı’nda varılacaktır. Kurultay’da din konusunda kimi tavizlerin parti programına dahil edilmesi talebi çok sayıda delege tarafından ifade edilecektir. Laiklik politikalarında değişiklik önerileri genel hatlarıyla, türbelerin halkın ziyaretine açılması, seçmeli din derslerinin eğitim müfredatına dahil edilmesi, ilahiyat fakülteleri ile imam-hatip okullarının yeniden açılması, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet kurumu olmaktan çıkarılması yönündedir.

Kurultay’da bu değişiklik önerileri kabul edilmese de CHP, kendi partisi içinden gelen ve de Demokrat Parti tarafından yaratılan basınç altında halkın desteğini kazanmak için, laiklik ve din konusundaki tavrını esneterek Kurultay’dan sonraki yıllarda bu önerileri yaşama geçirmiştir:

“1 Şubat 1949’da ilkokul programlarına ihtiyari din dersleri konmuştur. Gene 1949 yılı batında, imam-hatip kursları açılmıştır… İlk olarak sekiz ilde açılan kurslar sonraları imam-hatip okulları haline gelmişti. CHP iktidarının son aylarında, 1950’nin birinci yarısı içinde bazı önemli olaylara şahit olunur: 1- Din adamlarının idaresi tekrar Diyanet Reisliğine verilmiştir (Mart). 2- Meşrutiyet İslamcılarının tanınmış siması Şemsettin Günaltay, buhranlı bir safhada okuduğu hükümet programında İlahiyat Fakültesinin açılacağını bildirmiştir. Ankara Üniversitesi Senatosu 7 Ocak 1949 toplantısında fakültenin açılış kararını vermiştir. 3- CHP iktidarının üzerinde hayli tartışılan bir hareketi de 1925 tarihli tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına dair kanunun birinci maddesinin değiştirilmesi olmuştur. Değiştirilen kanun açılacak türbelerin listesini hazırlamayı Milli Eğitim Bakanlığı’na, listenin tasvibini de Bakanlar Kuruluna vermiştir. Mart ayında çıkarılan kararname ile de 19 türbe açılmıştır” (Sertel, 2009: 122-3).

Demokrat Parti döneminde CHP’nin bu adımları üzerine basılarak daha ileri de gidilecektir. Ancak Kemalist rejimin kurucu kadrolarından oluşan DP’nin de laikliğe bağlılığı devam edecek, sadece din konusunda yumuşama daha da artacaktır.

Sonuç Olarak

Nuray Mert’in de belirttiği gibi (“1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti; modern bir devlet olarak, öncelikle laiklik ve milliyetçilik ilkeleri üzerine kuruldu.”) rejimin kurucu ilkelerinden olan laikliğin başarısı, rejimin genel başarısı açısından da büyük önem taşımış; kurucu kadrolar tarafından da böyle değerlendirilmiştir. Bu bağlamda laiklik ve din konusunda Kemalist rejimin resmi ideolojisinin egemen ideoloji haline gelip gelemediği önemli bir tartışma konusudur. Kemalizmin laiklik anlayışı ve pratiği nedeniyle farklı kesimlerin eleştiri oklarını kendisine çekmekle birlikte bu konuda belli ölçüde bir başarı elde ettiğini söylemek gerekmektedir. Bu noktada Türkiye toplumunun dikkate değer bir kesimini oluşturan Alevilerin Osmanlı dönemindeki dinsel inançları üzerindeki baskı koşullarının Cumhuriyet’le birlikte ortadan kalkması nedeniyle laik düzenlemelerden hoşnut olmasının etkisi de göz ardı edilmemelidir. Hatta bu hoşnutluk, Sünni İslam anlayışını egemen dini inanç biçimine dönüştüren Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve hatta devletin tutumuna rağmen sürmüştür. Bunun yanı sıra bu dönemde toplumun önemli bir kesimin (başını öğretmen ve askerlerin çektiği devlet memurları; şehirli, eğitimli, nitelikli meslek sahipleriyle yeni zenginleşen orta-üst sınıflar) de laikliği içselleştirdiği görülmektedir[1]. İslamcı entellektüellerin laiklik üzerinden yürüttüğü tartışmaların açıktan bir reddiyeye girişmeden (militan ya da dışlayıcı laikliğe karşı pasif veya ılımlı laiklik karşıtlığı temelinde) laiklik modeli üzerinden gelişmesi de laiklik konusunda toplumsal olarak belli bir kabulün olduğunun göstergesi kabul edilebilir.

Kemalist rejimin belli ölçülerde laiklik ve dinin toplumsal-siyasal konumu konusunda başarılı olduğu söylenebilirse de yine de dini bireysel alana indirgenmeye çalışılırken ortaya çıkan boşluğu doldurmada başarılı olunamadığını belirtmek gerekir. Bu başarısızlık laiklik ve din konusunda daha geniş kesimleri massetmeye engel olmuştur. Şükrü Kaya ya da Halil Nimetullah Öztürk gibi unsurların önerileri doğrultusunda topluma yol gösterici olacak alternatif bir ahlaki, kültürel öğreti milliyetçilikten çıkarılamamıştır. Bu nedenle de din vatandaşların kimliklerini oluşturmasında en etkili unsurlardan biri olmaya devam etmiş ve tek parti dönemi sonrasında kendisine gelişecek daha çok filizlik bulmuştur.

Son olarak belirtmek gerekir ki Kemalist rejim dini tamamen dışlamamış, zaman zaman ona karşı derin bir umursamazlık ve yadsıma içine girse de vatandaşları bağlamında yok sayamayacağı kadar yer işgal eden dini genel olarak kendisine uygun şekilde yeniden biçimlendirme (ehlileştirme, millileştirme) eğilimi baskın olmuştur. Tek parti döneminden sonra dinin alanı daha çok genişlese de (devletin bir dinsel inançtan -Sünni İslam- yanalığı temelinde şekillenmiş) laikliğe bağlılık tartışmasız şekilde sürmüştür. Başlangıcından bugüne Kemalist rejimin dinle ilişkisini en iyi tanımlayan sözcük “çetrefilli” olmaya devam etmiştir.

 

KAYNAKÇA

  • ABDÜLBAKİ Muallim, Cumhuriyet Çocuğunun Din Dersleri, Kaynak Yayınları, İstanbul 2012.
  • ATATÜRK, Din ve Laiklik Üzerine, Kaynak Yayınları, İstanbul 2012.
  • ÇELİK Nur Betül, “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm, Cilt:2, İletişim Yayınları, İstanbul 2004, s.75-91.
  • KARA İsmail, “Diyanet İşleri Başkanlığı”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık, Cilt:7, İletişim Yayınları, İstanbul 2005, s.178-197.
  • KURU Ahmet T., Pasif ve Dışlayıcı Laiklik: ABD, Fransa ve Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2011.
  • Abdullah, “Bir Ulus Yaratmak: Erken Dönem Cumhuriyet Romanında Din Adamının Temsili”, Turkish Studies, Volume 7/4 (Fall 2012), s.2473-2483.
  • SERTEL Engin, Laiklik ve Türkiye’de Laiklik Sorunu, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas 2009.
  • TANÖR Bülent, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, İstanbul 2006.

[1]     Bir kitle hareketi olarak gelişen Gezi direnişini tetikleyen önemli faktörlerden birinin iktidarın yaşam tarzlarına muhafazakar temelde müdahalesi olması bu içselleştirmenin önemli bir göstergesidir.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı