Sosyalizm Kazanacak!
/ Güneş Gümüş / Emperyalizm ve Türkiye – Güneş Gümüş

Emperyalizm ve Türkiye – Güneş Gümüş

on 12 Eylül 2014 - 22:10 Kategori: Güneş Gümüş, Marksist Teori, Polemik

Türkiye, emperyalist hiyerarşinin neresinde? Türkiye solunun önemli bir kısmı için bu sorunun cevabı “yeni sömürge” pozisyonunda olacaktır. Özellikle Çayan mirasçısı akımlar ve Maoistler açısından bu durum daha nettir. Bu konuda Mahir Çayan’ın Kesintisiz Devrim kitabındaki “yeni sömürgecilik” tespitleri belirleyici olmuştur. Çayan’ın Türkiye algısı bu tespit üzerine kuruludur:

“Emperyalizmin III. bunalım dönemi [2. Dünya Savaşı sonrası dönemi kastetmektedir] denilen bu dönemde, emperyalist ilişki ve çelişkiler biçim olarak iki temel cephede değişikliğe uğramıştır. 1) Emperyalistler arası rekabetin (uzlaşmaz çelişkilerin) emperyalistler arası yeniden paylaşım savaşına yol açması imkanı ortadan kalkmıştır. 2) Emperyalist işgalin biçimi değişmiştir (Bugün dünyada tam sömürge tipi ülke hemen hemen kalmamış gibidir. Açık işgal yerini gizli işgale bırakmıştır)… Artık geri-bıraktırılmış ülkelerdeki oligarşik devlet aygıtı, mevcut üretim ilişkilerini -buna ülkedeki kapitalizm iç dinamikle gelişmediği için, emperyalist üretim ilişkileri demek yanlış olmayacaktır- uzun bir süre koruyabilecek seviyeye gelmiş, bu ülkelerdeki halk kitlelerinin özellikle geniş emekçi yığınlarının tepkileri pasifize edilerek, bu tepkiler ile oligarşi arasında suni bir denge kurulmuştur…Bizim gibi ülkelerdeki oligarşik yönetim, rahatlıkla işçi ve emekçi kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerinin olmadığı tam bir dikta yönetimi ile ülkeyi yönetebilmektedirler. Bunasömürge tipi faşizmde diyebiliriz.”

Çayancı gelenek açısından bu tespitler -kimi eklemelerle- bugün de geçerlidir. Türkiye’nin emperyalist hiyerarşide nasıl konumlandığına dair tespitler, ülkedeki devrimci mücadele stratejisi açısından belirleyici olmuştur. Türkiye’yi feodal ya da yarı-feodal olarak tanımlayan Maocuları bir kenara bırakırsak Türkiye’nin hala demokratik devrim aşamasında olduğunda ısrarcı olanlar -ki solun çok büyük kısmını oluşturur- bu tespitlerini emperyalizmle kurulan ilişki ve bu temelde Türkiye’de hakim olan yönetim biçimi nedeniyle savunmaktadırlar:

“Yeni sömürge ülkelerde genellikle baş çelişme, emperyalizm ile girilen ilişkilerin niteliği tarafından belirlenir. Ülkemiz özgülünde düşünüldüğündü yeni sömürgecilik ilişkilerin iyice şekillendiği 1960’lı yıllarla birlikte baş çelişme, emperyalizm ve oligarşi ile Türkiye halkları arasındaki bir çelişme olarak ortaya çıkmıştır… Kapitalist toplumda temel çelişmenin çözümü, ancak üretim araçlarının toplumsal mülkiyetlerini sağlayacak sosyalist devrim ile mümkündür. Emperyalizm ve oligarşi ile halk güçleri arasıdaki bir çelişme olarak ortaya çıkan çelişmenin (baş çelişme) çözümü ise ancakdemokratik halk devrimiile mümkündür.” (http://www.devrimcihareket.net/temel-tezler/87-celime-zerine.html)

Dolayısıyla Türkiye’nin emperyalizmle eklemlenme biçimi, tali bir teorik tartışmanın konusu olmanın ötesinde güncel siyaseti ve hatta devrimci stratejileri belirleyen nitelikte önemli bir meseledir.

Alt-Emperyalizm

Türkiye’nin emperyalist hiyerarşideki yerini açıklığa kavuşturmada “alt-emperyalizm” tanımlaması iyi bir kılavuz olacaktır. Bu temelde öncelikle alt-emperyalizm kavramına açıklık getirerek, alt-emperyalistlerin gelişim dinamiklerini inceleyerek işe başlayalım.

Öncelikle kimdir bu alt-emperyalist güçler sorusuna cevap verelim. Alt-emperyalist devletlere Hindistan, Brezilya, Güney Kore, Türkiye, İran, İsrail, Güney Afrika gibi örnekler verilebilir. Ancak unutmamak gerekir ki alt-emperyalizm durağan değil, dinamik bir olgudur. Dolayısıyla bugün alt-emperyalist olarak kabul edilebilen bir güç, yarın bu pozisyonunu kayberek emperyalist piramidin alt basamaklarına doğru gerileyebilir.

Alt emperyalist güçlerin gelişimi, Soğuk Savaş döneminde gerçekleşmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürge imparatorluklarının yıkılması (dekolonizasyon süreci) ve dönemin egemen sermaye birikim modeli bu gelişimin alt yapısını hazırladı. Geç kapitalistleşen ülkelerden bazıları, korumacılık temelinde devlet müdahalesiyle sanayileşme (çeşitli şekillerde elde edilen kaynaklara dayanarak -toplanan vergiler ya da sömürge şirketlerinin ulusallaştırılması yoluyla) yolunda ilerlemelere ve yerel burjuva güçlerin gelişimine tanıklık ettiler. Türkiye’de, örneğin, 1960 ve 70’li yılların ithal ikameci dönemi, gümrük duvarlarıyla dış rekabetten korunan ekonomi olmadan Sabancı’ların, Koç’ların bugünkü seviyelerine varması düşünülmezdi. İthal ikameci model temelinde Üçüncü Dünya addedilen bölgenin bazı ülkeleri kısmi düzeyde sanayileşmiş ve böylece emperyalist merkezlerin dışında endüstriyel gelişim yaşanmış; yeni sermaye birikim merkezleri oluşmuştur. 1970 ve 1980’lerde süresince Doğu-Asya ve Latin Amerika’da hızla kalkınan ülkeler bu gelişmelerin billurlaşmış örnekleridir. Alt-emperyalizmin yükselişi, Üçüncü Dünya’da gerçekleşen bu endüstriyel gelişmenin politik sonuçları olarak ortaya çıkmıştır. Üçüncü Dünya’nın bu güçleri, uluslararası düzeyde ekonomik güçlerdeki eşitsizlik temelinde şekillenen politik-askeri hiyerarşide yerlerini almışlar; küresel düzeyde emperyalist güçlerin sahip olduğu askeri-politik hegemonyanın benzerini emperyalist güçlerin desteğiyle bölgeleri ölçeğinde elde etmeyi istemekte, bunun için mücadele etmektedirler.

Alt-emperyalizmin gelişmesi sadece kapitalist gelişimde aldıkları yol sayesinde olmamış; süper güçlerin (çoğunlukla ABD) orta büyüklükteki bazı devletlerin bölgesel hegemonya için mücadelesine izin ve destek vermesi bağlamında gerçekleşmiştir. Bu gelişme de Vietnam sendromu nedeniyle ABD’nin önemli bir dönem boyunca doğrudan askeri müdahalelere girişmemesi etkili olmuştur. ABD, kendisi fiilen müdahil olmadan destek verdiği bölgesel güçler eliyle hegemonya mücadelesini sürdürme ve gerekirse askeri müdahalelere girişme yönünde bir politika izlemiştir. Dönemin ABD Başkanı Nixon adıyla anılan ve 1969 Temmuzu’nda dünyaya deklare edilen doktrinin “temel tezi, Birleşik Devletler’in, müttefikleri ve dostlarının savunma ve gelişmesine katılacağı, fakat bütün planların tasarlanmasını ve dünyadaki özgürlüklerin tüm savunmasını üstlenmeyeceğidir.” Nixon, artık Batılı emperyalistlerin çıkarlarının korunması “yükün bir kısmını ABD dost ve müttefiklerinin üstlenmesi gerektiğini” vurgulayarak “Bundan böyle bölgesel çatışmalara ABD’nin doğrudan askeri müdahalelerde bulunmayacağını ve yerine askeri ve ekonomik yardımla yetineceğini” dile getirmiştir (http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/amerika/252-gecmisten-g…). Bu bağlamda, Ortadoğu’da İsrail, İran ve Suudi Arabistan, ABD’nin bölgedeki jandarmalığını gerçekleştiren bölgesel güçler olmuştur. İran’ın bu rolü 1979’da Şah’ın devrilmesiyle sona erse de daha sonraki dönemlerde bu misyon Irak tarafından üstlenilmiştir.

Süper güçlerin bazı orta büyüklükteki devletlere bölgesel güç olmak konusunda arka çıkıyor olması, aralarında kölece bir bağlılık ilişkisi olmasına varmamaktadır. Dünya emperyalizmi piramidi andıran bir hiyerarşiyi ifade ediyorsa alt-emperyalist güçlerin ne ekonomik ne de onun üzerine temellenen askeri ve siyasal güç konusunda emperyalist güçlerle aşık atması mümkün değildir. Uluslararası düzeyde ekonomik gücün eşitsiz dağılımı askeri-politik hiyerarşide kendini göstermektedir. Ancak alt-emperyalist güçler, basitçe süper güçlerin bölge jandarması da değildir; kendi hareket alanına sahiptirler. Bu alanının sınırlarını geçtiklerinde yaptırımla da karşı karşıya kalabilirler. Örneğin Saddam’ın Irak’ı, alt-emperyalist bir güç iken Kuveyt’i topraklarına katma macerasına giriştiğinde sınırları aştığından askeri müdahaleye uğramıştır. Ancak emperyalist güçlerin hareket alanlarının da bir sınırı vardır; bu sınırlar alt-emperyalistlere göre çok daha geniş olsa da. Mesela, Ukrayna ya da Suriye’de ABD belli sınırları aşmadan hareket etmek mecburiyetinde kalmıyor mu? Ya da ABD, Kırım’ın göz göre göre Rusya’ya gitmesine ses çıkarabiliyor mu? Kısacası emperyalist hiyerarşinin bütün bileşenleri arasında karşılıklı bağımlılık ilişkisi hakimdir. En büyük süper güçler bile tam bağımsız şekilde hareket etme özgürlüğüne (gücüne diyelim) sahip değildir. Özellikle de dünyanın daha istikrarsızlaştığı; ekonomik-askeri-siyasal olarak çok kutuplu hale geldiği günümüzde. Ancak karşılıklı bağımlılığın düzeyi ülkeler arasında farklılık arz etmekte; güçlerin hareket alanlarının sınırları değişmektedir.

Kendi bölgelerinde güç odağı oluşturan; ekonomik gelişmelerinden temellenen askeri-siyasi güce sahip olan alt-emperyalist ülkeler, süper güçlerin bölgesel jandarması olmanın ötesinde iki tarafın egemen sınıflarının çıkarları uyuşması temelinde bu şekilde hareket etmektedirler. Alt-emperyalist güçler, kendi bölgesel hegemonyalarını artırmanın yoluna da bakmaktadırlar. Bu, kimi zaman süper güçlere rağmen de olabilmektedir. Türkiye’nin ABD’nin Suriye’ye müdahalesini sağlamak adına kimyasal saldırı tertipleriyle tuzak kurması ya da Irak yönetimini takmadan federe Kürt yönetimi ile petrol anlaşması yapması bu duruma örnektir. Bu iki olay da bölgede ABD çıkarlarına ters düşmektedir.

Sömürge Mi?

Yazımızın başında Türkiye’nin dahil edildiği Üçüncü Dünya için solun çoğunluğunun tahlilinin “yeni sömürge” olduğunu söylemiştik. Bu konuda kanıt olarak (çeşitli biçimler altında) sermaye ihracı ile emperyalist güçlerin Üçüncü Dünya’yı (gizli şekilde) sömürdüğü söylenecektir. Ancak  ekonomik verilerine baktığımızda farklı gerçeklerle yüzyüze kalırız.

Türkiye gibi alt-emperyalist güçlerin, bölgesel askeri ve siyasi olarak hegemon güçler olduklarını; bu durumun da ekonomik güçlerinden temellendiğini belirtmiştik. Bu konuda Forbes dergisinin 2013 yılında yayınladığı dünyanın en büyük 2000 şirketi araştırmasına başvurabiliriz. 63 ülkeden şirketlerin olduğu bu listede

Brezilya’nın 5’i ilk 100’de olmak üzere 31 şirket;

Güney Kore’den 2’si ilk 100’de olmak üzere 64 şirket;

Hindistan’dan 56 şirket;

Güney Afrika’dan 19 şirket;

Türkiye’den 14 şirket (307-Koç; 333-İş Bankası; 341-Garanti Bankası; 382-Akbank; 388-Sabancı Holding; 543-Halkbank; 741-Vakıfbank; 802-Türk Telekom; 843-Turkcell; 1210-THY; 1245-Enka; 1788-Anadolu Efes; 1972-BİM; 1977-Ford Otosan) yer almaktadır (http://www.forbes.com/global2000/).

Devler liginde yarışan şirketlere sahip böylesi güçlere sömürge tabiri abestle iştigal olmaktadır. Elbetteki bu sayılar ABD’nin 543, Japonya’nın 251, Çin’in 136 şirketi yanında ufak kalmaktadır. Zaten iddiamız da bu değildir. Alt-emperyalistler, emperyalistlerin dünya çapındaki gücüne bir ya da daha fazla emperyalist gücün desteğiyle bölgesel düzeyde sahip olmaya çalışmaktadırlar; emperyalist hiyerarşide onların altında yer aldıkları kesindir. Ancak emperyalist güçlerin basit birer kukla yönetimi, sömürgesi olarak tariflenemeyecek ölçüde de ekonomik-askeri-siyasal bir gücü ifade etmektedirler.

Sömürge tezlerinin açıklamada yetersiz kalacağı bir başka veri de 2012 yılında Türkiye’den çıkan yurtdışına doğrudan yatırımların (4 milyar 43 milyon dolar), Türkiye’ye doğrudan yatırım için gelen yabancı sermayenin (8 milyar 924 milyon dolar) yarısına ulaşmış olmasıdır (http://www.dunya.com/turk-sermayesinin-gocu-hizlandi-178542h.htm) Türkiye, Batılı emperyalist güçlerin sermaye ihracıyla sömürdüğü bir ülke olmanın ötesinde yurtdışına kendi ülkesine gelenlerin yarısı kadar yatırım yapabilen bir bölgesel güç konumundadır.

Sonuç Olarak

Türkiye’de oldukça güçlü olan emperyalizm karşıtlığı ne yazık ki doğru temellere oturmuş değil. Bu durumda soldaki yanılgıların da payı var. Emperyalizm, genel olarak, dünyaya hakim olan bir süpergücün (ABD’nin) dış siyasetine indirgenmiş durumda. En ileri düzeyde Üçüncü Dünya’nın Batılı güçlerce sömürülmesine indirgenmiş durumda emperyalizm. Kapitalizmin bu en yüksek aşamasının anlaşılamaması sadece uluslararası siyasette alınacak devrimci tavrı etkilemiyor; güncel siyaset üzerinde de belirleyiciliğe sahip. Dolayısıyla bu konuda doğru bir siyasal perspektif olmadan devrimci stratejiler de sekteye uğrayacaktır. Örneğin Türkiye’nin sömürgecilik tezleri temelinde değerlendirilmesinin yan etkisi olarak yurtseverlik ortaya çıkmakta; “tam bağımsızlık” şiarları bu tespitlerden kaynaklanmaktadır.

Devrimci Marksistler, bir ülke konusundaki tahlillerini dogmalara saplanıp kalarak yapmazlar. Güncel durumun analizini yaparak teorilerini geliştirir, stratejilerini belirlerler. Türkiye’nin (yeni) sömürge olduğu tezlerinin bugün tartışılması bile abesle iştigaldir. Bölgede Irak’a, Suriye’ye, Mısır’a, Kürdistan’a, Yunanistan’a, Azerbeycan’a ve diğerlerine kolu uzanan, bölge çapında sermaye yatırımlarına girişen ve etkili olmaya çalışan bir Türkiye var karşımızda. Hem de bu adımları kimi zaman ABD ile ters düşmeyi göze alarak atmaktadır (örneğin ABD’nin desteklediği Mısır’daki darbenin lideri Sisi karşıtı çalışma yaptığı için sınırdışı edilen büyükelçisi olan bir ülkedir Türkiye). Dolayısıyla kabaca Batı emperyalizminin sömürgesi tarifi gerçekliğe takla attırmaya çalışmaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Aksine Türkiye bölge çapında hegemonya kurmaya çalışan, kendi hareket alanına sahip alt-emperyalist bir güçtür. Devrimci Marksistlerin görevi de Türkiye’nin emperyal hedefler temelinde gelişen Uluslararası siyasette konumlanmasına karşı her daim tavır almaktır; bugün Suriye’de olduğu gibi.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı