Sosyalizm Kazanacak!
/ Polemik / Emeğin Avrupası Dedikleri

Emeğin Avrupası Dedikleri

Burjuvazinin gündemini belirleyen ana konu olan AB ve Türkiye'nin AB ye girişi üzerine yoğun tartışmaların yaşandığı bir dönemden geçmekteyiz. Bilindiği üzere AB'ye girme projesi, egemen sınıfın çok uzun zamandır gerçekleştirmek istediği uluslararası sermayeye tam entegrasyonunu sağlamak için girdiği bir yol.
on 12 Temmuz 2014 - 21:14 Kategori: Polemik

Burjuvazinin gündemini belirleyen ana konu olan AB ve Türkiye’nin AB ye girişi üzerine yoğun tartışmaların yaşandığı bir dönemden geçmekteyiz. Bilindiği üzere AB’ye girme projesi, egemen sınıfın çok uzun zamandır gerçekleştirmek istediği uluslararası sermayeye tam entegrasyonunu sağlamak için girdiği bir yol. AB’ye giriş ile sermaye sınıfı uluslararası tekelci sermaye ile kaynaşma sürecini hızlandırmış olacak. Bu yönelim egemen sınıfın farklı klikleri arasında zaman zaman gerginlikleri de beraberinde getirmekte. Burjuvazinin uzun vadeli ve bütünsel çıkarlarını koruma noktasında ki farklı düşünceler ve yöntemler bu gerginliklerin dönem dönem keskinleşmesine ve su yüzüne çıkmasına sebep olmakta. Belirtmeden geçemeyeceğiz ki: bu sürtüşmenin özünde sermaye sınıfının çıkarlarını daha iyi kollama çabası yatmakta; yoksa çıkarları birbirinden farklı iki ayrı sınıfın mücadelesi değil.

Bütün bu tartışmalar eşyanın tabiatı gereği Türkiye sol/sosyalist hareketini de uzun süredir meşgul etmekte. Solun her tonu durduğu yerden kendine göre bir AB tarifi yapmakta ve bu tarife uygun tutum almakta. Alınan tutumlar arasında kimi farklar olsa da sola hakim olan egemen bakış “AB nin emperyalist bir blok olduğu ve TC’nin AB ye girmesi ile bu memleketin(!) bu halkın(!) emperyalistlere peşkeş çekileceği”. Bu yüzden “AB’ye milliyetçi-ulusalcı bir karşı duruş” solun birçok farklı geleneğinin temel bakışı durumda. Bu tutumları ile TC’yi bilerek ya da niyetlerinden öte mazlum AB’yi ise zalim olarak görmekte ve ne yazık ki ezilen sınıflara da bunu aşılamaktalar. Ulusalcı sol işçi sınıfına kendi egemenlerine karşı mücadele çağrısı yapmak yerine vatan savunusu öğütlemekte. Doğal sonucu olarak da; işçi sınıfı ve ezilen katmanların ufku bulanmakta, hedef şaşırtılmakta. Sola egemen olan bu bakışı tarihsel kökleri ile ele almak ve mahkum etmek devrimci Marksistler için bir görev olsa da bu yazının kapsamı dışında.

Biz bu yazımızda sol içinde başka bir eğilim olan “Sermayenin AB”sine karşı “Emeğin Avrupa”sı talebini öne çıkararak bu sürece destek sunan liberal sol ile hesaplaşmak niyetindeyiz. Bu kesimin başını çeken ÖDP, AB sürecini kaçınılmaz bir olgu olarak ele almakta ve bu olgunun aynı zamanda emek güçlerinin özgürlükçü güçlerin ortak mücadele edebileceği bir zemini de yaratacağı umuduyla desteklemekte. İlk olarak isterseniz kendi söylemlerinden kimi alıntılar yapalım.

“Teknedeki şeytanı suya atmak için, tekneye binmek gerek.”(1)

“Memlekette başı sıkışan soluğu Avrupa’da aldı ya da oranın hukukuna başvurdu. Moğolistan’a kaçanı, Avrasya hukukuna başvuranını görmedim. Kişisel çözümlerimizi toplumsal olarak önerememek bir inandırıcılık sorunu yaratmıyor mu?”(1)

“3 Ekim Lüksemburg zirvesinin Türkiye’nin AB üyelik müzakerelerine başlaması yönünde sonuçlanmasıyla Türkiye uzun yıllar sürecek ve önemli dönüşümlerin yaşanacağı bir sürece adım atmış bulunmaktadır… AB üyelik süreci demokrasi ve insan hakları alanında çeşitli olumlu gelişmeleri doğursa da, bir yanıyla Türkiye’de IMF eliyle yürütülen neo liberal eksenli ekonomi siyasetine ivme kazandıracaktır.”(1)

Bütün bu alıntılar tehlikeli bir diğer eğilimi gözler önüne seriyor. Yukarıdaki alıntılardan da anlaşılacağı üzere bu arkadaşlar bize Avrupa hukukunun üstünlüğünü, emeğin Avrupasının bir alternatif olduğunu, AB ile demokratikleşmenin sağlanacağını söylüyorlar. Aslında kulağa hiç de fena gelmiyor hani; “emeğin Avrupası” ya da “daha fazla hak ve özgürlük” sahibi olacağımız. Bunların gerçekleşmesi için de ön koşul olarak AB’ye girişi önümüze sürüyorlar çünkü yine bu arkadaşlar bize teknedeki şeytandan kurtulmak için tekneye çıkmayı öğütlüyorlar. Esasında bu fikirler yalnızca kendilerini ilgilendirseydi bize tereddütsüzce yolunuz açık olsun demek düşerdi. Fakat bu söylemler kendisini sosyalist(!) olarak gören bir hareketten geldiği ve bu söylemlerle işçi sınıfının ufku karartıldığı sürece bunlara Marksist bir cevap vermek kaçınılmaz bir görev. Bu arkadaşlar temel olarak demokrasiyi ileri sürmekte ve bu süreç ile demokrasinin gelişeceğini dillendirmekte. Fakat bu demokrasinin sınırlarını, demokratik kazanımların nasıl gerçekleşeceğini, bu kazanımların geri alınmazlığının garantisinin nereden geçtiği üzerine tek söz etmemekte. “Bir liberalin genel olarak “demokrasi”den söz etmesi doğaldır. Bir marksist ise: “hangi sınıf için?” diye sormaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır.” Devrimci Marksistler açısından demokrasi sınıflar üstü bir kavram değildir olamaz. Bir demokrasiden bahsedeceksek bu ya burjuva demokrasisidir yahut proleter demokrasi. Bizler burjuva demokrasisini yaptığı katliamlarıyla, işkenceleriyle, dayattığı sömürüyle, ekolojik tahribatıyla, sunduğu geleceksizliğiyle çok yakından tanımaktayız. Bu yazı yazılırken Avrupa’nın göbeğinde Paris’te iki göçmenin ölümü ile başlayan ve şiddetlenerek süren olaylar bize burjuva demokrasisinin medeni Avrupa’daki güzellemelerinden birini daha sundu. Bunun adı burjuva demokrasisidir, ki bu ezilenler için bir diktatörlüktür, ve sınırları da bellidir. Ha eğer bu arkadaşlar bu demokrasiden bahsediyorsa zaten tartışılacak pek bir şey kalmamıştır. Fakat demokrasi ile anlatmak istedikleri proleter demokrasi ise; bize bunun için bir yöntem sunmak zorundadırlar. Biz proleter demokrasinin tüm Avrupa’da nasıl hayat bulacağını, nasıl bir mücadele izlenmesi gerektiğini açıklamalarını beklerken; onlar ‘Emeğin Avrupa’sı gibi muğlak bir çözüm öneriyorlar oysa. Emeğin Avrupa’sının ne olduğu, bu Avrupa’nın nasıl yaratılacağı, böyle bir Avrupa yaratmak için neden bu emperyalist bloğa dahil olmak gerektiği, bu bloğa dahil olmadan Avrupa ve Ortadoğu’daki özgürlükçü ve devrimci siyasetlerle neden ortak bir mücadele yürütmeye çalışmadıklarını açıkla(ya)mıyorlar bize.

Hukukun üstünlüğü, Avrupa demokrasisinin gelişmişliği dillerine pelesenk olmuş. Avrupa’daki temel hak ve özgürlüklerin daha gelişkin olduğunu inkar edecek değiliz. Fakat bu “demokrasi” Avrupa uluslarına gökten zembille inmedi; bu demokrasinin gelişiminde işçi sınıfının yüzyıllardır yürüttüğü mücadele temel bir dinamik oldu. Kaldı ki demokratik kazanımlar ve insan hakları konusunda AB’de yaşanan son gelişmeler bu kavramların sınıfsal özünü bir kez daha açağa çıkarmakta. Bütün Avrupa da işçi sınıfına dönük hak gaspları, göçmenlerin yaşadığı tüm baskılar, “burjuva demokrasisi madalyonunun” öteki yüzü. Burjuvazi yeri geldiğinde kendi hukukunu bile ayaklar altına almaktan çekinmez, çünkü onun tek bir hukuku vardır o da sömürüyü ve kapitalist sistemi yaşatmak. Ve bunu katmerli bir şekilde yapmak için zaman zaman sınıf mücadelesinin yükselmesi ile istemeyerek verdiği hakları ilk fırsatta gasp eder. Bugün Avrupa’da yaşanan tam da budur. İşçi sınıfı hareketinin görece zayıflaması ile burjuvazi sosyal tüm kazanımlara saldırmaktadır. “Burjuva demokrasi, ortaçağa göre büyük bir tarihsel ilerleme oluşturmakla birlikte, her zaman dar, güdük, düzmece, ikiyüzlü bir demokrasi, zenginler için bir cennet, sömürülenler, yoksullar için bir tuzak ve bir aldatmaca olarak kalır, -kapitalist rejimde başka türlü olamaz.”

Bugün Türkiye işçi sınıfı da büyük bir saldırı ile karşı karşıya. Bu saldırının sebepleri içinde, devrimci solun dünya üzerinde ve Türkiye’de ki zayıflığı ve dağınıklığını, varolan sol eğilimlerin ÖDP örneğinde olduğu gibi sermayenin çıkarlarına hizmet eden projelere destek sunacak kadar sağa kaymasını, ama en önemlisi Türkiye’nin AB’ye girme sürecini gösterebiliriz. AB-Türkiye müzakereleri sürecinde gündeme gelen en önemli konulardan biri de özelleştirmelerdir. Henüz AB’ye girmesek de sermaye sınıfı ve onun cisimleşmiş iktidarı burjuva devlet aygıtı buna uygun yapısal reformlar yapmakta, işçi sınıfına dönük çok kapsamlı bir saldırı yürütmektedir. Her şey bu kadar ortadayken bu arkadaşların bu söylemleri ne anlama gelmektedir? Dostlarımızın bu çabası pratikte neye hizmet etmekte?

Özgürlük ve sosyalizm adına(!) izlenen bu politikalar, bu beyhude çabalar yalnızca yararsız değil aynı zamanda zararlıdır da. Çünkü bu yönelim ile işçi sınıfının yegane kurtuluşu olan proleter devrim perspektifi karartılmıştır bu bir. İkinci olarak bu yönelim ile TC’nin emperyalist bir bloğa elini kolunu sallayarak girmesine soldan bir destek zemini yaratmıştır liberal sol. Bütün bu politikaları Marksizm iddiası ile yapacaktır bu arkadaşlar bu da üç. Politik hatları ile aslında burjuva siyasetine hapis olmanın ve bu ufkun dışına çıkamamanın yansımalarını görmekteyiz. Bu tutumları ile kendilerinin çoktan terk ettiği devrimci ideallerden tüm ezilenlerin de el etek çekmesini istemekte ve “burjuva demokrasisinin zenginliği olacak” bir muhalefet çizgisi yaratmaya çalışmaktalar. Bütün bu sayılanlar ulusalcı-milliyetçi solun devrimci-sosyalist harekette yarattığı tahribat kadar; bir diğer uçtan fakat aynı önemde yaratılan başka bir tahribata işaret ediyor. Bu da AB projesine soldan bir destek anlamı taşıyor. Devrimci Marksistler içinse solda hayat bulan bu iki anlayış ihmal edilemeyecek kadar ciddi yaklaşımlardır.

Devrimci Marksistler her soruna sınıfsal çerçeveden bakar, buna uygun analizlerini yapar ve sınıf mücadelesinin seyrine göre sınıfsal çözümler öneririler. İlkesel olarak, bizim açımızdan sorun ücretli köleliğin son bulup bulmayacağı sorunudur ve bunun tek çözümü proleter devrimden geçer. Kapitalizmin AB’lisini AB’sizine ya da tersini tersine tercih etmek devrimci Marksist geleneğe uzak bir anlayıştır. Lakin politika boşluk tanımaz ve komünistlerin boş bıraktığı alanı burjuvazi ve onun sol içindeki destekçileri (ister milliyetçi ister liberal akımlar) hızla doldurur. Kaba bir propagandadan daha fazlasını yapmak istiyorsak işçi sınıfına dönük yıkım projesinin adı ve Türk burjuvazisinin dünya sömürüsü üzerindeki etkinliğini artırmasının dayanağı olan AB’ye açık ve net olarak hayır demek günün ivedi ve ertelenemez görevidir. Bu gerçekliği bir an için bile unutmadan bugünün politik görevi olarak yapılması gereken ise; ulusalcı Hayır ile araya çizgi çekerek AB projesine karşı çıkmak ve AB gibi burjuva bir birlik yerine Sosyalist Avrupa ve Ortadoğu Cumhuriyetleri Birliği perspektifi ile hareket etmektir. Yola buradan çıkmak ve sermayenin birliğine karşı durmak, fakat bu yolda yürürken AB’yi de diğer tüm kapitalist-emperyalist birlikleri de dağıtacak tek çözüm olan sosyalist devrim perspektifini bir an dahi kaybetmemek gerekir. Bu mücadele boyunca yılmadan muhataplarımıza bütün kazanımların sınıfın devrimci eylemleriyle kazanıldığını ve bu kazanımların ancak işçi sınıfının zor yoluyla iktidarı alması ve devrimi yayması ile kalıcılaşabileceğini anlatmak zorundayız. Bu anlamıyla yapılması gereken hem ulusalcı anlayışla hem de liberal anlayışla mücadele etmektir. Bu işin kolay olmadığı bir gerçek. Ama belki de daha önemli gerçek tarihin her döneminde Bolşevik geleneğin bu savaşımı vermek zorunda kaldığı ve tekrar kalacağı. Bu yük hepimizin omuzlarında.

(1) Ufuk Uras, Birgün Gazetesi, 25.12.2004

0 YORUM YAP

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir