Sosyalizm Kazanacak!
/ Kültür-Sanat / Babamın Sesi (Dengê Bavê Min) – Dilan Baycan

Babamın Sesi (Dengê Bavê Min) – Dilan Baycan

on 13 Eylül 2014 - 01:19 Kategori: Kültür-Sanat

1 Kasım’ da ilk gösterimi yapılan Babamın Sesi filmi, başta Türkiye Kürdistan’ındaki sıkıntıları dile getirmekle birlikte, yaşanan toplumsal katliamlara ve baskılara karşı duyulan öfkenin aynasıydı aslında. Son yıllarda, Kürt halkının taleplerinin daha da yükselmesi ve görünür bir hal alması, ödenen bedellerin artması ve özünde Kürt politikasının hayata etki alanını arttırmasıyla, Kürt sineması da bu doğrultuda yol almıştır. Bundan önceki yıllarda çekilen filmlerde;  kaçakçılık yapan, köyden kente göçüp uyum güçlüğü çekerek ‘illegal’ bir işe karışan insanlardan bahseden ve özellikle töre cinayetlerinin öne çıktığı bir Kürt sinemasıyla karşı karşıyaydık. Filmin özneleri de, Türkçeyi ‘kötü konuşan’ insanlar olmuştu. Özellikle geçtiğimiz 10-15 yıldaki süreçle birlikte, başlıca yenilik, ‘anadilde sanat’ olarak kalmamış, Kürt filmleri bu coğrafyanın insanlarının ‘sorunlarını’  yansıtma silsilesinden bir adım öteye gidip, taleplerini de dile getirme görevi üstlenmeye başlamıştır.

Kürt coğrafyasının dört parçaya bölünmüşlüğünden kaynaklı olarak, Kürt sinemasının aslında ulusal bir anlayış geliştiremediğini görüyoruz. Ulusal bir anlayıştan kasıt, sinemanın o coğrafyanın etkilerini, kültürünü, dilini, davranış kurallarını yansıtması. Türkiye’nin tarihine bakıldığında da, Kürt halkının en geç ulusal bilinç geliştiren halk olması, sinemada da aynen karşılığını buluyor. Şekilsel olarak, 1926’ya dayanan Kürt sineması tarihi (Ermenistan’da ‘Zare’ filmiyle), özellikle 90’lı yıllarla birlikte asıl çıkışını yapıyor ve varlığı tartışılamaz bir zemine oturuyor. Varlığı tartışılamaz diyorum, çünkü 2000’lere yaklaşırken dahi, kendine entelektüel diyen kimi yazarçizer-eleştirmenlerin ‘Kürt sinemasının aslında var olmadığına dair’ lafazanlıkları kültür-sanat köşelerini süslüyordu. Hatta Yılmaz Güney filmlerinin, dili nedeni ile Kürt filmi olamayacağını cümlelerinin yanına itina ile eklemeyi ihmal etmediler. (Ne gariptir ki, Kürtçe konuşmanın yasak olduğu yıllarda, dili Kürtçe olan bir film aramak sinemanın ulusunun belirleyiciliğinde en önemli kriterlerden biri haline gelmiştir). Açıktır ki, Türk bir yönetmen, çektiği filmde algılamasını bir Kürt gözünden yapıyor, imgeleri bu şekilde oluşturuyor ise o filmi ulusal kıstasta değerlendirirken birkaç kez daha düşünmemiz gerekir. Aynı şekilde, Kürt bir yönetmenin sisteme adapte oluşu ya da tercihen sinema konusunda eğitim alırken başka bir yol çizmesi gibi etkenleri de göz önünde bulundurmak gerekir. Eklemek gerekir ki, geleneksel sinema konusunda ulusal faktörler her ne kadar belirleyici olsa da, toplumsal-gerçekçi sinemada bu yansımanın belirleyici olduğunu söylemek doğru olmaz.

‘Babamın Sesi’ filmini değerlendirirken de, bu ön bilgiler bakış açımıza bir kolaylık sağlayacaktır kuşkusuz. Tekniğinden söz edersek; ağır, hatta Sonbahar filmi etkisiyle ve sabit kamerayla yürüyen bir film olduğunu söyleyebiliriz. Filmin yönetmenlerinden biri olan, Zeynel Doğan’ın kısa özgeçmişine bakıldığında, filmin konusunun esin kaynağını da görüyoruz aslında. Elbistan doğumlu Doğan’ın babası Suudi Arabistan’da uzun yıllar işçi olarak çalışmış, bu süre içinde de mektup yerine ses kaydı yollayarak aileyle iletişimini sürdürmüştür. Filmin konusuna değinecek olursak;  Elbistan’da tek başına yaşayan Basê, oğlu Hasan’ın eve dönmesini beklemekte, buna dair dilekler dilemektedir. Diyarbakır’ da yaşayan diğer oğlu Mehmet ise, annesinin sessizlik döneminden endişe duyarak bir süre annesinin yanına yerleşme kararı alır. Ülke dışında çalışan babasının, okuma yazma bilmeyen annesiyle anlaşmak için sesini kaydedip gönderdiği kasetler filmin çıkış noktasını oluşturur. Çünkü Mehmet’ in, bilmediği ‘toplumsal süreçler’ o kasetlerde gizlidir. Hasan’ın dağa çıkış sürecini, Maraş katliamında evlerinin basılmasını, bunun ailenin parçalanmışlığına olan etkisini gösterebilecek tek kaynak o kasetlerdir. Filmin yalnızca Türkiye Kürdistan’ının sorunlarına vurgu yapmaması, aynı zamanda Alevi kimliğine yönelik bir bakış açısı geliştirmesi es geçilmemesi gereken noktalardan biri aslında. Türkiye’nin dinamikleriyle birebir eşleşen bu filmde, başından itibaren sonuçsuzluk hissiyatını da görmek mümkündü. Belki de, bu hissiyatın başka filmlerle giderilmesinde gelecek süreçler bir yol gösterici olacaktır.

Filmin en başarılı sahnelerinden olan giriş sahnesinde, Basê yolları aşar, mezardaki taşları üst üste dizmeye başlar. Kamera çevrildiğinde, daha önce de birçok taş dizisinin olduğunu görürüz. Bu görüntü, bilgisi olanlara ‘Inukshuk’ geleneği andırmakta geç kalmayacaktır. Kanada’nın yerlisi olan İnuit’lere ait olan bu gelenek, asırlar öncesinde, yerleşik hayatı benimsemeyen İnuit’ lerin yol işaretlerine olan ihtiyaçları sonucu ortaya çıkmıştır. Bu yapıları yapan kişi ‘ben buradayım ve sen doğru yoldasın’ demektedir. Hasan’ ın eve dönmeyişi içinde filmin de belirsiz bıraktığı ‘Hasan’a ne oldu’ sorusunun cevabının, belki burada arayabiliriz. Filmin, güçlü vurgularından birini oluşturan bir başka sahne de, Hasan ve Basê’nin konuşurken, televizyonda haberleri izlediği sahnedir. Tayyip Erdoğan televizyonda, Merkel ile birlikte, Almanya’daki Türklerin anadil sorununu tartışıyor. Kendinden beklendiği üzere ani çıkışlar yapıyor ve ekliyor “Oradaki Türklerin Almancayı öğrenmesi elbette önemli, ancak anadil eğitim dili olmalıdır, anadil önceliklidir.” Filmdeki oyuncuların tek bir söz söylemeden ifade ettikleri bu sahne, Kürtlerin anadil talebini de en sade biçimde açıklıyor dillendiriyor.

Yazının sonuna gelirken, filmin 19. Uluslararası Altın Koza Film Festivalin’ de ‘en iyi film’ ödülü aldığını da söyleyerek, filmi ‘izlenmesi gereken filmler’ listesine bir öneri olarak ekleyelim.

0 YORUM YAP

Yorum Yap

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir