Sosyalizm Kazanacak!
/ Gündem / 12 Haziran Seçimlerinden Ne Beklenir?

12 Haziran Seçimlerinden Ne Beklenir?

on 1 Haziran 2014 - 13:20 Kategori: Gündem
12 Eylül rejimi tarafından yerleştirilen %10’luk seçim barajı küçük partileri devre dışı bırakıp sisteme istikrar kazandırmayı amaçlıyordu. Dünyada başka bir örneği bulunmayan ve neredeyse 30 yıldır korunan bu baraj egemen sınıf tarafından hala bir istikrar unsuru olarak kavranıyor. Diğer taraftan sosyalistlerin devre dışı bırakılması ve Kürt ulusal hareketinin meclis dışında tutulması için de %10’luk baraj gerekliydi. Kürt ulusal hareketi barajı aşamasa da onu bağımsız adaylarla delme yolunu kullanarak geçtiğimiz dönemde mecliste grup oluşturmayı başardı. Bu sefer de aynı taktik izlenecekti ki AKP ile yakınlığı bilinen YSK’nın 7 BDP adayını veto etmesi gündemi altüst etti. Anlaşılan egemen sınıfın kimi aygıtları barajın delinmesini hazmedebilmiş değil.
%10’luk “rekor” baraj dışında seçme seçilme hakkını kuşa çeviren son bir uygulama daha oldu. AKP’nin marifeti ile bağımsız aday olarak seçimlere katılmanın önüne astronomik bir maliyet getirildi (7,7 bin TL). Böylelikle bağımsız adaylar çıkararak seçimlere katılan ve devrimci propagandayı seçimlere taşıma şansı elde eden işçi sınıfından adaylar ve sosyalistlerin önüne bir büyük barikat daha eklenmiş oldu. Bütün bu engelleri aşarak seçimlere sömürü düzenini hedef tahtasına koyan devrimci Marksist bir programla katılmanın en temel yolu ulusal çapta örgütlenmiş Marksist bir partinin yaratılmasından geçiyor.
Yeni Meclis Ne Vaat Ediyor?
Emekçi sınıflar bir kez daha sınıf merkezli bir alternatifin yokluğunda oy kullanacaklar. Bu durumda oluşacak yeni parlamentonun emekçilere daha fazla saldırmak dışında vaat ettiği bir şey yok. Zaten yeni parlamentonun bileşiminin eskisinden farklı olması da beklenmiyor. Sürprize ihtimal verilmezken kafaları meşgul eden soru AKP’nin ne kadar büyük bir çoğunlukla iktidar olacağı. Bu da en başta yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışmaları açısından belirleyici.
En yaygın beklenti, AKP’nin üçüncü döneminde de tek başına iktidar hedefine fazla zorlanmadan ulaşacağı yönünde. Ama ne kadar bir çoğunlukla? Örneğin, AKP’nin %50’den fazla oy almasının farklı bir anlamı olacaktır. %50 sınırını aşması durumunda AKP’nin “milli irade otoriterliğinin” dozajını önümüzdeki dönemde daha da arttırmasını bekleyebiliriz. Ülkenin yarısından fazlasının yani mutlak çoğunluğunun oyunu almış bir Tayyip Erdoğan emekçi sınıflara karşı şüphesiz daha da özgüvenli, kaba ve saldırgan olacaktır. Ayrıca, böyle bir durumda AKP, programına sadık kaldığı büyük sermaye ve emperyalist merkezler karşısında hareket alanını genişletebilir.
%50 psikolojik sınırının dışında seçim sonuçlarının önem kazandığı diğer bir konu, AKP’nin yeni anayasa girişimi. AKP’nin anayasayı tek başına düzenleyebilecek çapta bir çoğunlukla ya da en azından yeni anayasayı referanduma götürebilecek bir sayıyla iktidar olup olamayacağı merak konusu. Yeni anayasa tartışmalarının odağında Tayyip Erdoğan’ın başkanlık modeline geçmeyi tasarlaması bulunuyor. Bu çerçevede ülkenin seçimler sonrasında yeni anayasa tartışmalarına gömüleceği gözüküyor, akabinde ise ülkenin referandum sürecine girmesi ihtimali yüksek.
Türkiye büyük sermayesi 90’lı yıllar boyunca kendi siyasal partisini yaratamadı. Bunun ardından siyasal İslam’dan bozma bir parti edindi. Siyasal İslamın içerisinden gelip büyük sermaye ve emperyalizmin programına adapte olan AKP özellikle ikinci iktidar döneminde daha fazla hareket serbestisi edindi. AKP’nin güçlenmesi olarak da algılanan bu süreç aslında hassas dengeler üzerine kurulu. Büyük sermaye ve uluslararası sermayenin programının bu kadar istikrarlı ve şevkli uygulayıcısını bulmak, hele şu ortamda, gayet zorken AKP’nin bu anlamda bir süre daha alternatifsiz olduğundan bahsedebiliriz. Bu arada TÜSİAD’ın hazırlattığı sonrasında da bir TUSİAD klasiği olarak arkasında durmadığı yeni anayasa raporundaki değişiklik önerilerinin başta devletçi-ulusalcı kesimler olmak üzere çoğu kesim için tabu olan konulara kadar uzanması oldukça dikkat çekiciydi. Bunun AKP’nin planladığı yeni anayasaya hem yol açmak hem de yol göstermek anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
CHP, Emekçi Sınıflara Uzak, Emperyalist Kapitalistlere Yakın
AKP’den biran evvel kurtulmak isteyen geniş kesimlerin adresi bir kez daha CHP olacak. Ama “yeni” CHP’nin de Baykal CHP’si gibi laik yaşam konusunda duyarlılığı yüksek kesimlerle sınırlı oy tabanını (genel olarak Alevilerle kentli orta sınıflar) genişletebildiğinden söz etmek zor. Bunun tek yolu Kılıçdaroğlu CHP’sinin daha fazla sol söylem içerisinde bulunması ve emekçi sınıflara belirli bir mücadele perspektifi sunmasıydı. Ama hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde Kılıçdaroğlu emekçi sınıflar yerine yüzünü emperyalist kapitalist sisteme döndü. Patronlardan icazet almak yeni CHP’nin en büyük gayesi oldu, ABD ile de yakın bağlar oluşturulmaya çalışıldı. Yani aklı evvel CHP’lilerin en büyük umudu emperyalist kapitalist sistemin AKP’ye sırt çevirmesi ve CHP’yi desteklemesiydi. Emperyalist kapitalist sistem için zor şartlar için hazırda beklemesi gereken stepneden öteye gidemeyecek olan CHP’nin bu hayalleri suya düştüğünde geriye Haberal gibi, Sinan Aygün gibi sağcı kapitalist isimlerle aday kadrosunu doldurmak ve bol keseden vaatte bulunmak dışında yapacak bir şey kalmamıştı. Bu haliyle Kılıçdaroğlu’nun çizgisi Sarıgül’ünkiyle buluşuyor. Emperyalist kapitalist programı savunurken her kesime mavi boncuk dağıtırım türünden bir ikiyüzlülüğe emekçi sınıflar prim vermemelidir.
Kürt sorununda en köhnemiş argüman olan ekonomik kalkınma stratejisini (!) geveleyip duran bir CHP (özgürlükçülüğünü zaten tartışma dışı bırakıyoruz) egemen sınıfların programının da bir hayli gerisinde kalmış durumda. Patronlar Öcalan’a ev hapsini gündeme getirirken CHP’nin ulusalcı damarları Baykal gitse de gitmese de bu partinin temel yapıtaşını oluşturuyor.
Faşistler de Lazım
12 Eylül referandumunda orta ve doğu Anadolu’daki klasik tabanını AKP’ye kaptıran MHP’nin bu seçimlerde baraj altında kalabileceği rivayet ediliyordu ki son dönemde bu ihtimal pek konuşulmuyor. MHP’nin barajı aşması sistem için önemli zira Türk milliyetçiliğinin taşıyıcısı bu partinin Kürt sorunundaki açılımlar sürecinde meclis dışı kalması işleri egemen sınıf için zorlaştıracaktır. Faşist çetelerin belirli bir düzeyde kontrol altında tutulmasında etkili olan Bahçeli’nin safdışı kalması egemen sınıf için pek istenecek bir şey değildir. Düzenin meşruluk arayışları açısından belirli bir denge yaratmak adına MHP parlamentoda gereklidir.
BDP ve Emek-Barış-Demokrasi Bloğu
Önce CHP, sonrasında ise HAS Parti ile ittifak planları gündeme gelse de BDP bir kez daha baraj engelini bağımsız adaylarla delme yoluna gidiyor. BDP’nin bağımsız adaylar yoluyla elde edeceği milletvekili sayısını arttırması bekleniyordu ki YSK 7 BDP’li bağımsız adayın başvurusunu iptal etti. Şimdilerde YSK’nın geri adım attığı gözleniyor. YSK’nın geri adım atması başlı başına Kürt ulusal hareketinin gücünü gösteriyor. YSK’nın kararı üzerine sadece Kürdistan’da değil ülkenin dört bir yanında militan gösteriler düzenlendi. BDP’nin seçimlerden çekilmesi ve militan sokak mücadelelerinin ivme kazanması hiç de egemenlerin arzu edeceği bir şey olmaz. YSK’nın son kararı ve sonrasındaki gelişmeler esasında Kürt sorunundaki mevcut durumu çok iyi bir şekilde anlatıyor. Kürt ulusal hareketi çok güçlü bir tabana sahip ve egemen sınıf bu dinamik tabanı legal alana çekmek istiyor. Silahlı çatışmaların son bulması ve PKK’nin tasfiyesi kısa ve orta vadedeki en önemli hedef. Bunun için de BDP’nin legal politik alanda belirleyicilik kazanması gerekiyor. O yüzden de BDP’yi hedef alan YSK kararı Kürt sorununda tutturulmaya çalışılan çizgiyle örtüşmüyor. Nitekim YSK’nın kararında geri adım atması bu nedenle çok şaşırtıcı değil.
BDP’nin diğer sol gruplarla son anda oluşturduğu emek-barış-demokrasi bloğuna gelince. Bu bloğun daha bir seçim programının olmaması, BDP’nin çizgisinin bloğun politikasını oluşturacağı anlamına geliyor. Diğer taraftan bloğu oluşturan bileşenlerin referandumda birbirine zıt tutumlar alması ve birbirinden farklı eğilimleri temsil etmesi de bir seçim programının oluşturulmasını zorlaştırmakta, izlenecek rotayı bulanıklaştırmaktadır. Söz gelimi AKP’nin seçim sonrası için planladığı anayasa değişikliklerinde bu bloğun tutumu ne olacaktır. BDP merkezli olacak olan meclis grubu bu gibi konularda nasıl davranacaktır? AKP’nin yeterli sandalye kazanamaması durumunda anayasa değişikliği için pazarlıklara girişilecek mi girişilecekse mahiyeti ne olacaktır? Bütün bunlar belirsizliğini korumaktadır.
Dolayısıyla Marksist ilkesellik böyle bir bloğun içinde olmamayı gerektirir. Blok içerisinde BDP ağırlığını referans almamız durumunda da seçimlerde bağımsız adaylara oy verilmesinin yegane anlamı Kürt ulusal hareketi ile dayanışmak olacaktır. Yoksa ortada işçi sınıfının ileri çıkarlarının ifadesi olan antikapitalist bir seçim programı yoktur. Böyle bir programı BDP’den beklemek ya da ummak da gerçekçi değildir. Hele mevcut bileşimin böyle bir alternatifi yaratması ise söz konusu olamaz. Birçok ilde açıklanan bağımsız adayların iş adamı ya da müteahhit kimliği birçok şey anlatmaktadır. Durum buyken kendi ilkesizliklerini üçüncü cephe vb ile meşrulaştırmaya çalışmak da emekçi sınıfları aldatmaktan başka bir şey değil. Daha bir seçim programı bile açıklanmadan ya da en temel konularda dahi bir netlik sağlanmadan söz konusu bloğun içine gözü kapalı giren sol gruplar için mesele maalesef meclise kapağı atmaktan ibaret. BDP kontenjanından ayrılan birkaç seçilebilecek pozisyon için çok sayıda sol grubun ilkesiz pazarlıklara ve rekabete girmesi de maalesef yozlaşmayı beraberinde getirmektedir.
Ertuğrul Kürkçü ya da Sırrı Süreyya Önder’in öne çıkarılması da parlamenter ham hayalleri perçinlemekten başka anlama gelmez. Sınıf hareketinden bağımsız olarak mecliste ses getirilebileceğini söyleyenlere Ufuk Uras örneğini hatırlatmakta fayda var. Önceki seçim dönemde “Meclise Ufuk Gerek” diyerek çıkardıkları gürültüyle yanılsamalar yaratan küçük burjuva solcularının insan içine çıkacak yüzlerinin olmaması gerekirdi. Şimdilerdeyse Sırrı Süreyya Önder revaçta. Sırrı Süreyya’nın sol liberal Ufuk Uras’tan daha sol bir duruş ortaya koyabileceğini ya da daha etkili olabileceğini varsayabiliriz ama Sırrı Süreyya Önder gazeteci kimliği ile yazılı ve görsel medyada göstereceği etkiyi zaten gösteriyordu. Burjuva parlamentonun sihirli bir yer olmadığını birilerine (maalesef gerçekten) anlatmak gerekiyor. TİP’li milletvekilleri 1960’larda büyük tesire sahip olabildiler çünkü arkalarında canlı ve hızla gelişen bir sınıf hareketi vardı. Bugün için böyle bir durumdan bahsedemeyiz. Unutulmamalıdır ki vitrinlik bir malzeme olmanın ötesine ise ancak sınıf hareketinin gelişimi ile ulaşılabilir.
Marksistlerin görevi ulusal çapta örgütlenmiş bir öncü partiyi yaratmaktır. Böyle bir partinin varlığı sınıf mücadelesinin akışını değiştirecektir. Seçim dönemlerinde sınıf merkezli, sömürüyü hedef alan antikapitalist bir programı ancak böyle bir parti emekçi kitleler içinde tartıştırabilir.
12 Eylül rejimi tarafından yerleştirilen %10’luk seçim barajı küçük partileri devre dışı bırakıp sisteme istikrar kazandırmayı amaçlıyordu. Dünyada başka bir örneği bulunmayan ve neredeyse 30 yıldır korunan bu baraj egemen sınıf tarafından hala bir istikrar unsuru olarak kavranıyor. Diğer taraftan sosyalistlerin devre dışı bırakılması ve Kürt ulusal hareketinin meclis dışında tutulması için de %10’luk baraj gerekliydi. Kürt ulusal hareketi barajı aşamasa da onu bağımsız adaylarla delme yolunu kullanarak geçtiğimiz dönemde mecliste grup oluşturmayı başardı. Bu sefer de aynı taktik izlenecekti ki AKP ile yakınlığı bilinen YSK’nın 7 BDP adayını veto etmesi gündemi altüst etti. Anlaşılan egemen sınıfın kimi aygıtları barajın delinmesini hazmedebilmiş değil.
%10’luk “rekor” baraj dışında seçme seçilme hakkını kuşa çeviren son bir uygulama daha oldu. AKP’nin marifeti ile bağımsız aday olarak seçimlere katılmanın önüne astronomik bir maliyet getirildi (7,7 bin TL). Böylelikle bağımsız adaylar çıkararak seçimlere katılan ve devrimci propagandayı seçimlere taşıma şansı elde eden işçi sınıfından adaylar ve sosyalistlerin önüne bir büyük barikat daha eklenmiş oldu. Bütün bu engelleri aşarak seçimlere sömürü düzenini hedef tahtasına koyan devrimci Marksist bir programla katılmanın en temel yolu ulusal çapta örgütlenmiş Marksist bir partinin yaratılmasından geçiyor.
Yeni Meclis Ne Vaat Ediyor?
Emekçi sınıflar bir kez daha sınıf merkezli bir alternatifin yokluğunda oy kullanacaklar. Bu durumda oluşacak yeni parlamentonun emekçilere daha fazla saldırmak dışında vaat ettiği bir şey yok. Zaten yeni parlamentonun bileşiminin eskisinden farklı olması da beklenmiyor. Sürprize ihtimal verilmezken kafaları meşgul eden soru AKP’nin ne kadar büyük bir çoğunlukla iktidar olacağı. Bu da en başta yeni anayasa ve başkanlık sistemi tartışmaları açısından belirleyici.
En yaygın beklenti, AKP’nin üçüncü döneminde de tek başına iktidar hedefine fazla zorlanmadan ulaşacağı yönünde. Ama ne kadar bir çoğunlukla? Örneğin, AKP’nin %50’den fazla oy almasının farklı bir anlamı olacaktır. %50 sınırını aşması durumunda AKP’nin “milli irade otoriterliğinin” dozajını önümüzdeki dönemde daha da arttırmasını bekleyebiliriz. Ülkenin yarısından fazlasının yani mutlak çoğunluğunun oyunu almış bir Tayyip Erdoğan emekçi sınıflara karşı şüphesiz daha da özgüvenli, kaba ve saldırgan olacaktır. Ayrıca, böyle bir durumda AKP, programına sadık kaldığı büyük sermaye ve emperyalist merkezler karşısında hareket alanını genişletebilir.
%50 psikolojik sınırının dışında seçim sonuçlarının önem kazandığı diğer bir konu, AKP’nin yeni anayasa girişimi. AKP’nin anayasayı tek başına düzenleyebilecek çapta bir çoğunlukla ya da en azından yeni anayasayı referanduma götürebilecek bir sayıyla iktidar olup olamayacağı merak konusu. Yeni anayasa tartışmalarının odağında Tayyip Erdoğan’ın başkanlık modeline geçmeyi tasarlaması bulunuyor. Bu çerçevede ülkenin seçimler sonrasında yeni anayasa tartışmalarına gömüleceği gözüküyor, akabinde ise ülkenin referandum sürecine girmesi ihtimali yüksek.
Türkiye büyük sermayesi 90’lı yıllar boyunca kendi siyasal partisini yaratamadı. Bunun ardından siyasal İslam’dan bozma bir parti edindi. Siyasal İslamın içerisinden gelip büyük sermaye ve emperyalizmin programına adapte olan AKP özellikle ikinci iktidar döneminde daha fazla hareket serbestisi edindi. AKP’nin güçlenmesi olarak da algılanan bu süreç aslında hassas dengeler üzerine kurulu. Büyük sermaye ve uluslararası sermayenin programının bu kadar istikrarlı ve şevkli uygulayıcısını bulmak, hele şu ortamda, gayet zorken AKP’nin bu anlamda bir süre daha alternatifsiz olduğundan bahsedebiliriz. Bu arada TÜSİAD’ın hazırlattığı sonrasında da bir TUSİAD klasiği olarak arkasında durmadığı yeni anayasa raporundaki değişiklik önerilerinin başta devletçi-ulusalcı kesimler olmak üzere çoğu kesim için tabu olan konulara kadar uzanması oldukça dikkat çekiciydi. Bunun AKP’nin planladığı yeni anayasaya hem yol açmak hem de yol göstermek anlamına geldiğini söyleyebiliriz.
CHP, Emekçi Sınıflara Uzak, Emperyalist Kapitalistlere Yakın
AKP’den biran evvel kurtulmak isteyen geniş kesimlerin adresi bir kez daha CHP olacak. Ama “yeni” CHP’nin de Baykal CHP’si gibi laik yaşam konusunda duyarlılığı yüksek kesimlerle sınırlı oy tabanını (genel olarak Alevilerle kentli orta sınıflar) genişletebildiğinden söz etmek zor. Bunun tek yolu Kılıçdaroğlu CHP’sinin daha fazla sol söylem içerisinde bulunması ve emekçi sınıflara belirli bir mücadele perspektifi sunmasıydı. Ama hiç de şaşırtıcı olmayan biçimde Kılıçdaroğlu emekçi sınıflar yerine yüzünü emperyalist kapitalist sisteme döndü. Patronlardan icazet almak yeni CHP’nin en büyük gayesi oldu, ABD ile de yakın bağlar oluşturulmaya çalışıldı. Yani aklı evvel CHP’lilerin en büyük umudu emperyalist kapitalist sistemin AKP’ye sırt çevirmesi ve CHP’yi desteklemesiydi. Emperyalist kapitalist sistem için zor şartlar için hazırda beklemesi gereken stepneden öteye gidemeyecek olan CHP’nin bu hayalleri suya düştüğünde geriye Haberal gibi, Sinan Aygün gibi sağcı kapitalist isimlerle aday kadrosunu doldurmak ve bol keseden vaatte bulunmak dışında yapacak bir şey kalmamıştı. Bu haliyle Kılıçdaroğlu’nun çizgisi Sarıgül’ünkiyle buluşuyor. Emperyalist kapitalist programı savunurken her kesime mavi boncuk dağıtırım türünden bir ikiyüzlülüğe emekçi sınıflar prim vermemelidir.
Kürt sorununda en köhnemiş argüman olan ekonomik kalkınma stratejisini (!) geveleyip duran bir CHP (özgürlükçülüğünü zaten tartışma dışı bırakıyoruz) egemen sınıfların programının da bir hayli gerisinde kalmış durumda. Patronlar Öcalan’a ev hapsini gündeme getirirken CHP’nin ulusalcı damarları Baykal gitse de gitmese de bu partinin temel yapıtaşını oluşturuyor.
Faşistler de Lazım
12 Eylül referandumunda orta ve doğu Anadolu’daki klasik tabanını AKP’ye kaptıran MHP’nin bu seçimlerde baraj altında kalabileceği rivayet ediliyordu ki son dönemde bu ihtimal pek konuşulmuyor. MHP’nin barajı aşması sistem için önemli zira Türk milliyetçiliğinin taşıyıcısı bu partinin Kürt sorunundaki açılımlar sürecinde meclis dışı kalması işleri egemen sınıf için zorlaştıracaktır. Faşist çetelerin belirli bir düzeyde kontrol altında tutulmasında etkili olan Bahçeli’nin safdışı kalması egemen sınıf için pek istenecek bir şey değildir. Düzenin meşruluk arayışları açısından belirli bir denge yaratmak adına MHP parlamentoda gereklidir.
BDP ve Emek-Barış-Demokrasi Bloğu
Önce CHP, sonrasında ise HAS Parti ile ittifak planları gündeme gelse de BDP bir kez daha baraj engelini bağımsız adaylarla delme yoluna gidiyor. BDP’nin bağımsız adaylar yoluyla elde edeceği milletvekili sayısını arttırması bekleniyordu ki YSK 7 BDP’li bağımsız adayın başvurusunu iptal etti. Şimdilerde YSK’nın geri adım attığı gözleniyor. YSK’nın geri adım atması başlı başına Kürt ulusal hareketinin gücünü gösteriyor. YSK’nın kararı üzerine sadece Kürdistan’da değil ülkenin dört bir yanında militan gösteriler düzenlendi. BDP’nin seçimlerden çekilmesi ve militan sokak mücadelelerinin ivme kazanması hiç de egemenlerin arzu edeceği bir şey olmaz. YSK’nın son kararı ve sonrasındaki gelişmeler esasında Kürt sorunundaki mevcut durumu çok iyi bir şekilde anlatıyor. Kürt ulusal hareketi çok güçlü bir tabana sahip ve egemen sınıf bu dinamik tabanı legal alana çekmek istiyor. Silahlı çatışmaların son bulması ve PKK’nin tasfiyesi kısa ve orta vadedeki en önemli hedef. Bunun için de BDP’nin legal politik alanda belirleyicilik kazanması gerekiyor. O yüzden de BDP’yi hedef alan YSK kararı Kürt sorununda tutturulmaya çalışılan çizgiyle örtüşmüyor. Nitekim YSK’nın kararında geri adım atması bu nedenle çok şaşırtıcı değil.
BDP’nin diğer sol gruplarla son anda oluşturduğu emek-barış-demokrasi bloğuna gelince. Bu bloğun daha bir seçim programının olmaması, BDP’nin çizgisinin bloğun politikasını oluşturacağı anlamına geliyor. Diğer taraftan bloğu oluşturan bileşenlerin referandumda birbirine zıt tutumlar alması ve birbirinden farklı eğilimleri temsil etmesi de bir seçim programının oluşturulmasını zorlaştırmakta, izlenecek rotayı bulanıklaştırmaktadır. Söz gelimi AKP’nin seçim sonrası için planladığı anayasa değişikliklerinde bu bloğun tutumu ne olacaktır. BDP merkezli olacak olan meclis grubu bu gibi konularda nasıl davranacaktır? AKP’nin yeterli sandalye kazanamaması durumunda anayasa değişikliği için pazarlıklara girişilecek mi girişilecekse mahiyeti ne olacaktır? Bütün bunlar belirsizliğini korumaktadır.
Dolayısıyla Marksist ilkesellik böyle bir bloğun içinde olmamayı gerektirir. Blok içerisinde BDP ağırlığını referans almamız durumunda da seçimlerde bağımsız adaylara oy verilmesinin yegane anlamı Kürt ulusal hareketi ile dayanışmak olacaktır. Yoksa ortada işçi sınıfının ileri çıkarlarının ifadesi olan antikapitalist bir seçim programı yoktur. Böyle bir programı BDP’den beklemek ya da ummak da gerçekçi değildir. Hele mevcut bileşimin böyle bir alternatifi yaratması ise söz konusu olamaz. Birçok ilde açıklanan bağımsız adayların iş adamı ya da müteahhit kimliği birçok şey anlatmaktadır. Durum buyken kendi ilkesizliklerini üçüncü cephe vb ile meşrulaştırmaya çalışmak da emekçi sınıfları aldatmaktan başka bir şey değil. Daha bir seçim programı bile açıklanmadan ya da en temel konularda dahi bir netlik sağlanmadan söz konusu bloğun içine gözü kapalı giren sol gruplar için mesele maalesef meclise kapağı atmaktan ibaret. BDP kontenjanından ayrılan birkaç seçilebilecek pozisyon için çok sayıda sol grubun ilkesiz pazarlıklara ve rekabete girmesi de maalesef yozlaşmayı beraberinde getirmektedir.
Ertuğrul Kürkçü ya da Sırrı Süreyya Önder’in öne çıkarılması da parlamenter ham hayalleri perçinlemekten başka anlama gelmez. Sınıf hareketinden bağımsız olarak mecliste ses getirilebileceğini söyleyenlere Ufuk Uras örneğini hatırlatmakta fayda var. Önceki seçim dönemde “Meclise Ufuk Gerek” diyerek çıkardıkları gürültüyle yanılsamalar yaratan küçük burjuva solcularının insan içine çıkacak yüzlerinin olmaması gerekirdi. Şimdilerdeyse Sırrı Süreyya Önder revaçta. Sırrı Süreyya’nın sol liberal Ufuk Uras’tan daha sol bir duruş ortaya koyabileceğini ya da daha etkili olabileceğini varsayabiliriz ama Sırrı Süreyya Önder gazeteci kimliği ile yazılı ve görsel medyada göstereceği etkiyi zaten gösteriyordu. Burjuva parlamentonun sihirli bir yer olmadığını birilerine (maalesef gerçekten) anlatmak gerekiyor. TİP’li milletvekilleri 1960’larda büyük tesire sahip olabildiler çünkü arkalarında canlı ve hızla gelişen bir sınıf hareketi vardı. Bugün için böyle bir durumdan bahsedemeyiz. Unutulmamalıdır ki vitrinlik bir malzeme olmanın ötesine ise ancak sınıf hareketinin gelişimi ile ulaşılabilir.
Marksistlerin görevi ulusal çapta örgütlenmiş bir öncü partiyi yaratmaktır. Böyle bir partinin varlığı sınıf mücadelesinin akışını değiştirecektir. Seçim dönemlerinde sınıf merkezli, sömürüyü hedef alan antikapitalist bir programı ancak böyle bir parti emekçi kitleler içinde tartıştırabilir.

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı