Sosyalizm Kazanacak!
/ Çağın Erdinç / 1 Mayıs Süreçlerinde AKP'yi Köşeye Sıkıştırmak Mümkün Mü? – Çağın Erdinç

1 Mayıs Süreçlerinde AKP'yi Köşeye Sıkıştırmak Mümkün Mü? – Çağın Erdinç

on 26 Mayıs 2015 - 14:37 Kategori: Çağın Erdinç, Devrimci Perspektif, Gündem

1 Mayıs sürecini geride bıraktık; ancak sürece dair söylenecek çok şey olduğunu belirtmek gerekir. Evvela, 1 Mayıs sürecinde temel tartışma noktası yine Taksim’di. “Taksim’e gireriz; giremezsiniz!” tartışması üzerinden dönen süreçte beklenen oldu ve 20 binin üzerinde polise karşı direnmeye çalışanlar polis şiddeti karşısında uzun süre tutunamadı ve AKP bu 1 Mayıs’ı da “hasarsız” atlatmayı başardı. Öte taraftan AKP’nin hukuk âbidesi gibi tasvir ettiği “yeni Türkiyesi”nde bir günde 364 kişi gözaltına alındı; sonraki süreçte ondan fazla kişi tutuklandı!
“AKP’ye bu 1 Mayıs sürecinde ciddi bir hasar vermek mümkün müydü?” sorusu üzerinden gelecek döneme hazırlanmanın hayati öneme hâiz olduğunu mutlaka belirtmek gerekir.
Bu yazıda AKP’nin Taksim Meydanı’nı senelerdir emekçilere neden kapattığını; salt alan tartışmalarına indirgenen 1 Mayıs süreçlerinin sosyalist sola verdiği zararları ve 1 Mayıs süreçlerinde AKP’yi köşeye sıkıştırabilecek yöntemleri ele almaya çalışacağız.

AKP 1 Mayıs’larda Taksim’i Neden Kapatıyor?

“AKP Taksim’i neden kapatıyor?” sorusuna AKP’nin iktidara geldiği 2002’den bu yana uyguladığı politikalar sonucunda emekçiler açısından ortaya çıkan tabloyu ele alarak başlamak uygun olacaktır. Malum, AKP iktidarı ekonomik araç olarak neo-liberal politikaları kullanıyor. Bunu yaparken elbette işçi sınıfını sürekli güvencesizleştiriyor; zengin ve yoksul arasındaki uçurum giderek artıyor. OECD’nin araştırmasına göre 34 ülkenin yer aldığı sıralamada zengin ve yoksul arasındaki uçurumda Türkiye, Meksika’nın hemen önünde 33. sırada yer alıyor. Ayrıca Credit Suisse tarafından yayınlanan 2014 yılı Küresel Refah Raporu’na göre 2000 yılında refahın yüzde 67’sini elinde bulunduran en zengin yüzde 10’luk kesimin payı, 2014 itibariyle AKP döneminde yüzde 77.7’ye yükseldi.
Bankanın ülkelerdeki en zengin yüzde 10’luk kesimin servetinde 2000-2014 yılları arasında yaşanan değişimi gösterdiği listede Rusya yüzde 84.8 ile zirvede bulunurken, Türkiye hemen arkasında yer alarak ikinci oldu. Türkiye’nin “en yüksek servet adaletsizliği” olan ülkeler kategorisinde yer aldığı listede yüzde 10’luk kesimin servetinin son 14 yılda “çok hızlı” yükseldiği belirtilen 8 ülke arasında Mısır yüzde 22.3 ile birinci, Hong Kong yüzde 21.9 artış ile ikinci ve Türkiye yüzde 21 artışla üçüncü sırada yer aldı.
AKP’nin 1 Mayıs süreçlerini germesinin en önemli nedenlerinden biri işte bu! Yani 1 Mayıs süreçlerinde, kendi ortaya çıkarttığı tablonun görülmesinin önüne geçmek ve işçi sınıfının taleplerinin, rahatsızlıklarının duyulmasını, sınıfın enerjisinin sisteme yönelmesini engellemek…
AKP’nin Taksim’i yasaklamasını bu minvalden okumak anlamlı olur. Hatırlayınız 1 Mayıs 2010’da Taksim Meydanı yasaklı değildi. O yıl direnişte olan Konak Belediyesi işçileri ve Tekel işçileri başta olmak üzere işçi sınıfının taleplerini haykırdığı bir süreçle 1 Mayıs 2010 görece etkili olmuştu. Keza 1 Mayıs 2011 de Taksim Meydanı’nın açık olduğu son süreç olmuş ve o yıl da en az bir önceki sene kadar etkili geçmiş, işçi sınıfının Tekel Direnişi’yle somutlanan talepleri 1 Mayıs alanlarından yükselmişti.
1 Mayıs 2010 ve 2011 Türkiye solu adına muhteşem bir hazırlık süreciyle geçmemişti elbette; ancak söz konusu dönemde direnişte olan iş kolları, Tekel direnişinin de rüzgârıyla yerelde ve Taksim Meydanı’nda taleplerini haykırmayı başarabilmişlerdi; ne var ki 2012’den itibaren Taksim Meydanı yasaklandı ve AKP  her 1 Mayıs sürecini “Taksim’e giremezsiniz; gireriz” tartışmasına hapsetti. Sosyalist sol bu süreçte duygusal refleksler dışında ciddi hamleler geliştiremedi. İşçi sınıfının yakıcı sorunları dururken alan tartışmaları 1 Mayıs’ların tek sorunu haline getirildi.
AKP 2012’deki 1 Mayıs’tan sonra da bu stratejiyi uygulamaya devam etti. Artan yoksulluk, işsizlik, iş cinayetleriyle geçen yılların ardından işçi sınıfının yıkıcı enerjisinin önüne deyim yerindeyse “dalgakıran” olarak alan tartışmaları meselesini koydu.
Uzun lafın kısası AKP iktidarı, 13 yıllık dönemi boyunca uyguladığı azgın neo-liberal politikalar sonucunda ortaya çıkan tabloya karşı 1 Mayıs’larda sesini yükselten işçi sınıfının bu süreçlerde bir araya gelmesini engellemek için yoğun çaba harcamaya devam etti.

AKP’nin 13 Yıllık Dönemi: Zenginlere Refah; Emekçilere Zulüm Ve Ölüm!

Sözünü ettiğimiz tablo AKP’yi korkutuyor. Korkmakta da haklı! Bu tabloya yukarıda kısaca değinmiştik. Ayrıntılarına girecek olursak AKP iktidarının 13 yıllık dönemi boyunca ortaya çıkan büyük resmin detayları şöyle: Türkiye yıllardır iş kazalarında Avrupa’da birinci; dünyada 3. sırada yer alıyor. AKP iktidarında, 2002-2013 yılları arasında toplam 13 bin 442 işçi hayatını kaybetti. 2014’te bu tablo daha da vahim bir hal aldı. Dokuz ayda bini aşkın işçi hayatını kaybetti. 301 madencimizin yaşamını yitirdiği Soma faciasının acıları sürerken bu kez AKP’nin rezidans “furyasında” 10 işçimizi kaybettik. Her yıl ortalama 1072 emekçi iş cinayetleri sonucunda hayatını kaybediyor. Ülkede taşeron işçi sayısı 1.2 milyona; çocuk işçi sayısı da 1 milyona yaklaştı.
İşsiz sayısına gelecek olursak işsizlik oranı, bu yılın ocak ayında yüzde 11.3 ile yaklaşık beş yılın en yüksek seviyesine ulaştı. Resmi işsiz sayısı, 3 milyon 145 binden, 3 milyon 259 bin kişiye çıktı. Böylelikle işsizlik oranı, geçen yılın Nisan ayına göre 1 puan artmış oldu. Yani geçen yılın aynı dönemine göre işsiz sayısında 454 bin kişilik bir artış söz konusu.
Çalışabilir çağdaki 3.2 milyon kişi işsizlerden oluşurken, çalıştığı kabul edilen (sigortası yapılan) 3 milyon 450 bin ücretsiz ev işçisi ile birlikte 5 milyon asgari ücretli, 5 milyon 700 bin tarım işçisi ve özel sektörde çalışan yaklaşık 4 milyon kişi yoksulluk sınırının altındaki ücretlerle çalışmak zorunda bırakılıyor. Çalışma çağındaki 57 milyon 100 bin kişinin 29 milyon 257 bini çalışabilir durumda kabul ediliyor. Bunlardan da sadece 26 milyon 300 bini istihdam edilebilirken 3.2 milyonu işsiz. Çalışma hayatına katılmayan nüfusun bu yarısının büyük bölümünü kadınlar oluşturuyor. Zira çalışma çağındaki kadınların 2/3’ü evde oturuyor. Bu da kadınları yoksulluğa ittiği gibi kadınların hayatın her alanında geri kalmasına yol açıyor. Nüfusun çalışma hayatına katılmayan bu yarısının Türkiye’deki yoksulluğun bir yüzünü oluşturduğunu belirtelim.
Yoksulluğun diğer yüzünde ise düşük ücretler ve uzun çalışma saatleri ile ömür dolduran milyonlar var. Sayısı 5 milyonu geçen asgari ücretliler; sigortasız, daha da düşük ücretlerle Anadolu sırtlanlarına çalışan yüz binler; düşük ücretlerle 10-12 saat haftada 6 gün sömürülen milyonlar…
Evet, AKP döneminin azgın neo-liberal politikalarının sonucu bu. Söz konusu tablonun ayrıntılarını ele aldıktan sonra şu soruyu sormak gerekiyor: AKP 1 Mayıs süreçlerinde alan tartışmaları içerisine sıkışmış 1 Mayıs’ları mı tercih eder? Yoksa tüm bu sorunların gündeme geldiği 1 Mayıs’ları mı? AKP Tekel Direnişi’nin rüzgarının estiği 2010 ve 2011 yılları haricinde, iktidara geldiği ilk yıldan bu yana ilkini “tercih” ediyor! Daha doğrusu dayatıyor!

Yasağın İkinci Nedeni: Direnişlerle Özdeşleşen Meydanlar

AKP’nin Taksim Meydanı’nı yasaklamasının en önemli ikinci nedeni, bazı meydanların direnişlerle özdeşleşmiş olması ve diktatörlüklerin, baskıcı sistemlerin bu meydanlarda gerçekleştirilen etkili eylemlerle sonunun gelmesi.
Örnek vermek gerekirse Mısır’da Tahrir Meydanı; İspanya’da Puerta del Sol Meydanı; Atina’da Syntagma Meydanı sınıf direnişinin önemli merkezleri konumunda. Keza, Arap Baharı sürecinde  İnci Meydanı, Bahreyn Hükümeti’ne yönelik proteste merkezi haline gelmişti. 25 Ocak’ta 15 bin kişinin toplanıp Mübarek’e karşı eylem yapanların ve Mursi’ye yönelik protestolarda odak haline gelen Tahrir Meydanı’nın önemini özellikle vurgulamak gerekir.
İşte Taksim Meydanı da en az sözünü ettiğimiz meydanlar kadar önemli. AKP Taksim Meydanı’nı deyim yerindeyse kendi kalesi gibi görüyor. Bu kaleye ezilenlerin atacağı “goller” AKP için asla kabul edilemez! Gezi sürecinde yedikleri tarihi golü hiçbir zaman unutmayacaklar. Bu yüzden Taksim Meydanı’nı tartışma konusu haline getirmek dahi istemiyorlar.
Topçu Kışlası projesi, Gezi Parkı’nın yıkılmaya çalışılması bu korkunun tezahürüydü. Taksim Meydanı’nı tarihsel bağlamından kopartıp “tanıdıkları” bir yer haline getirerek emekçilerin elinden Taksim’i tümden almak istediler; ne var ki baltayı taşa vurdular. Yüz binlerce insan Taksim’i, Gezi Parkı’nı savundu. Şimdi Taksim tam anlamıyla “ortada!” İstediklerini yapamadılar; ancak Tayyip biliyor ki Taksim Meydanı, Tahrir Meydanı gibi olursa, sonu “Mübarek” olacak. Bu yüzden eğer iktidarda kalırlarsa önümüzdeki senelerde de 1 Mayıs’ta Taksim’i kapatacaklar. Gerekçe olarak da kamu düzeninin bozulmasını gösterecekler, ancak bu 1 Mayıs’ta olduğu gibi çok sevdikleri “kamu düzenini” Taksim’i kapattıklarında bizzat kendileri bozacak!

Peki Ne Yapmalı?

Sözünü ettiğimiz iki nedenden dolayı Taksim Meydanı 1 Mayıs’larda AKP tarafından kapatılıyor. Peki sosyalist sol ne yapmalı? “Bu 1 Mayıs nasıl olsa geçti; önümüzdeki ‘maçlara’ bakacağız?” mı diyeceğiz? Elbette hayır! Evvela, AKP’nin alan tartışmalarına hapsolmamak gerekiyor. İşçi sınıfının yakıcı sorunları dururken meseleyi salt “Taksim’e girersin; giremezsin” sorununa indirgemek yıllardır yapılan en büyük yanlışın başında geliyor.
Bu noktada Taksim dışındaki örnekleri de ele almak gerekiyor. Örneğin Ankara’da bu 1 Mayıs’ta Sıhhiye Meydanı’nı 40 bine yakın insan doldurdu. Keza İzmir’de, İzmit’te, Zonguldak’ta da katılım 20 binin üzerindeydi. Bu noktada şu soruyu sormak gerekiyor: “Alan tartışmalarının yaşanmadığı bölgelerde 1 Mayıs süreçleri etkili geçiyor mu?” Bu soruya “evet” yanıtını vermek çok zor. Zira alan tartışmalarının yaşanmadığı bölgelerde sendikaların ve sosyalist solun odaklandığı tek nokta genelde “nicelik” oluyor. 1 Mayıs’ın “başarılı” ya da “başarısız” geçmesi genel olarak tahayyül edilen kişi sayısına yakın bir kalabalığın alanda olup olmadığına bakılarak belirleniyor. Halbuki genel taleplerin haykırıldığı, iktidarın hırsızlıklarının yolsuzluklarının ifşa edildiği ve sınıf dayanışmasının yükseltildiği 1 Mayıs süreçleri “kuru kalabalıkların” yer aldığı 1 Mayıs “günlerinden” çok daha başarılı geçmiş sayılmalıdır. 1 Mayıs süreçlerinde hedeflenen “kafa sayısı” değil, sözünü ettiğimiz minvaldeki talepler ve ifşalar olmalıdır.
Bu noktada önemle vurgulamak gerekir ki 1 Mayıs “süreci” ifadesini bilerek kullanıyoruz. 1 Mayıs takvimdeki yapraklardan biri değildir. 1 Mayıs süreç değil, gün olarak değerlendirildiğinde 1 Mayıs günündeki “kafa sayısı” başarının tek ölçütü haline gelebiliyor.
“Ne yapmalı?” sorusuna geri dönecek olursak, Sosyalist sol ve sendikalar ortak ve geniş kampanyalar etrafında şekillenen süreçle 1 Mayıs’a gitmelidir. Örneğin taşeronlaştırma bugünün ve yarının en büyük sorunlarından biri. AKP’nin taşeron politikaları yüzlerce işçinin canına mâl oldu. Keza, taşeronlaştırma politikalarının sonucu giderek daha fazla iş cinayetine sebep olan ve patronların, ceplerini doldurmak adına hiçe saydığı iş güvenliği sorununa odaklanmak gerekir. Ayrıca haftalık çalışma saati bakımından 49 saatle açık ara önde olan Türkiye’de çalışma ücretlerinin düşüklüğü de sorunların başında geliyor.
Tüm bunların yanında işçi sınıfı çoğu yerde en temel insani haklarından mahrum bırakılıyor. Örneğin bazı fabrikalarda her taraf kameralarla çevrili; tuvaletler vardiya amirlerince kilitleniyor. Sabahtan akşama kadar çalıştırılan işçilerin yanlış yaptıkları işler maaşlarından kesiliyor. Koşullar bazı fabrikalarda daha da katı.
Hâl böyleyken Türkiye’deki 1 Mayıs’ları tarihsel bağlamına uygun biçimde örgütlemek sosyalist solun en büyük görevi olmalıdır. Unutmamak gerekir ki 1 Mayıs’ın ilk adımı 1856’da Avustralya’nın Melbourne kentinde taş ve inşaat işçilerinin, günde sekiz saatlik iş günü için Melbourne Üniversitesi’nden Parlamento Evi’ne kadar düzenledikleri yürüyüşle atıldı.
Bu süreçten sonra  1 Mayıs 1886’da Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat, haftada 6 gün olan çalışma takvimine karşı, günlük 8 saatlik çalışma talebiyle iş bıraktılar. Şikago’da yapılan gösterilere yarım milyon işçi katıldı. Luizvil’de 6 binden fazla siyah ve beyaz işçi, birlikte yürüdü. Bu süreçte işçi sınıfının insanca yaşam taleplerine karşı burjuva hükümetler çeşitli bölgelerde işçilere ateş açtı. İşçiler canları pahasına insanca çalışma koşullarını elde edebilmek adına kurşunların üzerine yürüdü.
Eklemek gerekir ki Türkiye işçi sınıfının bugünkü durumu 1 Mayıs’ın kıvılcımını yakan 1856’daki Avustralya işçi sınıfının durumundan daha kötü. İşçilerin tuvalet ihtiyacının bile kısıtlandığı bir dönemde işçi sınıfının insanca çalışma taleplerinin etrafında ortaklaşıp bu talepler üzerinden olabildiğince geniş kampanyalar örgütleyerek  AKP için bir çeşit “dalgakıran” vazifesi gören alan tartışmalarına sıkışmamak, önümüzdeki 1 Mayıs süreçleri için belirleyici olacaktır. 
 

Yorumlar Kapalı

Yorumlar Kapalı